YÜKLENİYOR
Eski çağlarda çalışanlara yönelik bir koruma söz konusu değildi. Örneğin, Roma hukukunda ustaya çırak üzerinde çok geniş kapsamlı ve fiziki cezaları da içeren bir “uslandırma yetkisi” verilmiştir.
Sanayi Devrimi’nden önceki dönemde kişilerin iradesinden kaynaklanmayan zorunlu çalıştırma söz konusuydu. Üretim, aile üyeleri tarafından, bunların yeterli olmadığı durumlarda da köleler tarafından sağlanmaktaydı. 10. yüzyıla kadar devam eden bu dönem, “Aile Ekonomisi ve Kölelik Düzeni” olarak adlandırılmaktaydı. Aile üyelerinin ve kölelerin çalışma ilişkileri ise, aile başkanı tarafından düzenlenmekteydi.
10. yüzyıla kadar süren bu dönemden sonra feodal beylerin güçlenmesiyle ortaya çıkan “Feodal Düzen”, 10. yüzyıldan 15. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Bu dönem içinde bazı dağınık derebeyliklerin ortaya çıktığı görülür. Derebeylerin idaresi altında çalışan serfler, toprağın işletilmesinden sorumluydu. İşledikleri toprak ve üretim araçları üzerinde mülkiyet değil, yalnızca kullanım hakkına sahip olan serfler, çalışmaları karşılığında elde ettikleri tarımsal ürünlerin bir kısmını kendileri için ayırmaktaydı.
15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar süren “Korporasyon Dönemi”nde ise, feodal düzen yıkılarak yerini prenslikler, beylikler, derebeylikler, krallıklar gibi daha güçlü merkezi otoriteler almıştır. Korporasyon, aynı mesleği ve sanatı sürdürenlerin birbirlerine yakın bir ortamda toplanarak oluşturdukları örgütler olarak ifade edilebilir. Bu mesleki örgütler, 18. yüzyıl ortalarına kadar birçok ülkede ekonomik yapının temel taşlarını oluşturmuştur. Varlığını Fransız Devrimi’ne kadar sürdüren bu toplulukları lonca olarak da ifade etmek mümkündür. Bu koşulların biçimlendirdiği ortam içinde çeşitli zanaatların yapıldığı küçük atölyeli işyerlerinde o zanaatı öğrenmek amacıyla yamak, çırak, kalfa ve usta gibi statüler altında çalışan kişiler de o dönemin çalışma hayatı içinde yer almaya başlamıştı.
19. yüzyılın başlarında, I. Napolyon’un ordusunu kurma çalışmaları sırasında, Fransız gençleri savaşmaya elverişli olup olmadıklarının tespiti amacıyla sağlık muayenesinden geçmekteydi. Bu muayenelerin sonucunda büyük çoğunluğunun sağlık durumunun savaşa gitmeye elverişli olmadığı fark edildi. Bu gençlerin çoğunluğu “raşitizm” hastalığı taşımaktaydı. Bunun üzerine o devrin ünlü ekonomist ve hekimlerinden olan Villermé’den bir soruşturma yapması ve gençlerin sağlık durumlarının neden bu derece tahrip olduğunu anlamaya çalışması istenir. Hazırlanan rapor neticesinde herkesin bildiği ama hiç kimsenin o zamana kadar dikkatini çekmeyen şu tespitler yapılır: Gençler (çocuklar demek daha doğru olacaktır), 6-8 yaşlarından itibaren maden ocaklarında ve fabrikalarda günlük 10 saatten az olmayan sürelerle çok zor şartlar altında çalışmaktadır. Nihayetinde konuyla ilgili ilk kanun, çalışma sürelerinin düzenlenmesiyle ilgili olarak 1841 yılında yürürlüğe girer. “İş Hukuku” teriminin ilk defa kullanımına rastlamak için 1950 yılını beklemek gerekecektir. Bu tarihe kadar “İşçi Hukuku” veya “İşçilik Mevzuatı” terimleri kullanılmıştır. Genel anlamda “İş Hukuku”yla ilgili düzenlemeleri kapsar nitelikteki ilk Fransız İş Kanunu, 1910 yılında düzenlenmiştir.
Ülkemizde ise, iş ilişkilerine ilişkin düzenlemeler Osmanlı zamanında daha çok din, örf ve âdete göre belirlenmekteydi. Tanzimat dönemindeyse bu sözlü kurallar artık yavaş yavaş yazılı hâle gelmeye başlamıştır. Dinlenme ve çalışma saatleri düzenlenmiş, maden ocaklarında angarya kaldırılmıştır. Daha sonra medeni hukuk kurallarının ilk defa kodifiye edildiği “Mecelle”, 1877 yılında yürürlüğe girmiş, çok kısa ve yüzeysel de olsa işçi-işveren ilişkisine değinmiştir.
İlk “İş Kanunu”, 08.06.1936 tarih ve 3008 sayıyla yürürlüğe girmiş, 30 yılı aşkın bir süre boyunca uygulama alanı bulmuştur. Şu an, 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüktedir. Bu kanuna ilişkin taslağın hükümet, işçi ve işveren kesimlerinin seçtiği üyelerden oluşan bilim kurulu tarafından hazırlanması ve katılımcı vasfı taşıması, Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından da övgüyle karşılanmıştır.
HÜSEYİN TARIK ERCAN/TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ UZMANI