"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Oğuz Can Turgay: Toprağı Korumaya Yönelik Yeni Bir Anlayış Yaratılmalı

  • 4 Ekim 2021

Sürdürülebilir tarım, organik tarımla karıştırılabiliyor. Öncelikle sürdürülebilir tarım ve organik tarım arasındaki farklılıklardan bahseder misiniz? Sürdürülebilir gıda güvenliği ve güvenilir gıdaya ulaşmak için neler yapılması gerekiyor?


OĞUZ CAN TURGAY: Son iki yüzyılda sanayi, teknoloji ve bilimde gerçekleşen baş döndürücü gelişmeler ve değişimler insanlığa doğayı hükmetmeyi öğretti ve tarımsal üretim hacmimizi artırdık. Bunu yaparken hep “Çoğalıyoruz, mecburuz,” dedik, ama aslında nüfus faktörünün dışında çoğu zaman tarımsal ticaret alanında bir “yerel-bölgesel güç” olmak için de fazla fazla ürettik. Tarımsal verimi (birim alandan elde ettiğimiz ürünü) artırmak ilkesi üzerine kurulmuş olan endüstriyel tarım modeli içinde tükettiğimiz tarımsal kimyasallarla (gübre ve pestisitler) doğaya o kadar yüklendik ki, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren su ve toprak kaynaklarının kalitesindeki bozulma, kayıplar (degredasyon) ve kirlenme gibi büyük sorunlarla boğuşmaya başladık. Toprak ve su kaynaklarında biriken gübre ve pestisit kalıntılarının bitkisel ve hayvansal ürünler üzerinden gıda zincirine erişerek sofralarımıza kadar gelmesi, bugün çoğu tarım ülkesinde toplumsal bir kaygı hâline geldi ve güvenilir gıda üretimi kavramının en önemli bileşenlerinden biri oldu. Bu gelişmeler, 20. yüzyılın başında aklımızı başımıza getirdi ve günümüz tarımı, uydu sistemleri, uzaktan algılama, lazer ve sensör teknolojileri, bitki ıslahı, genetik ve biyoteknoloji alanlarında sağlanan gelişmeler sayesinde kontrollü kimyasal madde girişi, azaltılmış toprak trafiği ve etkin su kullanımı gibi yaklaşımlar içeren alternatif tarım modellerine evrildi. Bugün sık sık duyduğumuz ve tarımla ilgili mecralarda kullandığımız “sürdürülebilir tarım”, tarımsal evrimleşme sürecinin bizi getirdiği son noktada ülkemizde ve diğer birçok tarım ülkesinde giderek artan bir şekilde ilgi ve kabul gören bir tarımsal felsefedir. “Geleneksel tarım”, “iyi tarım” ve “organik tarım” ise, sürdürülebilir tarım düşüncesinin hayat bulduğu uygulamalardır. Sürdürülebilir tarım, insanlığın mevcut yenilenemeyen (fosil yakıtlar ve doğalgaz) ve yenilenebilir (bitkisel/hayvansal atıklar) enerji kaynaklarını en etkin şekilde kullanarak uzun vadede doğal kaynaklara zarar vermeyecek, toplumsal ve çevresel kaliteyi koruyacak, hatta artıracak şekilde tarım yapmasıdır. Bu anlamda sürdürülebilir tarım, bugün maruz kaldığımız çevresel sorunlara neden olan konvansiyonel-endüstriyel tarım felsefesine karşı tezahür etmiş bir tarımsal ideolojidir. Organik tarım ise, sürdürülebilir tarımın pratiğe aktarılmasıdır. Teknik olarak organik tarım, sentetik gübre, hormon, pestisit gibi tarımsal kimyasalların kullanılmadığı, bitki-besin ihtiyacının bitkisel ve hayvansal organik atıklar üzerinden karşılandığı, bitki zararlılarıyla mücadelenin biyolojik unsurlar (faydalı böcekler ve feromon tuzaklar) kullanılarak gerçekleştirildiği sürdürülebilir tarım uygulamasıdır. Benzer şekilde organik tarımdan farklı olarak tarımsal kimyasal kullanımını engellemeyen (ancak sınırlama ve standartlar getiren) bir uygulama olarak “iyi tarım” (hassas tarım) da çevre ve insan sağlığının korunmasını esas alan diğer bir sürdürülebilir tarım uygulamasıdır.


Tarımsal üretimde gıda güvenliğini sağlamaya yönelik alınması gereken önlemler nedir? Toprak nasıl kullanılmalı ve korunmalı? Kaynaklar tüketilirken nelere dikkat edilmeli? Yerel yönetimlerin bu konuda alacağı inisiyatifler sizce ne olmalı? Üreticilere ve çiftçilere yönelik hangi çalışmalar yapılmalı?


OĞUZ CAN TURGAY: Gıda üretimine giden süreç topraktan başladığı için güvenli gıda üretimi açısından toprak koşulları büyük önem taşıyor. Şu bir gerçek ki, 1990’lı yılların başından beri artan sanayi faaliyetleri, kentleşme ve özellikle yoğun endüstriyel tarım faaliyetleri, toprak kaynaklarını yıprattı. Bu yüzden bugün küresel ölçekte erozyon, verimlilik ve biyoçeşitlilik kayıpları, tuzluluk-alkalilik, kirlenme, asitleşme, sıkışma, mühürleme gibi toprak tehditleriyle karşı karşıyayız. Bilim insanları, kamu kurumları ve ayrıca toprak kaynağıyla ilgili uluslararası toplum, bu tehditlerin ölçülmesi ve gelecekteki yönetimi konusunda yıllardır büyük çaba sarf ediyor. Yüksek bütçeli araştırma ve izleme projeleri, kapsamlı strateji ve eylem planları, koruma amaçlı yasa ve yönetmelikler, son yıllarda toprak kaynaklarının sürdürülebilir yönetimi için toplumların üretici, akademisyen, kamu ve sivil toplum kuruluşları, karar verici insan katmanları arasında kurulan ulusal/uluslararası arayüzler, bu çabaların takdire şayan örnekleri. Ne yazık ki, bütün bu emeklere rağmen ortaya çıkan sürdürülebilir tarım modellerine baktığımızda “toprak tarım yapmak için kullanılan bir araçtır” algısının değişmediğini söyleyebiliriz. Bu, aslında göçebelikten yerleşik tarım hayatına geçmemizle başlayan, doğayı, doğaya egemen olmak suretiyle ihtiyaçlarımızı gidermek için kullanabileceğimiz bir meta olarak gördüğümüz “insan merkezci” düşünce yapısının bir yansıması. Bu noktada toprağın nasıl kullanılması ve korunması gerektiği sorusuna farklı bir açıdan yaklaşarak acaba bu faydacıl yaklaşımı değiştirmek ve yeni bir toprak algısı yaratmak mümkün olabilir mi diye sormak istiyorum. Yani toprağı “cansız bir varlık ya da mülk” olarak görüp doğadan ayrıştırmak yerine onun barındırdığı muazzam yaşam kaynağını (biyoçeşitliliği) göz önüne alarak “canlı” olarak düşünemez miyiz? Aslında hayatımızı toprak üzerinde geçirdiğimiz için biz de bu çeşitliliğin bir parçası değil miyiz? Peki toprağı neden canlı bir varlık olarak algılamalıyız? Çünkü toprağın canlı olduğunu kabul edersek, bir dizi etik ve ahlaki sorgulama yapmak durumunda kalacağız ve muhtemelen ilki de şöyle olacak: “Her canlının yaşama hakkı varsa toprağın neden yok?” Bu soru, bizi “toprak hakları” gibi yeni bir kavrama götürüyor. Tıpkı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve hayvan hakları hareketi gibi toprak hakları da toprağın canlı bir varlık olarak gelişme ve korunma hakkına sahip olduğu anlamına gelir. Aslında bilim camiasında toprağın haklara sahip olması gerektiği Dünya Gıda Ödülü sahibi toprak bilimci Dr. Rattan Lal tarafından dile getirildi, ancak ne yazık ki, bilim dünyasına ve kamuya yeterince nüfuz etmedi. Diğer yandan, geçtiğimiz son on yılda gerek endüstriyel gerek sürdürülebilir tarımın birçok uygulaması ahlaki ve etik sorgulamalara tabi tutuldu. Bu sayede son yıllarda “gıda etiği” ve “tarım etiği” gibi yeni kavramlar doğdu. Türkiye’de de bu konularla ilgilenen uzmanlar ve akademisyenler mevcut. Bu noktada şu hususun altını hassasiyetle çizmek isterim ki, tarım ve gıda üretimiyle ilgili ahlaki ve etik sorgulamalar toprak kaynakları düzeyinden başlamalı, sadece bilim çevrelerinde tartışılan bir kavram olmaktan çıkarılmalı, toprağın bir canlı kaynak olarak hakları olduğu olgusu bütün topluma ve özellikle toplumun üretici kesimine anlatılmalı. Toprağı birey bazında korumaya yönelik yeni bir anlayış yaratılmalı diye düşünüyorum. Arazi kaynaklarının rasyonel kullanımı, erozyonla mücadele, toprağın su potansiyelini koruyacak teknolojiler ve toprak verimliliğini artıracak uygun tarım modellerinin benimsenmesi gibi tedbirlerle toprak bozulumunu önlemeyi hedefleyen bütün çabaları “toprak koruma” olarak niteliyoruz. Ancak bu kapsamlı ve iddialı teknik tanım, birçok ülkede ve koşulda düşük tarımsal girdiyle yüksek tarımsal gelir sağlamak ve güvenilir gıda üretmek gibi hedeflerle örülen yönetmeliklere, uygulamaya ve politikalara dönüşmüştür. Çoğunlukla toprağın gıda üretimiyle ilgili özelliklerinin idamesine odaklanmıştır. Öte yandan, üretilen bilimsel bilginin ve pratiğe aktarımların da çoğu durumda üretkenlik ve verimlilik merkezli küresel bakış açılarının etkisinde kaldığını düşünüyorum, fakat bugün karşı karşıya olduğumuz toprak kaynaklarının giderek verimsizleştiği ve geri dönüşü olmayacak şekilde bozulduğu gerçekliği artık bu perspektiflerin değişmesi gerektiğine işaret ediyor. İşte bu noktada toprağa bakışımızla ilgili yeni bir eksene ihtiyacımız var.  “Toprak hakları” ve “toprak etiği” gibi olguların bu anlamda iyi bir çıkış noktası olduğunu düşünüyorum. Toprağın canlı ve bu yüzden korunması gereken bir varlık olduğunu, hükmedilmesi ve yönetilmesi gereken bir sermaye değil, insan olarak parçası olduğumuz bir yaşam alanı olduğu gerçeğini benimsemeliyiz ve bu yaklaşımın toplum tarafından özümsenmesini sağlamalıyız. Kuşkusuz toprağın korunması için gerekli olan bu sempatinin yaratılmasında en büyük rol üniversitelere, yayılmasında da kamu kurumlarına ve yerel yönetimlere düşecektir.  


Dünya genelinde kullanılabilir arazilerin yaklaşık %25’inin bozulduğu ifade ediliyor. Arazi bozulmasının sebep olduğu olumsuzluklar ve tarımsal üretim için yarattığı riskler nelerdir? Sulama sistemlerinden toprağın kalitesine, kimyasal gübrelerin kullanılmasından su kıtlığına kadar tarımda her sürece etki edecek dayanıklı, sağlıklı ve doğru tarım uygulamaları nasıl hayata geçirilebilir?


OĞUZ CAN TURGAY: Arazi bozulumuyla ilgili en büyük sıkıntı, oluşumu yüzyıllar süren toprağın vasıflarında meydana gelen kayıpların çoğu durumda telafisi uzun zaman alan ya da mümkün olmayan kayıplar olmasıdır. Orman ya da doğal alanları tarıma açmak günümüzde pek çok ülkede mümkün olmadığından Türkiye’nin de aralarında olduğu ve arazi bozulumu problemlerinin görüldüğü coğrafyalarda eski niteliklerini kaybeden tarım topraklarını geriye kalan vasıflarını koruyarak kullanma yoluna gidiyoruz. Kısaca “arazi bozulumu dengelenmesi” olarak ifade ettiğimiz bu yaklaşımla toprak kaynaklarımızı korumuş oluyoruz. Ancak bu, mevcut (sorunlu) toprak şartlarında geçmiştekiyle aynı ya da yakın düzeyde tarımsal verim sağlayabileceğimiz anlamına gelmiyor. Diyelim ki, bir tekerinin havası az olan bir arabayla seyahat ediyorsunuz ve yedek lastiğiniz de yok. Gitmek istediğiniz yere varacaksınız, ama ya düşük hızda uzun süren bir yolculuk olacak ya da normal hızınızda gidip kaza riski alacak ve fazla yakıt tüketeceksiniz. Dejenere olmuş topraklarda tarım yapmak da böyle bir şey, üretim yapabilirsiniz; ancak maliyetleriniz artabilir ya da ürün kalitesi azalabilir. Günümüzde tarımda her sürece etki edecek dayanıklı, sağlıklı ve doğru tarım uygulamalarının hayata geçirilebilmesi için endüstriyel tarımdan vazgeçerek alternatif tarımsal üretim modellerine yönelmek bir çözüm olarak görülüyor.  Her ne kadar çoğu ülkede böyle bir eğilim ya da bu fikrin başarılı uygulamaları olsa da, bu geçiş o kadar kolay değil. Yeni tarım modellerinin de dezavantajları ve açıkları mevcut. Örneğin, çoğu az gelişmiş ya da Türkiye gibi gelişmekte olan tarım ülkelerinin iç pazarlarında iyi tarım sertifikası zorunlu değil, ihracat şartlarında zorunlu ki, bu durum gelişmiş-gelişmemiş ülke toplumları arasında insan hakları açısından adaletsizlik teşkil ediyor. Benzer şekilde üretim maliyetleri yüksek olan  organik tarım da toplum katmanlarını gelir düzeyi düşük veya yüksek şeklinde bölüyor. Dolayısıyla mevcut şartlarda endüstriyel tarımdan alternatif doğa dostu modellere geçmek o kadar kolay değil, bu modelleri ahlaki ve etik eksenlere oturtarak yavaş bir geçiş yapmak gerekiyor. Bu noktada diğer önemli bir konu da toprağa olan bakış açımızın da değişmesi gerektiğidir. Topraktan elde ettiğimiz bilimsel bilgiyi sadece ekonomik fayda düzeyini artırmak için kullanmak ve toprağı gıda üreten bir enstrüman olarak görmek yerine onun bir canlı olduğunu varsayarak içindeki yaşam birliklerine ve besin döngülerine zarar vermeksizin nasıl kaynaşabileceğimizi keşfetmeliyiz ki, toprağı anlamak ve toprakla uyum içinde ve tabii ki yine tarım yaparak yaşamak mümkün olsun. 


Geleceğin tarım uygulamalarına ilişkin görüşlerim şöyle: 


  • Gelecek nesillerimizin toprak algısı farklı olmalı. Toprağı, bitki yetiştirme ortamı gibi salt fonksiyonel özelliklerini irdeleyen mekanistik yaklaşımlardan ve bilimsel araştırmaları içeren dar bakış açısından çıkarmalıyız. Yeni görüşümüz, toprağı çevresel ve sosyal boyutlarıyla birlikte ele alan daha geniş ölçekli (toprak ekosistem hizmetleri ve arazi bozulumu dengelenmesi gibi) yeni kavramlara, simbiyotik ve sinerjistik bakış açılarına doğru evrilmelidir.

  

  • Sürdürülebilir toprak koruma kavramı, akademinin ve ilgili kamu kurumlarının ilgi/bilgi alanıyla sınırlanmamalıdır. Kırsalda yaşayan topluma entegre edilmelidir ki bu, “toprak etiği” ve “toprak hakları” gibi yeni kavramıların eğitim ve öğretim üzerinden topluma işlenmesiyle mümkün olabilir.


  • Bilim insanları, yeni toprakla ilgili yeni nesil bilimsel araştırma konularını belirlerken toprağı canlı/cansız bileşenlerine, bitkisel üretimde verim ve kaliteyle olan ilişkilerine göre parçalara bölmek yerine ekolojik ve biyosferik bir bütün olarak görmeli, topluma da bu şekilde yansıtmalı. 

 

Özellikle iklim değişikliği, ekolojik kriz, kuraklık, çölleşme, doğal afetler ve kırdan kente göç karşısında sürdürülebilir tarımın ve gıda üretim sistemlerinin kapasitesi nasıl artırılabilir? Dünyadaki uygulamalarla karşılaştırdığınızda Türkiye’deki uygulamalar sizce hangi aşamada?


OĞUZ CAN TURGAY: Son yıllarda tarım ülkelerinin çoğunda kırsal alanlardaki genç nüfusun yoğun bir şekilde kente göç etmesiyle yaşanan “kırsal yaşlanma” sorunu var. Dünya tarım sektörünün genel istihdam oranı içerisindeki payının azalması (Dünya Bankası 2019 verilerine göre, 1991 yılında %43.8’den 2019 yılına gelindiğinde %26.8 oranına gerilemesi) ve çiftçilerin ortalama yaşlarının yükselmesi, bu değişimi ortaya koyan önemli bir gösterge niteliğinde. Aslında bu, sürdürülebilir tarım açısından oldukça endişe verici bir durum. Diğer yandan, iklim değişikliği ve buna bağlı kuraklık, çölleşme, bu yıl ülkemizde ve diğer dünya ülkelerinde yoğun olarak görülen doğal afetler de sürdürülebilir tarımın karşısındaki diğer sorunlar. Küresel çevre sorunlarının azaltılmasına hizmet ederken kırsal yaşlanmayı engelleyebilecek ve tarımsal istihdama sağlayabileceği destekle sürdürülebilir tarımın kapasitesini artırabilecek sihirli çözüm bence “yenilenebilir enerji kaynakları” olabilir. Yüksek düzeyde fosil yakıt tüketimi olan endüstiyel tarım uygulamaları, çevreye ve ekonomiye verdiği zararlar nedeniyle sürdürülebilir tarım modeliyle kesinlikle uyuşmuyor. Bu noktada çoğu ülke, küresel çevre sorunlarıyla mücadele ederken enerji ihtiyacını sağlamak, çevre problemlerini çözmek ve sürdürülebilir kalkınma sağlamak için yenilenebilir enerji kaynaklarına daha fazla rağbet ediyor. Çünkü tarımdaki teknolojik gelişmeler ve artan yenilenebilir enerji kullanımı tarımsal verimi artırırken çevreye duyarlı üretim yöntemlerinin ortaya çıkmasına da vesile oluyor. Türkiye açısından bir değerlendirme yapmak gerekirse, biyokütle, biyoyakıt, biyogaz, jeotermal ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynakları açısından yüksek bir potansiyele sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Yenilenebilir enerji kaynaklarının tarımsal faaliyetlerde değerlendirilmesine yönelik politikalar ve yatırımlar açısından giderek daha fazla yol katediyoruz. Bu mesai, kırsal bölgelerde daha çok harcanmalı. Çünkü kırsal yaşlanmayı önleyecek genç nüfusu yerinde tutmak ve aynı zamanda işsizlik sorununa çözüm üretmek için kurulacak olan yenilenebilir enerji altyapıları sadece istihdam yaratmakla kalmayacak, aynı zamanda sürdürülebilir tarım uygulamalarına da destek olacaktır. Örneğin, rüzgâr enerjisiyle üretilen elektriğin tarım alanlarında kullanılması, jeotermal kaynaklardan sağlanan ısıtmanın seralarda değerlendirilmesi, biyoyakıt ve gübre üretiminde organik atıkların kullanılması gibi örnekler verebiliriz. Bu tür uygulamalara ülkemiz koşullarında da giderek artan bir ilgi var. İlgili bakanlıklar ve üniversiteler bu alanlarda çok sayıda araştırma projesi yürütüyor. Eksik halkanın, üniversite ve kamu kurumlarında ürettiğimiz bilginin ve tecrübenin ihtiyaç sahibine, yani kırsalda yaşayan sürdürülebilir tarımı yapacak kitleye ulaştırılmasında olduğunu düşünüyorum. 


Önerilen Haberler