"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Dr. F. Nazda Güngördü: Etkin Bir Göç Yönetimi İçin Saha Çalışmaları Yapılmalı

  • 6 Aralık 2021

2011 yılında etno-politik çatışmalar ve iç savaş unsurlarıyla beraber patlak veren Suriyeli mülteci hareketliliği, başta Türkiye, Lübnan, Mısır gibi ülkeler olmak üzere Orta Doğu, Balkanlar ve Avrupa siyasetini doğrudan etkileyen gündem maddelerinden biri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük kitlesel göç dalgası olarak karşımıza çıkan bu hareketliliğin farklı coğrafi ve yönetsel ölçeklerde (uluslararası, ulus-devlet, kent, mahalle) tanımlanabilen çeşitli boyutlarından bahsetmek mümkündür. Uluslararası ölçekte yasadışı göçle mücadele, sınır güvenliği ve yerleştirme politikaları ön plana çıkarken, ulus-devlet ölçeğinde, ulusal kimliğin-değerlerin korunması, entegrasyon, sosyal içerme, barınma ve çalışma politikaları gibi başlıklar gündeme gelmektedir. Suriyeli mülteci hareketliliği, ilk etapta uluslararası bir göç hareketi şeklinde ele alınmış olsa da, sürecin onuncu yılında gelinen noktada mülteci hareketliliğinin yerel boyutlarının, refah kaynakları ve kentsel hizmetlerin sunumunda, hatta genel ve yerel seçimler bağlamında önem taşıdığı görülmektedir.


Bu nedenle mülteci hareketliliğinin kent ölçeğinde tanımlanabilen bir sorun/fırsat alanı olduğunu, kentsel politika ve planlama süreçlerini yakından ilgilendirdiğini kabul etmek gerekir. Mülteci hareketliliğinin kentsel boyutları, mültecilerin belirli kentlerde ve mahallelerde yoğunlaşması, etnik mahallelerin oluşması gibi süreçlerden daha fazlasını kapsar. Artan mülteci nüfusuyla birlikte kendini yeniden üreten kent ekonomisi, kentsel yoksulluk, sosyal dışlanma ve mekânsal ayrışma süreçleri, barınma, istihdam, ulaşım, altyapı ve güvenlik, kamusal mekânların kullanımı ve yerel uyum süreçleri gibi birçok konu başlığı da göçün kentsel boyutuna dahildir.


Görüldüğü üzere mülteci hareketliliğinin kentsel boyutu, kentin, ilçenin, mahallenin kendi iç dinamikleriyle ilgili olduğu kadar üst ölçeklerde alınan ya da alınmayan kararların etkilerini de kapsar. Bu hâliyle mülteci hareketliliğinin kentsel sonuçları, çok-ölçekli, çok-aktörlü ve çok-boyutlu bir biçimde ele alınmalıdır. Fakat pratikte ve teoride “metodolojik milliyetçi” yaklaşımların yaygın olduğu görülmektedir. Bu yaklaşımlar, göç/iltica yönetiminde ulusal politikaları ve yukarıdan aşağı karar verme mekanizmalarını önceliklendirmektedir, mültecilerin ve yerel aktörlerin deneyimlerini yeterince dikkate almamaktadır. Ancak bireyleri göç etmeye iten sebepler, gidilen ülkeye/kente tutunma stratejileri, yerel ekonomiye dahil olma gibi hususlar sadece ulus-devlet ölçeğinde tartışılamaz. Ayrıca sınıfsal ve kültürel ayrımlar, derinleşen kentsel yoksulluk ve mülksüzleştirme gibi sebeplerle giderek artan sosyal gerilimler, mekânsal ve sosyal ayrışma süreçleri, yerel dinamikleri ve yerel halkın sosyal, demografik, sınıfsal ve kültürel kodlarını görmezden gelen üst ölçek politikalarla açıklanamaz.


Mülteci hareketliliğinin sonuçlarının, aşağıdan yukarıya doğru aktör-temelli bir bakış açısıyla ortaya konması gerekliliği, doktora tez çalışmamın ana çıkış noktasını oluşturdu. Ocak 2019-Şubat 2020 döneminde İzmir’de (Basmane, Karabağlar ve Buca odağında) gerçekleştirdiğim saha çalışmasının bulgularına dayanarak mülteci akınının kentsel sonuçlarını kapsamlı bir şekilde ortaya koymaya çalıştım. Bu bağlamda Suriyeli mültecilerin kentin nerelerinde yer seçtiklerini ve barınabildiklerini, kentsel ekonomiye nasıl dahil olduklarını, kaynak ve hizmetlere erişebilmek için ne tür sosyal ilişkiler kurduklarını ve bu süreçte hangi aktörlerle karşılaştıklarını bütüncül bir bakış açısıyla tartıştım. 


Tezin ampirik tartışmalarının temel veri kaynağı, başta mültecilerin olmak üzere bu süreçleri doğrudan deneyimleyen ve şekillendiren yerel aktörlerin ve yerel yönetim temsilcilerinin anlatıları oldu. Mültecilerin ve yerel aktörlerin deneyimlerini bu denli ön plana çıkarmamın temel sebebi, göç ve kent çalışmaları literatüründe eksik olan çok-boyutlu, aktör-temelli ve aşağıdan yukarıya doğru bir bakış açısıyla göçün kentsel sonuçlarını ortaya koyabilmekti. İkinci ve en önemli sebep ise, mültecilerin barınma, istihdam edilme, yerleşme ve uyum süreçlerini kapsamlı bir şekilde yöneten göç ve iltica politikalarının eksikliğinde mültecilerin tüm bu süreçleri nasıl deneyimledikleri ve kentsel yaşama uyum sağlayabilmek için hangi stratejileri geliştirdiklerini ortaya koymaktı. Bu analitik çerçeve, devletin ve/veya hükümetin yönetmekte ya da müdahale etmekte yetersiz kaldığı noktalarda hangi devlet-harici aktörlerin devreye girerek, mültecilerin temel kentsel ihtiyaçlarını karşıladıklarını anlamak açısından da önemli bilgiler sağladı. Aşağıda kısaca özetlemeye çalıştığım temel bulguların, yerel yönetimler ve devlet-harici yerel aktörlere göç ve göçün kentsel etkilerinin yönetimi noktasında önemli ipuçları sunacağına inanıyorum.


Kentlerdeki Temel Problem Alanları ve Olası Çözümler


  1. Son on yıllık süreç göstermiştir ki, Suriyeli mülteciler geçici misafirler değildir, tıpkı toplumun diğer kesimleri gibi sermaye birikim süreçlerine, ekonomiye ve sosyal ilişkilere dahil olma mücadelesi veren ve özellikle sömürü, mülksüzleştirme, dışlanma süreçlerine doğrudan maruz kalan kent mültecileridir. Bu nedenle mültecilerin ulusal/kentsel kaynak ve hizmetlerin dağılımını belirleyen politika süreçlerine dahil edilmemesinin gerçekçi bir temeli yoktur. Devlet aktörlerinin mültecileri görmezden gelen ya da dışlayan tutumları, toplum nezdinde “mültecilerin devlet tarafından bile tanınmadığı” algısını pekiştirmekte ve sosyal dışlanma süreçlerini derinleştirmektedir. İzmir saha çalışmasında sıklıkla dile getirilen bu algı, toleransa ve güvene dayalı toplumsal bütünleşmeye ve diyalog süreçlerine doğrudan ket vurmaktadır. Mültecilerin misafir olarak görülerek hizmet kapsamının dışında tutulması, mülteci yoğun yerleşimlere hizmet gitmemesi ve yerel yönetimlerin “insan” seçmesi demektir. Ancak yerel yönetimler, sorumluluk alanlarına giren tüm yerleşimlere ve toplumsal kesimlere ayrım yapmadan hizmet sunmakla yükümlüdür.


Bu durumda, mülteci nüfusunu kapsamayan ve toplumsal eşitlik ilkesinden uzak parçacıl politikalar, fırsat eşitsizliğini artırmaktadır, mültecilerin sorunlarını derinleştirmekte ve toplumsal gerilimi körüklemektedir. Bu bağlamda mülteci nüfusunun kentsel politika ve planlama süreçlerine 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 13. maddesinde yer alan “hemşerilik hukuku” ilkesi temelinde dahil edilmesi ve bu ilke ışığında hizmet ve kaynak sunumunun gerçekleştirilmesi gereklidir. 

 

Ancak mültecilerin kentsel politikalara ve planlama süreçlerine dahil edilmesi demek, mültecilerin taleplerinin ve ihtiyaçlarının toplumun geri kalanından ayrıştırılarak ele alınması değildir. Doğrudan mültecilere yönelik ve iyi niyetli olsa da, “mülteci” ve “vatandaş” ayrımını güçlendiren yaklaşımlar işe yaramadığı gibi, toplumsal gerilimi de artırmaktadır. Burada önemli olan, mülteci akınıyla birlikte daha da derinleşen, çözümü zorlaşan sorun alanlarını toplumun tüm bileşenleriyle tanımlamaktır. Örneğin, sadece mülteci yoksulluğunu ya da kırılganlığını ele alan politika süreçleri, yerel halkın göçle birlikte değişen ekonomik ve sosyal ilişkilere dahil olma biçimlerini ve yaşadıkları sorunları gölgede bırakma tehlikesi yaratmaktadır. Bu sebeple göçle birlikte daha görünür ve hissedilir olan, yoksulluk, konuta ve işe erişim sıkıntısı, temsiliyet ve örgütlenme temelli problemler, ayrımcılık, sosyal dışlanma, sosyo-mekânsal ayrışma, gelir/fırsat eşitsizliği ve mülksüzleştirme süreçlerine yönelik detaylı analizler ve toplumun tümünün yaşadığı sorunları kapsayan politikalar üretmek, toplumsal bütünleşme ve refah süreçleri için önemli adımlar olacaktır.


  1. Mültecilerin ulusal ve kentsel politikalara dahil edilmemesi, uluslararası koruma standartlarıyla bağdaşmayan barınma, istihdam ve uyum süreçlerine maruz bırakılması gibi durumların büyük oranda oy kaybetme veya kınanma gibi kaygılarla şekillendiği bir gerçektir. Devlet aktörlerinin mülteci politikalarındaki çekinceli tavrının en büyük toplumsal bedellerinden biri, devlet aktörlerinin sunması gereken kaynak ve hizmetleri sunan -bir nevi devletin, görmezden geldiği ya da öngöremediği süreçlere müdahil olan, devletin eksik kaldığı noktaları suistimal eden- devlet-dışı aktörlerin spekülatif faaliyetleridir. Başka bir deyişle, devlet aktörlerinin, mültecilerin barınma, istihdam, sosyal yardım, uyum, kamu hizmetlerine erişim süreçlerini açık, tanımlı ve etaplı bir şekilde “yönetemediği” durumlarda bu süreçleri “yöneten” devlet-dışı aktörler ön plana çıkmaktadır. Söz konusu aktörler, mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı oldukları kadar, mültecilerin dezavantajlı konumlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedir. Bu ikircikli durum, göçün kentsel sonuçlarının yönetiminde düzensiz, parçacıl ve spekülatif faaliyetleri artırmaktadır.


Barınma sorununu ele alırsak, Türkiye’nin, geçici barınma merkezleri/kamp uygulaması dışında mültecilerin insanca barınma ihtiyacına yönelik geliştirdiği, uluslararası standartlarda ve insan hakları çerçevesinde kabul gören (sosyal konut, kentsel barınma merkezleri, kira yardımı vs.) bir politikası yoktur. Ancak barınma, en temel ihtiyaçlardan biridir. Devletin görece “eksikliğinde” mülteciler kendi barınma stratejilerini geliştirmektedir ve bu ihtiyaçlarına yönelik kolaylık sağlayan devlet-dışı aktörlerle ilişki kurmaktadır. Suriyeli mültecilerin Basmane’de konuta erişim sürecinde kurduğu ilişkileri deşifre ederek bu durumu daha net anlayabiliriz. 


Basmane’de konuta erişebilmek için Suriyeli mültecilerin ciddi bir mücadele vermesi gereklidir, çünkü alanda Suriyelilerin etnik ve sınıfsal kimliklerine göre farklı konut sunma biçimleri gelişmiştir.  Örneğin, Basmane’de dükkân açarak ticaret yapan ve diğer mülteci kimliklerine göre görece “zengin” olan Arap yatırımcılar, Basmane’de çok sayıda ev kiralayarak, bu evleri uygun fiyatlarla Arap kökenli mültecilere sunmaktadır. Buna karşılık uygun fiyatlı konut bulmakta zorlanan Suriyeli Türkmenlerin yardımına kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlayan, gece eğlence sektöründe faaliyet gösteren aktörler koşmaktadır. Bu aktörler, Basmane’deki eski, yıpranmış ve harap hâldeki yapıları ya da daireleri “yaşanır” duruma getirerek, elektrik ve su gibi ihtiyaçlarını karşılayarak dar gelirli Türkmen ailelere ücretsiz tahsis etmektedir. Söz konusu örnekleri diğer refah bileşenleri özelinde de çoğaltmak, Basmane, Karabağlar ve Buca ekseninde aktör tipolojilerini ve faaliyetlerini karşılaştırmak ve tartışmak mümkündür. Burada önemli olan, her mekânsal odakta (ilçe, mahalle) farklı şekilde işleyen “yerel/mikro refah sistemlerinin” olduğunu görmek ve her sistemin kendi kurallarını koyarak, mültecilerin refaha erişim süreçlerinde belirsiz, kısa-erimli ve spekülatif durumlar yaratmasıdır.


Söz konusu belirsiz, spekülatif, kuralsız, denetimsiz ve ani değişikliklere açık bir konut piyasası, yerel halkın ve özellikle dar gelirli kesimin konuta erişmesini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu sorunun temelinde mülteci nüfusunun kent-içi dağılımının net olarak bilinmemesi, ilgili verilerin devlet kurumları tarafından açıkça paylaşılmaması ve takip edilmemesi yatmaktadır. Çoğu kentte gözlemlendiği gibi İzmir’de de konut piyasası aktörlerinin bir kısmı bu veri eksikliğini avantaja çevirerek, mülteci akınıyla birlikte konut talebinin arttığı algısını yaratmaktadır. Bu durum spekülatif kira artışlarına ve konut satış fiyatlarına neden olabilmektedir. Çıkar temelli bu faaliyetler, yoksul, dar gelirli ve dezavantajlı grupların barınma hakkına engel olmaktadır. Benzer şekilde, “kıt kaynak-artan nüfus” söylemiyle kontrolsüz biçimde artan kira, gıda, kıyafet ve kömür fiyatları, dar gelirli kesimin, ikamet ettiği mahallede/ilçede yaşayabilmesini imkânsız hale getirmektedir, bazı sınıfsal ve kültürel grupları yerinden etmektedir.


Yukarıdaki hikâyenin özeti şudur: Devlet aktörlerinin çeşitli sebeplerle müdahil olmak istemediği ancak mülteci akınıyla birlikte daha da derinleşen toplumsal ve ekonomik sorunları kendi yöntemleriyle “çözen” ya da “suistimal eden” devlet-dışı aktörler, toplumun özellikle dezavantajlı kesimlerinin kentsel refah kaynaklarına ve hizmetlere erişimini kısıtlayabilmektedir. Bu nedenle devlet aktörlerinin, insan haklarıyla ve uluslararası koruma ilkeleriyle uyumlu bir şekilde kural koyma, politika geliştirme, denetleme ve izleme görevlerini yerine getirmesi, rekabet, yoksulluk ve ayrımcılık temelli toplumsal gerilimleri azaltma, kamu kaynaklarını daha etkin ve çözüm odaklı kullanabilme fırsatını yaratacaktır. 


Aynı hikâyeyi daha yapıcı bir taraftan değerlendirmek de mümkündür. Yerel yönetimler, “yerel/mikro refah sistemlerini”, bu süreçlerde yer alan devlet-dışı aktörleri ve faaliyetlerini sahada yapacakları kapsamlı çalışmalarla tanımlayabilir, göçün kentsel sonuçlarının mülteciler ve yerel halk tarafından nasıl deneyimlendiğini ortaya koyabilir. Böylece temel sorun alanlarını günlük hayat pratikleri üzerinden net bir şekilde tespit ederek, en acil ve odaklanılması gereken ihtiyaçlara ve beklentilere yönelik politikalar geliştirilebilir. Basmane, Karabağlar ve Buca’da yaptığım saha çalışması, mültecilerin ve yerel halkın barınma, istihdam ve gelir-getirici aktiviteler, kentsel/kamusal hizmetler (eğitim, sağlık, sosyal yardım gibi), sosyal destek (dayanışma ve yardımlaşma ağları), fiziksel ve kültürel güvenlik temalarını ön plana çıkardığını göstermiştir. Bu noktada kentteki mücadelenin ana odağı, bu beş temel refah kaynağına erişimi kolaylaştıracak mahallelerde ikamet edebilmek ve bu hizmetleri sunan aktörlerle ilişki kurabilmek olmuştur. 


Yerel yönetimlerin, söz konusu problem alanlarına yönelik faaliyet gösteren STK’lar, yerel dayanışma ağları, esnaf ve mahallelerin önde gelen figürlerinin katılımıyla yapacakları istişare toplantıları, bu aktörlerin saha deneyimlerini ve geliştirdikleri çözüm önerilerini hesaba katan katılımcı bir süreç yönetimi tasarlanmasını olanaklı kılar. Çünkü bu aktörler, mültecilerin ve yerel halkın deneyimlediği süreçleri birinci elden gözlemleyen, hatta yönlendiren kişilerdir. Devlet-harici yerel aktörlerin paylaşacağı bilgiler, devlet aktörlerinin eksik kaldığı ya da fark edemediği süreçleri göstermesi açısından büyük önem arz etmektedir. 


3. Göçün kentsel sonuçlarının tespiti, çözümü ve yönetimi sadece kent yöneticilerinin ve yerel yönetimlerin yetkisinde değildir. Çünkü kentlerdeki sorun alanları, sadece kentsel/yerel dinamiklerden kaynaklanmamaktadır. Uluslararası, ulusal ve yerel aktörlerin kararlarının, politikalarının ve faaliyetlerinin sonucu kümülatif olarak kentlerde gözlemlenmektedir. Bu sebeple, her ne kadar görüş farklılıkları olsa da, göç ve iltica yönetimindeki tüm aktörlerin koordineli bir şekilde çalışması, birbirleriyle veri ve görüş paylaşması, bütünleşik, kapsayıcı ve barışçıl kentlerde yaşamak için elzemdir.

 



Önerilen Haberler