"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Engin Özkoç: Ortak Akıl Ve Denetlenebilirlik Devre Dışı Bırakıldı

  • 15 Şubat 2021


CHP’nin üç grup başkan vekilini her gün izliyoruz. Oldukça yoğun olan gündemi takip ediyor, parti ve genel başkan adına açıklamalar yapıyorsunuz. Nöbetleriniz var, o gün daha da yoğun geçiyor. Grup başkan vekili olarak bir gününüz nasıl başlıyor ve bitiyor? Bu yoğun gündemi nasıl yönetiyorsunuz? 


Engin Özkoç: Öncelikle şunu ifade edeyim, grup başkan vekili olmak heyecan verici bir şeydir. Her an karşınıza ne çıkacak ve hangi soruyla karşı karşıya kalacaksınız, bu belli değil. 100 yıllık bir siyasi partinin milletvekillerinin grup başkan vekili olmak çok onur da verici, değerli bir şey. Özgür Özel ve Engin Altay ile çok iyi anlaşıyoruz. Her ikisi de siyasette tecrübesi olan, birlikte mücadele ettiğimiz ve yol yürüdüğümüz arkadaşlarımız. Birbirimizin tecrübelerinden faydalanıyoruz ve birbirimize olabildiğince destek olmaya çalışıyoruz. Telefonumuzda Kemal Kılıçdaroğlu’nun arama kodu çıktığı zaman anlıyoruz ki, şimdi bir şey var. Kemal Kılıçdaroğlu o günle ilgili basın toplantısı yapıp yapmayacağımızı soruyor, hangi konulara değineyeceğimizi anlatıyoruz, kendisi de fikirlerini bizimle paylaşıyor. Gecenin bir vaktinde  bizi arıyorsa, o zaman anlıyoruz ki, ertesi gün için önemli bir şey var. “Yarın gündemde şöyle bir gelişme olabilir. Sizin müdahalelerinizin olmasında fayda var” diyor. Biz gündem konularıyla ilgili grup başkan vekilleri olarak bir araya geliriz. Günü ve haftayı değerlendiririz, konuşuruz. Üçümüzün de güne ve haftaya hazır olması gerekiyor. Bazen sabah erkenden kalkıp günün program dahilinde hazırlanıyoruz. Bazen de TBMM’deki danışmanlarımızla -hem kendi danışmanlarımız hem grup danışmanlarımız- gündemi tartışıyoruz. Tartışırken arkadaşlarımızdan bir veya birkaçı muhalif bir görüşü savunup anlatır. Diğeri ise, tam tersini savunur. Böylece karşıdan gelebilecek sorulara karşı da hazırlıklı oluyoruz. Böyle yaptığımız zaman bir bakıyoruz ki, kendi aklımızda olup da öne çıkmamış düşünceler ortaya çıkıyor. Bu sayede kendimizi güne ve haftaya hazırlıyoruz. Arkadaşlarımız bizimle tartışmaya gelmeden önce kendi içlerinde bir çalışma yapıyor. Bu, dış politikayla, yerel politikayla ya da ulusal politikayla ilgili olabiliyor. 


Bir de grup toplantılarımız var. Grup toplantılarımızda bizimle beraber seçilen “Grup Yönetim Kurulu Ağ”ı var. Arkadaşlarımızla beraber her Salı saat 12:00 de herhangi bir şey olmazsa toplantı yapıyoruz. Onların görüşlerini alıyoruz. Onlar milletvekillerimizin arasında daha çok zaman geçiriyor ve kendi bölgelerinde daha çok siyaset yapıyorlar. O yüzden farklı görüşleri değerlendiriyoruz. 


Ayrıca bir de komisyon çalışmaları var. Burada da tabii bizim arkadaşlarımıza destek olmamız gerekiyor. Komisyon çalışmalarında da muhakkak komisyon başkanlarıyla ve komisyon üyeleriyla konuşuyoruz. Mesela Adalet Komisyonu olabiliyor. Anayasa’yı değiştireceğiz diye ortaya bir şey atılıyor. Adalet Komisyonu üyeleriyle bir araya geliyoruz. Adalet Komisyonu’nun sözcüsüyle gündemi tartışıyoruz. Grup başkan vekilleri olarak aynı zamanda Parti Meclisi’nin ve Merkez Yürütme Kurulu’nun da üyeleriyiz. Oy kullanma hakkımız yok, ama söz alma hakkımız var. Arkadaşlarımızın farklı görüşlerini de dinliyoruz, biz de arkadaşlara meclisle ilgili bilgi veriyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu, Parti Meclisi’nin ve Merkez Yürütme Kurulu’nun bütün üyeleri konuştuktan sonra dönüp “Grup başkanlarını dinleyelim” diyorlar. Bizde o hafta genel kurulda neler olacak, bu konuda biz nasıl bir tutum sergileyeceğiz, görüşlerimizi söylüyoruz. Mekânın görüşünü alıyoruz. Orada bir tutum belirliyoruz ve bu tutumu o hafta boyunca sürdürüyoruz. Bazen ayaküstü MYK’ları oluyor. Mesela aniden bir olay gelişiyor. Cumhurbaşkanı ya da bakanlar tarafından bir konu gündeme getiriliyor ya da olağanüstü bir şey oluyor –deprem, sel felaketi gibi- Türkiye’de acilen bir olay gelişiyor. Böyle zamanlarda “ayak MYK’sı” dediğimiz ayaküstü MYK toplantısı yapıyoruz. Yani genel başkan MYK üyelerini çağırıyor. Hemen bir araya geliyoruz. Durumu o anda değerlendiriyoruz. Ne yapmamız gerekiyor? Bir kriz masası kurulmalı mı? Milletvekili arkadaşlarımızın bölgeye gönderilmesi gerekiyor mu? Parti Meclisi’nden veya MYK’dan katılması gereken arkadaşlar var mı? Belediyelerimizin o bölgeye acilen yardım ulaştırması ya da o bölgeyle ilgili sorunların bir an önce halledilmesi için ne yapabiliriz? Bütün bunları konuşuyoruz. Krizin kendisinden daha çok, çözüm odaklı bir toplantı gerçekleştiriyoruz. 


Herkesin merak ettiği bir konuya da açıklama getireyim buradan. Biliyorsunuz, Genel Kurul’da bağırıyoruz, çağırıyoruz. Aslında her zaman bağırıp çağırmıyoruz. Yani düşünsenize, arada 10 saatlik toplantılara katılıyoruz. 10 saat boyunca insan bağırıp çağırabilir mi, mümkün değil. Ama muhalefet partilerinin kabul edemeyeceği, hakikaten artık kırmızı çizgiye dayandığı bir nokta oluyor. İşte, orada muhalefet partilerini temsil eden grup başkan vekili kalkıp sert bir üslup kullanabiliyor. Bunu kim sever? Haberciler sever tabii ki. Haber olan budur, diye alıyorlar. Onun dışında TBMM’de iktidarın getirdiği, ülkenin faydasına olan, milletimiz için hayırlı konularda destek veriyoruz. Kalkıyoruz, konuşma yapıyoruz, bu konuda destek vereceğimizi söylüyoruz. Nasıl yardımcı olabileceğimizi ifade ediyoruz. Bazen de tartışma üst seviyeye çıkabiliyor. Yani anlaşamadığımız, uyuşamadığımız konularda çok sert tartışmalar olabiliyor. O zaman meclis başkan vekili, oturuma 10-15 dakika ara veriyorum der. Grup başkan vekillerini de arka tarafa davet eder. Bu arka taraf ceza verilen yer gibi algılanıyor, ama öyle değil. Hemen arka odada meclis başkan vekilinin bir odası var. Grup başkan vekilleriyle konuları orada değerlendiriyor, meclisteki gelişmeleri tartışıyor. Grubu olan siyasi partilerin grup başkanvekilleri odaya geçer ve konuyu orada tartışılır. Bir uzlaşma noktası ararız kendi içimizde, herkes düşüncesinde gelebileceği son noktayı ifade eder. Keskin bir tavır içerisinde oluyoruz. Ondan sonra diyoruz ki, peki bunun orta yolu nedir? Siz burada şöyle bir adım atın, biz de burada böyle bir adım atalım. Doğru olanı birlikte yapalım. Böyle diyoruz, arkadaşlarla tartıştıktan sonra ortak bir noktaya varıyoruz. Ortak noktaya varamadığımız zamanlar da elbette oluyor. Ortak noktaya gelip tekrar meclise döndüğümüzde meclis başkan vekili grup başkan vekillerine söz veriyor. Geldiğimiz noktayı genel kurula açıklıyoruz. Diyoruz ki, bu noktaya geldik, bu konuda biz böyle davranacağız. Sonrasında oylamalara geçiliyor. Bunların hepsi çok değerli şeylerdir. Türkiye Cumhuriyeti Kurtuluş Savaşı’nın ardından kurulmuştur ve bizim meclisimiz gazi meclistir. Yani savaş esnasında kurulan ve savaşı yöneten bir meclistir. Meclisimizin büyük bir deneyimi ve birikimi vardır. Ben zaman zaman geçmiş dönemin genel kurul toplantılarını, tutanaklarını okuyorum. Orada neler konuşmuşlar, neler tartışmışlar? Danışmanlarımız da bazen onları getiriyorlar. İnsanlar o konularda nasıl karar almış, zorlukları nasıl aşmışlar? Bunları okuyoruz ve anlıyoruz ki, Türkiye hem siyasal hem coğrafi hem de stratejik açıdan çok önemli bir ülke ve değerli insanlar yetiştirmiş. Bu, 100 yıllık hikâye. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ve onun yol arkadaşlarıyla birlikte bugüne kadar gelen devlet deneyimini ve görev almış tüm insanların hikâyesini dünya da merak ediyor. 


Bazen iktidar partileriyle tartışıyoruz, ama şunu biliyoruz ki, söz konusu Türkiye olduğu olduğu zaman gerisi teferruattır. O zaman biz şunu bekleriz. İktidar partilerinin mensuplarıyla birlikte Türkiye’nin önemli sorunlarını birlikte nasıl aşarız, nasıl çözüm bulabiliriz, buna bakmalıyız. Mühim bir noktayı da izah edeyim. Çok önemli kurul görüşmelerinden önce diğer siyasi partilerin grup başkan vekilleriyle de bir araya geldiğimiz olur. Bazen bakanlardan bilgi isteriz. Bir araya geliriz, otururuz, konuşuruz, tartışırız. Önemli olan, Türkiye’dir. Önemli olan, Türkiye’nin geleceğidir.


Siz Cumhuriyet’in meclisini anlatıyorsunuz.  Cumhurbaşkanlığı sistemiyle meclisin pek çok yetkisi azaltıldı. Mecliste bu duruma ilişkin ne gibi sonuçlar söz konusu? Bu durum sadece muhalefet açısından değil, iktidar partisinin vekilleri açısından da nasıl bir tablo oluşturuyor? 


Engin Özkoç: Bu süreçte en değer verdiğim şey, ortak akıl. Çünkü ortak akıl hepimizin bilgilerinin ortak bileşenini ortaya koyuyor. Hem ülkenin yararına hem bizim yararımıza oluyor. Ama cumhurbaşkanlığı sistemi, ortak akla dayanan bir sistem değil. Tek akla dayanan bir sistem. Tek bir akıl karar alıyor ve eskiden olduğu gibi bunu bakanlarla tartışmıyor. Bakanlar artık bürokrat konumuna dönüşmüş. Bürokratına emir veren tek bir kişinin Türkiye’deki uygulamaları hâline dönüşüyor. TBMM’de de tartışmalar sürmesine rağmen iktidar partisi ve iktidarı destekleyen muhalefet partisi  “nasıl olsa bu tartışmaların sonucunda meclis başkan vekili oya sunacak ve bizim kararımız neyse o çıkacak” gibi bakıyorlar. 


Denetlenebilirlik de çok önemli. Denetlenemeyen her şey aslında çok tehlikelidir. Birincisi, denetlenebilir olması gerekiyor. İkincisi, ortak aklı temsil etmesi gerekiyor. Güçler ayrılığı, bu denetim mekanizmasını kuran bir sistem. Güçler ayrılığı olmadığında, ülke tek bir güç tarafından yönetildiğinde o ülkenin başına büyük felaketler gelebiliyor. 15 Temmuz kalkışması ya da terör örgütlerinin Türkiye’de bugüne kadar sebep olduğu can kayıpları gibi. Dış politikayla ilgili 100 yıllık Cumhuriyet tarihinin diplomasi birikimini hiçe sayan, rafa kaldıran, Cumhuriyet’in birikimine değil, kendi aklına güvenen bir kişinin yaptığı bir girişim Türkiye’ye çok pahalıya mal oluyor. 


Evet, savaşarak bu ülkeyi kurduk. Ama savaştıktan sonra barışın ne kadar değerli olduğunu bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk açıkladı: “Yurtta barış cihanda barış” dedi. Sınırlarımıza ve topraklarımıza değer verdiğimiz kadar başka ülkelerin sınırlarına, topraklarına ve geçmişine değer vermek zorundayız. Kendimize saygı bekliyorsak, başka ülkelere de saygı duymalıyız. Bunun için bu yolda görev alan insanların birikiminin olması gerekiyor. Suriye, Libya ya da diğer ülkelerle olan ilişkilerimiz tek bir akılla hareket kabiliyeti kazanınca ne oluyor? Dünyada dostumuz kalmıyor. Dostluk anlayışı şudur: Her ülke kendi çıkarını gözetir, ama dünyada ortak çıkarlar diye bir kavram da vardır. Ortak çıkarlar dünyada yaşayan tüm insanların çıkarlarıdır. Bunun dışında kalacağım derseniz, devamlı bir savaş yöntemi uygularsanız, konuşmayı değil de tartışmayı tercih ederseniz o zaman yalnızlaşıyorsunuz. Hem kendi ülkenizin hem de dünya ülkelerinin içerisinde yalnızlaşıyorsunuz. O yüzden “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” bu kavrama büyük bir darbe indirmiştir. Milletin seçtiği bir başbakan artık yok. Milletin seçtiği bakanlar artık yok. Güçler dengesi birbirini denetlemiyor. Onların da üstünde bir irade hepsine nasıl yol alacaklarını söylüyor. Bu da HSYK’nın, yani adaletimizin en üst temsili yerinin artık siyasallaştığı anlamına geliyor. Haktan ve hukuktan yana değil, iktidardan yana tavır koyan bir anlayış ortaya çıkıyor. Bunu nereden anlıyoruz? Enis Berberoğlu olayında çok net anlıyoruz. Anayasa Mahkemesi’nden karar çıktıktan sonra bütün herkesin Anayasa Mahkemesi’ne uyması gerekiyor. Bunu çıkartan kim? Anayasayı yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi. Şimdi bir alt mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin kararı olsa da ben buna katılmıyorum diyor. Burada sadece bir kişinin özgürlüğünü kısıtlamıyor, bir ulusun ve ülkenin özgür davranma kabiliyetini daraltıyor. Adalete duyulan güven sarsılıyor. Adalete karşı güven sarsıldığında hiçbir ülke ekonomik açıdan gelişemez, ekonomik bağımsızlığını ilan edemez.  Neden? Çünkü orada bir başka siyasi akıl kendi çıkarları ve yandaşlarının çıkarları doğrultusunda karar almaya uğraşıyor. Ülkenin doğruları karşısında değil. O zaman yurtdışından sizin ülkenize yatırım yapacak yatırımcılar Türkiye’ye girmiyor. Çünkü Türkiye’de her şey adaletin değil, bir kişinin iki dudağı arasına sıkışmış durumda oluyor. O yüzden ülke hızla yoksullaşıyor. Ülkede ekonomik gidişat birden çökmeye başlıyor. Dolar fırlıyor, euro fırlıyor, insanlar ne yapacaklarını bilemiyor. İş insanları dünya pazarında ortak rekabet koşullarından yoksun hâle geliyor. Denetim mekanizması çok önemli. Biz mecliste bakanlara ve başbakanlara gensoru ve soru önergesi verebiliyorduk. Bakan diyordu ki, ben şunu yaptım ama bunun için yaptım. Meclis dinliyordu. Yapılan şeyin doğru olmadığına ülke menfaatlerine yaramadığına kanaat getirirse meclis ret oyu veriyordu. Bakan, başbakan düşebiliyordu. Denetim mekanizması ortadan kalktı. Ortak aklımız ve devletimiz bir kişinin aklına ve denetimine tabi olmaya başladı. Bu bir kişi bazen felaketlere neden olabiliyor. Ülkenin Genelkurmay Başkanı’nı cezaevine atacak bir zihniyetin arkasında durabiliyor. Bir kişinin aklı nedeniyle bir bakıyorsunuz, ülkeye 15 Temmuz darbe kalkışmasını yaşatacak subaylar ve generaller atanabiliyor. Bunlar bizi bir felakete sürükleyebiliyor. Hatta TBMM’nin bombalanmasına kadar bir felakete sürükleyebiliyor. Başbakanın, bakanların meclis tarafından denetlenmesinin ortadan kalkması bir felakete sebep oluyor. Bu da tabii çok korkunç ve ürkütücü bir şeydir.

 

Başka bir şey daha var. Bu ülkenin ekonomik birikimlerini nasıl kullanacağız? Hangi öncelikle kullanacağız? Bu da değerli ve önemlidir. İnsanlar çalışarak alın teriyle kazandıkları paranın bir kısmını al bunu ülkem için kullan diye veriyorlar. Çocuklarımın geleceği için kullan diye veriyorlar. Şimdi bunu denetleyen Sayıştay Mahkemesi var. Sayıştay Mahkemesi, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nde devre dışı bırakılmıştır. Gerçekten ülkenin en önemli birikimlerini denetleyen Sayıştay’ın devre dışı kalması, keyfiyet ortaya koymuştur.  “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nin bir tek adamı bu vergilerin nerede ve nasıl kullanılacağına karar veriyor. Örneğin, ülkede milyonlarca çocuk Covid döneminde internetten, tabletten, televizyondan dolayı eğitim alamazken yeni kurulmuş bir vakfa bakanlık seviyesinde milyonlarca lira para aktarabiliyor. Son aktardığı para aklımda kaldığı kadarıyla 1.6 milyar civarında. Bu parayla yaklaşık 1.650.000 çocuğa tablet, televizyon alınabilirdi. Böylece çocuklar eğitimden geri kalmamış olabilirdi. Onu neden kurdular? Yurtdışındaki okullarla ilgili kurdular. Biz biliyoruz ki, Cumhurbaşkanı’nın, AKP Genel Başkanı’nın yakınlarının, hatta aileden yakınlarının hâkim olduğu bir vakıf. Fethullahçı terör örgütünün yurtdışındaki okullarının nasıl yönetileceğinden daha çok, ülkemizdeki öğrencilerin sağlıklı eğitim alması önceliğini görmesi gerekiyordu. Ama o gidiyor, kendi kurduğu vakfa para aktarıyor. Başka milyarlarca lira, dolarla ihalesi yapılan köprü, yol ve garanti geçişli vb. yerlere gidiyor. Oysa bakın, ortak akıl şöyledir: Aşıyla ilgili bir karar çıkıyor. “Aşı nedir” diye sorduk kendimize ve cevap verdik. Birincisi, aşı hayattır. İkincisi, eğitimdir. Üçüncüsü, turizmdir. Dördüncüsü, esnafın dükkânını açmasıdır. Beşincisi, sosyal hayatın başlamasıdır. Altıncısı, iş dünyasının çalışır hâle gelmesidir. Bir ülkenin bütün kabiliyetlerini kısıtlayan bir felaketin önünü açacak şeyden bahsediyoruz. Ülkenin kaynaklarının öncelikle buraya aktarılması gerekiyor mu, gerekmiyor mu? İşte, ortak akıl buna karar verecek. Biz sağlıklı bir aşıda karar kılıp, bu aşının bir an önce satın alınmasıyla ilgili doğru adımlar atarsak, üretimine uygun olarak aşının bir an önce Türkiye’ye getirilmesini, ülkemiz insanlarının şeffaf bir şekilde -önce sağlıkçılardan ve yaşlılardan başlayarak- tamamının aşılanmasını sağlarsak ülkenin hem ekonomik hem sosyal yaşamının başlamasına yardımcı oluruz, bu yönde bir karar alıyoruz demesi gerekiyor. Peki, pratikte ne oluyor? Cumhurbaşkanı diyor ki, size Çarşamba günü çok önemli bir müjde vereceğim. Ülkede bir heyecan var. İnsanlar, aşıyla ilgili bir bilgi ya da esnaflara yönelik katkı haberi verecek diye bekliyor. Tüm ülke insanları buna ilişkin br beklenti içine giriyorlar.  “Müjde veriyorum, uzaya gidiyoruz” diyor.  Bu gerçekten nasıl bir akıldır? Ortak aklın dışındaki akıl böyle bir akıldır, anlatabiliyor muyum? Yerli otomobil yapacağız, daha otomobil ortada yok. Yerli uçak yapacağız, semalarda yükseleceğiz, uçak yok. Yerli helikopter yapacağız, helikopter yok. Yerli tank yapacağız diye Avrupa’nın en büyük entegre tesisi olan tank fabrikasını başka bir ülkenin ordusuna peşkeş çekeceksin, tank yok. Yani nasıl bir akıl? Televizyona çıkıyorsun ve diyorsun ki, uzaya gidiyoruz. Bu, felakettir. 

Demokrasiyle iktidarı elde eden, hem yerelde hem genelde siyasetçiler olabilir, ama bir denetim mekanizması olmazsa bu siyasetçiler ülkeyi felakete de götürebilir. İlk meclis, bir denetim mekanizması ağı kurmak zorundayız diyerek Sayıştay ve Danıştay Mahkemeleri’ni kurdu. TBMM Genel Kurulu’nda otokontrol, gensoru, soru önergeleri sistemi oturtuldu. Belediye başkanları, valiler tarafından zaman zaman denetlenebilir hâle getirildi. Belediye meclisleri oluşturuldu. Belediye meclislerine yetkiler verildi. Elinin tersiyle bütün bu birikimleri bir tarafa itiyor ve diyor ki, ben karar veriyorum. Hepinizin adına ben karar vereceğim.

 

Sizin vasıtanızla buradan bir kere daha bildiriyorum. Belediye meclislerine seçtiğimiz değerli belediye meclis üyelerimiz bir kentin ve o kentte yaşayan insanların ortak geleceğiyle ilgili kararlar alıyor. Orada diyorlar ki, nasıl bir kentte yaşayacağımıza biz karar veriyoruz. Çocuklarımız nasıl bir kent teneffüs edecek, çevreye duyarlı bir kent mi olacak, ekolojik olarak gerçekten dikkat eden bir kent mi olacak, tarihi/sanatı önemseyen bir kenti mi olacak, bütün işlerin sorunsuz yapıldığı ve denetlendiği bir kent mi olacak, kentte yaşayanların söz hakkı olacak mı, biz karar vereceğiz. Bunlar çok önemli. O yüzden belediye meclis üyelerini ve belediye meclis başkanlarını seçerken insanların dikkat etmesi gerekiyor. Başka bir konu var. TBMM’ye gönderdiğimiz milletvekillerini de seçerken hangi siyasi partiden olursa olsun vicdanıyla, aklıyla hareket eden ve Türkiye’nin geçmiş tarihini önlerine koyarak ilerleyen insanları seçip göndermek gerekiyor. Bir iktidar partisinin mensubu olup da körü körüne el kaldırmamak gerekiyor. Ülkenin çıkarları söz konusu ise, hayır ben buna katılmıyorum diyebilen, dik duran insanlar olması gerekiyor. Bu zaman zaman yapıldı. Bir zamanlar Irak tezkeresi dayatıldığında TBMM’de iktidara mensup milletvekilleri de ellerini kaldırarak hayır, biz çocuklarımızı orada ölüme göndermeyeceğiz dediler. Bakın burası çok önemli, yani sizin çocuklarınızın nerede ölüme gönderilip gönderilmeyeceğine karar veren bir mekanizmadan bahsediyoruz. Meclisten bahsediyoruz. Çocuklarınızın nasıl bir hayat yaşayıp yaşayamayacağına karar veren bir meclisten bahsediyoruz. Şimdi bu meclisin bütün yetkileri alınıp bir tek kişiye teslim edildi.  O kişi de meclise bu kararı alacaksınız diyor ve o emre itaat edenler vicdanıyla, özgür kanaatiyle değil, emirle hareket eden insanlar. El kaldırıyorlar ve ülkenin çıkarına uygun olmayan kararlar alıyorlar. 


Bakın siz bana ve başka milletvekillerine soruyorsunuz, buradan ortak bir akıl çıkartıyorsunuz. İnsanlara, bakın sizin seçtiğiniz kişiler böyle düşünüyor, diye bir bilgi akışı sağlıyorsunuz. Buna değer veren herkesin gerçekten bu sözlerin doğruluğunu araştırmasını önemsiyorum. Size ayrıca çok teşekkür ediyorum.  Hem yerel yönetimlerin birikimlerini, bilgi ve becerilerini ortak bir akla dönüştürdüğünüz için hem de gerçekten bu ülkede gelecekte çocuklarımızın özgür, demokratik ülkede huzur içerisinde yaşamasına katkıda bulunduğunuz için. Umarım bunların hepsinin bir karşılığı olur ve biz de mutlu güzel bir ülkede yaşamaya devam ederiz.


Siz aynı zamanda zorlu bir bölgenin milletvekilisiniz. Bölgenizle ilişkileriniz nasıl? Yoğun gündem arasında oraya nasıl gidiyorsunuz? Bölgede neler yapıyorsunuz? Oradaki yerel yöneticilerle ve teşkilatla ilişkileriniz nasıl?


Engin Özkoç: CHP bildiğiniz gibi bu bölgede 34 yıl sonra bir milletvekili çıkarttı ve milletvekili çıkarttığı andan itibaren de oy oranımızda ciddi artış oldu. 42.000’den başlayan bir oy potansiyeli bugün 100.000’ni geçen bir oya dönüştü. Öncelikle şunu söyleyeyim, ben Sakarya’yı çok seviyorum. Sakarya, ulaşım ağının tam merkezinde, lojistik açıdan önemli bir yerde. Bir kent bu kadar mı güzel olur? Deniz derseniz var. Karasu’nun, Kocaali’nin çok güzel sahilleri var. Göl derseniz var. Poyrazlar Gölü, Sapanca Gölü var. Yaylalarımız var. Kartepe, yarım saatlik yol mesafesinde. Doğa sporlarıyla ilgileneceğiz derseniz hemen yanı başınızda. Burada insanların kültürel birlikteliği çok güzel. 17 farklı dil konuşuluyor. 17 farklı kültüre mensup insanlar birlikte ortak bir yaşam kurmuş. 61 çeşit yemeğimiz var. Farklı folklorik özelliklerimiz var. Bu folklorik özellikler zaman zaman birbiriyle iletişime geçerek ortak bir folklore dönüşebiliyor. 


Sakarya, tarihi özellikleri olan bir kent. Bir ülke kahramanlarından bahsederken “vatan millet Sakarya” diyorsa ve bu üçlemenin içerisinde kendi kentimizin de adı geçiyorsa, o zaman gurur duyuyorsunuz. Biz birbirimizle çatışmıyoruz.  Ticaret ve Sanayi Odası’nda Meclis Başkanlığı yaptım. Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı dahil olmak üzere tüm arkadaşlarımızla iyi bir koordinasyon içerisindeyiz ve Akgün Altun’un başkan olduğu dönemlerde sloganımız ortak akıldı. Hangi siyasi partiden olursa olsun, bu kentin ve ülkenin geleceğiyle ilgili ortak aklı yakalayacağız diyorduk ve başardık. Sanayide, turizmde, tarımda gelişmesi gereken, güçlü yanları olan bir kent.  Ama maalesef bu 19 yıllık süreç içerisinde Pamukova ilçesi büyüklüğünde bir tarım alanı artık ekimden yoksun hâle geldi. Sakarya’da buğdayda birinciydik. Adapazarı patatesi denilen bir patates vardı. Tüm Türkiye’de çok sevilerek yenirdi. Sakarya’nın kabağı çok güzeldir. Siyaset olarak da çeşitlilik söz konusudur. Türk-İş Genel Başkanı Sakaryalı’dır, Fırıncılar Federasyonu Başkanı Sakaryalı’dır, Ziraat Odaları Genel Başkanı Sakaryalı’dır. Yani Sakarya önemli siyaset ve sivil toplum liderleri de çıkartmıştır. O yüzden böyle bir kentte yaşamaktan, bu kentin bilgilerinden ve kucaklayıcılığından faydalanmaktan gurur duyuyorum. Maalesef burada bir belediyemiz yok, ama ben tüm partilerle de iyi ilişkiler kuruyorum. Yoldan geçerken bile kentle ilgili gördüğüm bir şey varsa, belediye başkanını hemen arıyorum. “Başkanım burada böyle bir şey gördüm. Buna bir çare bulabilir miyiz” diye soruyorum. Onlar da memnuniyetle karşılıyorlar. İlk defa belediye meclisine seçildiğim zaman 26 yaşındaydım. 6 ay sonra da belediye başkan yardımcısı oldum. Daha sonra Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığı’na geçtim. Şimdi bu öyle bir süreç ki, yerelle ve yerel akılla iç içe oluyorsunuz. Nöbetçi olmadığım zamanlarda muhakkak kentimi ziyaret ediyorum. Örgütümle iç içeyim. En başta kadınlar ve gençler, il ve ilçe örgütlerimiz milletvekili seçilmemde büyük katkı sağlamıştır. Ortak mücadele anlayışı sergilemişlerdir. Onlara vefa borcum var. O borcumu hizmet ederek, onların emrinde ödemeye çalışıyorum. Geliyorum, geldiğim zaman il başkanımı arıyorum, ilçe başkanlarımı arıyorum, hatta dün akşam bir araya geldik. Beni talep eden yerlerin öncelik listesini çıkarttık. Bugün Karasu’ya geçeceğim ve daha sonra diğer ilçeleri de ziyaret edeceğim, bu hafta içerisinde orada ne yapabiliriz, bakıyoruz. Oradaki sorunları nasıl dile getirebiliriz? Şunu önemsiyorum. Bir kentte bir sorunu tespit ediyoruz. Bu sorunu tespit ettiğimiz zaman hemen şov yapmaya yönelmiyoruz. Hemen basına verelim, yayalım demiyoruz. O kentin valisini arıyoruz, bilgi veriyoruz. Bu konuyu nasıl çözebiliriz diyoruz. O beldenin belediye başkanını arıyoruz. Büyükşehir başkanı ise, büyükşehir belediye başkanını arıyoruz, bilgi veriyoruz. Ancak çözülmemesi konusunda ısrar devam ederse, o zaman kamuoyuna veriyoruz. Örnek vereyim. Sakarya, deprem nedeniyle ağır hasarlı ve bir depremde yıkılabilecek okullara sahipti. Bu konuyu tespit ettiğimizde ilk önce Milli Eğitim Müdürü’ne ilettik. Daha sonra valiye ilettik. Bakana ilettik. Korkunç bir direnişle karşı karşıya kaldık. Hayır, öyle bir şey  yok dediler. Okullarımız sağlamdır, dediler. İnanır mısınız, yıllar süren bir mücadeleden sonra Milli Eğitim Bakanı, Sakarya’da 17 tane okulun hasarlı olduğunu ve ilk depremde yıkılacağını söyleyerek derhal bir onarım ve yıkım çalışması başlattı. Verdiğimiz mücadelenin neticesinde bu noktaya gelinmiş olmasından, çocuklarımızın hayatıyla ilgili bir felaketi bugünden önlemiş olmaktan, böyle bir muhalefet yapmaktan dolayı sevinçliyiz. Bunu bütün Sakarya örgütümüzle birlikte, ortak akılla gerçekleştirdik. O yüzden böyle çalışmalar yapıyoruz. 

Atatürk Stadyumu kaldırılıp çok katlı binalar yapılan bir alana teslim edilmişti. Israrla geldik. Benim de katıldığım imza kampanyaları düzenlendi. Valiyi, belediye başkanlarını, sivil toplum örgütlerini aradık, sonunda yukarısı ikna oldu ve orası yeşil alana dönüştürüldü. İhale iptal edildi. Böyle demokratik mücadelelere değer veriyoruz. Geldiğim zaman ilçeleri dolaşmaktan, onların fikirlerini almaktan, il başkanının, ilçe başkanlarının görüşlerini dinlemekten memnuniyet duyuyorum. Sakarya’da yoldan geçiyorum, bir bakıyorum ki 5-10 kişi oturmuş sohbet ediyor, çay içiyorlar. Aracı hemen durduruyorum, selam veriyorum, aralarına katılıyorum. Bazen beni eleştiriyorlar, bazen de şöyle yapmamız lazım diyorlar. Sokağın ve halkın sesi bizi doğru yöne çekiyor. Biz de hatalar yapabiliyoruz. Sakarya’da yaşayan benim güzel insanım, bunu doğru yapmadınız diyor. Bu konuda şöyle yapsaydınız bence daha iyi olurdu diyor. Bir bakıyoruz ki, onun aklı bizim aklımızın üstünde, doğru bir şeyler söylüyor. Onun aklını kendi aklımızla birleştiriyoruz, iyiyi ve güzeli yapmaya çalışıyoruz. O yüzden ben bu kenti çok seviyorum ve sizin vesilenizle ulaşabildiğimiz insanlarımız varsa, bütün insanlara bu kenti görmelerini, gölünden, denizinden, yaylalarından, yemeklerinden faydalanmalarını, çocuklarına bizim güzel ülkemizde ne güzel bir kent olduğunu göstermelerini tavsiye ederim. Böyle yaparlarsa insanlar arasında güzel bir iletişim sağlanır ve güzel bir Türkiye yaratırız diye düşünüyorum.



Önerilen Haberler