"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Orhan Sarıbal: Denizcilik politikası uzun soluklu ve sürdürülebilir olmalı

  • 22 Şubat 2021


Türkiye, deniz ve göl zenginliğine sahip olmasına rağmen denize hâlâ yüzünü dönmemiş bir ülke görünümünde. Tarım ve Orman Bakanlığı aracılığıyla denizler ve balıkçılık yönetilebilir mi? İki yıl önce güncellenen yasadaki eksikler neler? Hamsi krizi neden yaşandı sizce?


Orhan Sarıbal: Balıkçılığa, balıkçılık ve deniz meselesine birkaç değişik açıdan bakmak lazım. En son söyleyeceğimizi en başta söyleyelim, devletin bir denizcilik politikası olmalı. Bunun hem ülke içine dönük olması hem de uluslararası bağlar biçiminde değerlendirilmesi lazım. Sadece denizcilik ve deniz ilişkileri üzerinden değil, birçok alanda planlama yapılması ve sağlıklı, sürdürülebilir bir yönetim biçimi olması gerekiyor. Türkiye, üç tarafı denizle çevrili, iç bölgelerinde Tuz Gölü ve Van Gölü gibi birçok gölü olan, inanılmaz bir coğrafyaya sahip bir ülke. Geçmişte Denizcilik Bakanlığı vardı. Denizcilik Bakanlığı lağvedildi, işlevsizleştirildi, bitirildi. Şimdi sadece bir bakanlıkla bunu yönetmeye çalışıyoruz. Denizlerin yönetiminin mutlaka bakanlık düzeyinde temsil edilmesi, çok önemli bir bürokratik yapı tarafından yönetilmesi şart ve gerekli. Çünkü deniz, uluslararası ilişkiler ve yerel ilişkiler açısından çok kıymetli. Şöyle düşünün, Akdeniz’den çıktığınızda dünyanın bütün büyük okyanuslarına, Atlas Okyanusu’na ve Hint Okyanusu’na kadar ulaşabiliyorsunuz. Dünyanın her yerine gidebiliyorsunuz. Dünyaya açık bir deniz, kıtalara açık bir deniz. Bu taraftan Ege, Marmara Denizi, Karadeniz’le buluşuyor. Karadeniz’den itibaren baktığımızda Gürcistan, Rusya, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan. Dönüyorsunuz, Yunanistan. Akdeniz üzerinden İtalya. Aşağıda Asya ülkeleri, Afrika ülkeleri, Tunus, Cezayir ve Fas. Yani bütün dünyaya açılan muhteşem bir alan ve zemin. Dolayısıyla denizcilik meselesi ve yönetimi bambaşka bir alan. Hakikaten anlamlı bir alan ve devletin doğru düzgün, sürdürülebilir bir politikasının olması gerekir. Niye özellikle devlet diyorum? Siyasi iktidarlar önemlidir. Siyasi iktidarlar geçici dönemler içerisinde halk tarafından iktidara getirilir, ama onların temel politikalar açısından kamucu ve devletçi düşünmesi gerekir. O yüzden bu tür temel faktörler açısından bir devlet politikasının olması gerektiğini özellikle söylemek isterim. 


Diğer bir alan, balıkçılık. Hem ekonomik boyutu hem de beslenme boyutu var. Deniz ürünleri ve denizde avlanma meselesine gelince, bizim gerçekten bambaşka düşünmemiz gereken bir olay. Neden böyle? Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, insanlığın temel ihtiyaçlarından biri protein. Balık insan sağlığı açısında hayvansal ürünler arasında değerlendirdiğimizde en yararlı ve en zararsız beslenme biçimi. Denizle çevrili bir ülkenin de deniz ürünlerinden az yararlanmasının bir açıklaması mutlaka olmalı. Konunun politik, bilimsel ve ne yazık ki eğitim boyutlarının olduğunu düşünüyorum. Anadolu’da ağzına balık koymamış insanlar var. Böyle garip bir ülkede yaşıyoruz. Burada çok ciddi bir insani mesele olduğunu da görüyoruz. 

Şu anda yaşadığımız temel sorunlar var. 2 yıl önce su ürünleri kanunu çıkardık mecliste. 40-41 maddelik bir kanun tasarısı vardı, daha sonra kanunlaştı. Birkaç madde dışarıda tutuldu. Buradaki temel amaç şuydu. Kültür balıkçılığı ve doğal avcılık dediğimiz misinayla küçük avcılık biçiminde balıkçılık yapanlar var. Kayıklar büyüklüğüne göre planlanmış, 12-17 metre gibi. Trol ve gırgır avcılığıyla, aydınlatmayla ilgili şikâyetler vardı. Bunları da göz önüne alarak bir kanun oluşturulmaya çalışıldı. Bu kanunun içerisinde bizim itiraz ettiğimiz, çıkmasını doğru bulmadığımız maddeler vardı, ama doğru olan ve uygulanması gereken maddeler de vardı. Günün sonunda bu kanun çıktı. Şu anda da yürürlükte. O kanuna göre bugün kültür balıkçılığı yapılıyor. 


Yakın tarihte yaşadığımız bir olay da bu kanunla ilgili sıkıntılara açıklık getirecektir. Örneğin, Ocak ayında Karadeniz’de hamsi avcılığı durduruldu. Bu yasağa İğneada ve Sarıyer de eklendi.  Sonra İğneada ve Sarıyer bölgesinde hamsi avcılığı erken yasağı kaldırıldı. Akabinde Karadeniz Bölgesi’nde kaldırıldı. Yasak neden konmuştu?  Yasak, 9 santimden küçük ve verimli et oranına ulaşamamış olan balıkların yakalanmasından dolayı getirildi. Bu yasanın amacı, küçük hamsinin avlanmasının önüne geçilmesi ve hamsinin total olarak potansiyelinin azalmamasına dönük bir tutumdur. Çünkü hamsi sadece yemek için kullanılmıyor, balık unu ve balık yağı olarak da kullanılıyor. Hem tıp alanında hem hayvan yemi anlamında hem diğer insan ihtiyaçları açısından önemli bir balık cinsi. O kanunda çok net ortaya koyduğumuz şey şuydu: Avlanmaların denetlenmesi, uygun olmayanlara engel olunması. Bununla ilgili cezai müeyyidelerin uygulanması.  Hamsiyi yakaladık ya da yasakladık diyelim. Hamsi dediğiniz balık bütün Karadeniz’in balığı, bütün Karadeniz’de geziyor. Karadeniz kıyılarında bunu yasakladığınızda Gürcistan’da, Ukrayna’da, Abhazya’da, Romanya sınırında ve Bulgaristan’da yasaklamıyorsanız, bir yasaklama sistemi hayata geçmemiş oluyor. Sadece Karadeniz’in balıkçılarını cezalandırmış oluyorsunuz. Hamsi, ülkede en ucuz sayılabilecek balık. Hamsi 10-15 TL civarında satılıyordu, yasak başladıktan birkaç gün sonra 35-40 TL’ye çıktı. Diğer balıklar da hemen arkasından %50-%60-%70  oranında zamlandı. Bu, işin ekonomik tarafı. Balıkçıların uygun olmayan balığı yakaladığını biliyorsanız ve düşünüyorsanız, hamsi yakalama sırasında elek sistemi denilen vahşi bir eleme sistemini görüyor ve müdahale etmiyorsanız nihai olarak sadece küçük balıklar yakalanıyor diye hamsiyi yasakladığınızda bir şey başarmış olmuyorsunuz. Çünkü 11-12 ayda denizde dolaşarak büyüyen balığı siz bir ayda büyütemezsiniz. Böyle bir sistem yok. Yani flashing yöntemi uygulamanız lazım onlara, özel bakmanız lazım, böyle bir şey yok. Ortam, çevre, su, iklim aynı ama 12-13 ayda 9-10 santim  büyüklüğe ve et verimine ulaşacak olan balığı siz bir ayda oraya ulaştırmaya çalışıyorsunuz. Bu mümkün değil. Bunu niye söylüyorum? Yasanın uygulanmaması ve işlevini yitirmesinden dolayı söylüyorum. Yasa uygulanabilir biçimde olsaydı veya yasak uygulansaydı kimse 9 santimden daha küçük balığı yakalayamazdı.       Balıkçıyı balığı karaya çıkarırken, ağlardan toplanırken, balıkçı barınaklarında denetleseydiniz, orada müdahale eder, bu duruma gelmezdiniz. Ne işe yaradı? Tabii bu arada bir şey oldu.  5-10 stokçu balıkçı -balıkçıların söylediğini söylüyorum- 40-45 TL’ye satılan 15 kilogramlık hamsi kasalarını yasak gelince 200-250 TL’ye sattıl. Yani 4-5 kat hem de çok kısa bir sürede para kazanmış oldular. Öyledir ya da değildir, biz sonuca bakarız. Sonuçta hamsi balıkçı tezgâhında 15 TL’den 40 TL’ye çıktı mı? Çıktı. Günlük yakalanan hamsi yerine şoktan gelen hamsi pazara çıktı mı? Çıktı. Sonuçta bu işin kazananı oldu. Kazananı, stokçular ve şokçular oldu. Bunları balıkçıların kendisi anlatıyor, gittik, konuştuk. Büyük tekneler, İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e, oradan Gürcistan sularına geçiyor. Gürcistan sularında yakalamak serbest.  Teknelerin kota sınırı da yok. Oysa her balıkçı teknesine kilogram kotası koyacaksınız. Kilogram kotası koyduğunuzda bir sezonda en fazla kaç ton satacağını bilirse,  küçük balığı yakalayıp  ucuza yağa vereceğine, büyük balık yakalayıp büyük balıktan para kazanmayı tercih ederler. 


Bir başka handikap daha var. Kültür balıkçılığı. Karadeniz’de kültür balıkçılığı yapılan yerlere 300 metreden daha fazla yaklaşamıyorsunuz. Yan yana dizili hâldeler. Her 300 metre uzaklıkta bir tane koymuş. Dolayısıyla birbirine bağladığınız zaman birkaç kilometrelik bir alanı kapatmış, sarmış, bağlamış oluyor. Kültür balıkçılığı sahaları avlanma önünde bir engel oluşturdukları gibi, o bölgelerin çevresini de kendi sahalarına aldıklarından balıkçılar avlanma için giremiyor. Geçen İzmir halini ziyaret etmiştim. İzmir Su Ürünleri Hali gerçekten Türkiye’nin önemli su ürünü hallerinden biri. Çeşitliliği görünce gerçekten hayran olmuştum. Dikkat çekici bir durumu paylaşmak isterim. Ege Bölgesi’nde kültür balıkçılığının yaygınlaştığını, bu nedenle pazarlarımızda daha çok kültür balığına doğru bir eğilim olduğunu görüyorsunuz.  Kültür balığının da bir maliyeti var. Sonuçta bu da bir proje, bir üretim biçimi. Yatırım maliyeti, harcanan yem, ekipman, bakım gibi masrafları göz önüne aldığımızda pahalı bir balıkçılık. Bunu çok yaparak kârlılığı artırmak hedefleniyor. O zaman da ciddi bir çevre problemiyle karşı karşıya kalınıyor. Balık üretimi yapılan yerlerde altta biriken yem ve balık pislikleri dibe çöküyor ve kirlenmeye yol açıyor. Burada da bir devlet ve hükümet politikasına ihtiyaç var. Elbette kültür balıkçılığına karşı değiliz, bir yanlış anlama olmasın, ama kültür balıkçılığı yapılacak yerde o bölgenin deniz balıkçılığına, deniz ürünleri çiftliğine zararı ve deniz florasına bir zararı olmaması lazım. Oradaki balıkçıları, yani ekmeğini denizden kazanan ve kendi geçimlerini sağlayan insanları da dikkate alan bir planlama olması gerekiyor.  


Rahatsız olduğumuz bir başka konuyu da paylaşmak isterim. Bu, yasada itiraz ettiğimiz birkaç konudan biriydi. Balık kooperatiflerinin, su ürünleri kooperatiflerinin kullandığı yerler 9-10 yıllık kiralamalarla gidiyor. Yasaya şöyle bir madde getirdiler. Sözleşmesi biten kooperatiflere yeniden bir teklif sunuyorlar, ama teklif o kadar pahalı ki. Öncelikle balıkçı kooperatifleriyle ya da su ürünleri kooperatifleriyle görüşülür, uzlaşılamazsa dışarıdan kişilere kiraya verilir. Bu, kanunda var. Rize’de bunu gördüm. Bir balıkçı barınağıyla bu konuyu konuştuk, sanıyorum Pazar ilçesine bağlı bir yerdi. Orada balıkçılar açıkça “bize gösterilen fiyatla bizim bunu alabilme olanağımız yok” dedi. O yasayı konuşurken de bunu söyledik. Buraları da zenginlere ve tüccarlara peşkeş çektireceksiniz, özelleştireceksiniz. “Ya olur mu öyle şey, biz öncelikle balıkçı kooperatiflerine, balıkçı barınaklarına bunları vereceğiz, su ürünleri kooperatiflerine vereceğiz” dediler. Çarşamba’nın gelişi Salı’dan belliydi. Bugün o gerçeği yaşıyoruz. Aradan bir buçuk, iki yıl bile geçmedi. Şu anda bu vahim durumla karşı karşıyayız.

 

Türkiye’de kişi başına düşen balık tüketimi 7 kilogram civarında. Dünyada ve yakın komşularımızda 25-26 kilogram. Yine bir gerçek var, bizim balık stokumuz tükeniyor. Onlarda balık bol.  Trol ve gırgır avcılarının açık denizlerde avlanması gerekirken kıyı balıkçılığı yaparak buradaki stoku tükettikleri görülüyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir?


Orhan Sarıbal: Kanun çıktığında bunu biraz araştırdık. Dünyada trol ve gırgır avlanmaları için gereken derinlik, 40-50 metre. Bunun üzerinde avlanmaları yasak.  Bizdeyse, 25 metre getirdiler, sonra 27 metrede kaldı. Dolayısıyla söylediğiniz gibi, trol ve gırgır avcılığı ne yazık ki bir vahşete dönmüş durumda. Dolayısıyla yasal bir düzenlemeye ihtiyacı var. Trol ve gırgır avcılığı 40 metreden sonra yaptırılmalı. Ayrıca bunlara da bir sınır ve kota getirilmeli. Elek sisteminin de mutlaka gözden geçirilmesi gerekiyor. Bu konuda bir öngörüde bulunmak istemem, ama trol ve gırgır avcılığının amacının dışında yapıldığı, ülke denizlerini, kıyı balıkçılığını tehdit eden ve zarar veren en büyük avlama biçimi olduğu bir gerçek. Söylenecek temel şey, bu yasa sürecinde de uzmanlardan, akademisyenlerden, bilim dünyasından bilgi alınması ve sürecin bu şekilde tamamlanması gerekiyordu. Biz özellikle bu konuyu gündemde tuttuk. Kooperatiflerin sıkıntılarını, trol meselesini, deniz derinliğiyle ilgili açık ve net şekilde itirazlarımızı ortaya koyduk. Bu, kişiden kişiye ve partiden partiye değişmemeli. Çünkü iktidarlar değişebilir, ama denizcilik politikası uzun soluklu ve sürdürülebilir olmalı, böyle bakmak gerekiyor. 

 

Denizlerin doldurulması da balık stokunu etkileyen önemli faktörlerden. Kooperatif başkanlarından öğrendiğime göre, deniz dolduruldukça ve doğal devinimi azaldıkça hem kirlilik yaratıyor hem de balıkların yumurtalarını bırakacakları yer kalmıyor.  Konu Tarım Bakanlığı’nın ve İl Müdürlükleri’nin sorumluluğunda. Yerel yönetimlerin  yapabileceği neler var? 


Orhan Sarıbal: Belediyelerin yapacağı iş, denizlerin kirlenmesinin önüne geçmek. Organize sanayi alanlarını belediyeler kontrol edemiyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı, ama kendi yaşam alanları içerisinde konutlarda, ticarethanelerde, atölyelerde denizi kirletmemek için ellerinden gelen her şeyi yapmak zorundalar. Bu bir keyfi bir şey değil, bunu yapmak zorundalar. Yani evsel atıklardan tutun da kanalizasyon atıklarına kadar hiçbir atığı arıtmadan denize göndermemeleri lazım. Birinci ve en temel konu bu. Karadeniz’de ve Marmara’da bu konuda ciddi problemler var. Dolayısıyla belediyelerin en önemli görevi, gelecekte ihtiyaç duyacakları sularını kirletmemek.  Bu, temel bir felsefe. Bunun için doğal arıtma tesisleri, biyolojik arıtma, organize sanayi bölgelerinde kimyasal arıtma çok önemli. Türkiye’nin en büyük açığıdır bu. Türkiye’de en büyük problem, sanayi atıklarında ve diğer atıklarda kimyasal arıtmanın yapılamaması. Kimyasal arıtma ne yazık ki pahalı olduğu için çok az yerde yapılıyor.  Bu atıklar denizlere, derelere, yaşam alanlarımıza gidiyor ve bize sağlık sorunu olarak geri dönüyor. Pazarlarda gıda denetimi yapabiliyorlar bu önemli, ama deniz denetimi yapamıyorlar. Deniz denetimi sahil güvenliğe ve Tarım Bakanlığı’na verilmiş durumda. Biz yasa hazırlık sürecinde belediyeler de işin içinde olsun dedik. Belediyelerden de yardım alınsın. Belediyelerin su ürünleri personeli var. Su ürünleri halleri var. Özellikle denizde, av aşamasında, karaya getirilen aşamada belediyelere de yetki verilsin, sorumluluk verilsin. Ama ne yazık yasadaki yetki Tarım Bakanlığı’nda. Büyük oranda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda. Deniz yönetimi açısından da Tarım İl Müdürlüğü’ne yetki verildi. Yine de belediyelerin denizleri kirletmemek için bulundukları belde, ilçe, şehir, büyükşehir, tam şehir alanlarında bütün olanaklarını son noktasına kadar kullanmaları gerekir diye düşünüyorum.


Marinalar da önemli bir sorun olmaya doğru gidiyor. İktidarla bağları iyi olanların denizlerimizde yarattıkları yeni bir model. Bu model bazı yerel yönetimler tarafından da kabul görüyor. Oysa kirlilik yaratıyor, sosyal hayata müdahale ediyor. En bakir bölgelerde, doğanın ve deniz florasının en iyi olduğu yerlerde doğal çevre zarar görüyor. Bunun sınırı olmalı. 


Sonuç olarak şunu tekrar belirterek bitirmek isterim. Üç tarafı denizle çevrili olan bir ülkenin mutlaka deniz, denizcilik ve su ürünleri kanunu olması lazım. Bu da sadece iktidar olan ve çoğunluğu elinde bulunduran bir grubun, mecliste birkaç kişinin çalışıp getirdiği bir kanun tasarısı olmamalı. Bütün paydaşlar içinde yer almalı, geniş katılımla hazırlanmalı. Bunun içinde avcısı, tüketicisi, çevre ve ekoloji tarafı, sivil toplumu, yerel yönetimleri var. 83 milyonu ilgilendiren bir durum. Denizlerimiz, kıyılarımız, iç denizlerimiz artık kâr ve para uğruna talan ediliyor ve bu da bizim canımızı acıtıyor. O yüzden halkçı, denizden, ülkeden, toplumdan, deniz çeşitliliğimizden yana, denizlerimizi koruyan, deniz biyoçeşitliliğini, verimliliğini artıracak yeni politikaların mutlaka hayata geçmesi gerekiyor. 



Önerilen Haberler