"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Asu Aksoy: Mekânla olan bağımızı tamamen kopartmış durumdayız

  • 15 Mart 2021



Kent kültürü ve aidiyetinde kamusal alanların planlanmasındaki kritik konular sizce nedir? Pandemi süreci bu bir aradalığı ve karşılaşmayı nasıl etkiledi?


Asu Aksoy: Covid-19 salgını nedeniyle aslında kentleri, kent planlamasını ve kentlerin nasıl olacağını yeniden düşünmek gerekiyor. Bunu dünya kentleri ve devletleri de ele alıyor. İnsanlar kendilerini risk altında hissettiği için kentleri kullanamıyorlar. Kentin ana özelliği olan kamusal alanları, müzeleri, kültür merkezlerini, tiyatroları vb. deneyim mekânlarını ve imkânlarını kullanamıyorlar.

 

Salgınla beraber kentler çok riskli alanlar hâline geldi. Neden riskli hâle geldi? Kentlerde yoğun bir yaşam alanından bahsediyoruz. İstanbul bugün 17 milyon kişi. Kilometre başına düşen kişi sayısı olarak bakarsanız, bazı mahallelerimiz Avrupa’da ve dünya ölçeğinde bir yoğunluğa sahip. Şu ortaya çıktı:  İnsanlar pandemi nedeniyle evlere kapanınca yaşadıkları mahallenin özellikleri, önemi, mahalleyle kurdukları ilişki hakkında düşünmeye başladı. İlginç bir şey. Çünkü daha öncesinde bir koşuşturma söz konusuydu. Evler sanki akşamdan akşama gidilen yerlerdi. Pandemiyle birlikte bütün koşuşturma arasındaki gündelik hareketlerin önemi ve bizi nasıl beslediğini anlaşıldı. Kentli olmanın aslında en önemli özelliklerinden birisinin de sokağa çıkabilmek, insanlara karışabilmek, tanımadığımız insanlarla ortak deneyimler paylaşmak, bilmediğimiz kimliklerle karşılaşmak olduğunu hatırlattı.  Kent, böyle bir şey. Kent dediğimiz biraz da sokakta köşeyi döndüğümüzde sürprizlerle karşılaşmak, farklı insan profillerini ve yaşam tarzlarını görmek vb. süreçleri barındırır. Bildiklerimizi sorgulamaya yönelten, bizi geliştiren, zenginleştiren ve bazen kendi kimliğimizle ilgili de soru sorduran bir karşılaşma yeridir. 


Kent hayatını karakterize eden önemli özellik, yaygın bir işbölümü ağı üzerine yaşantıların kurulmuş olmasıdır. Her işi yapan ayrı bir uzman var: Lokantacılar, bakkallar, sucular, ayakkabı tamircisi, çiçekçi, dişçi, kitapçı, gazete bayisi, fırın vs. Saymakla bitmez, herkes ekonomik sürece kendi iş uzmanlığıyla katılıyor. Yani herkesin kentin hayatına katabileceği farklı bilgiler ve beceriler var. Bu ince ayarlanmış işbölümü nedeniyle kentlerin birbirine bağımlılığı söz konusu. Kent, karşılıklı bağımlılıklar, tolerans ve anlayış demek. Bu kadar çeşitliliğin bir arada yaşayabilmesi için ortak faydayı kollamak ve hayata geçirmek çok önemli. Başka hiçbir yaşam biçiminde göremediğimiz türden bir kamusal davranış, duyuş ve sorumluluk gerekiyor. Başkasını ve ortak şeyleri düşünebilmek, ortak çıkarları ve hedefleri gözetebilmek, ortak davranabilmek. 


Fakat hiper modernleşme ve neoliberalleşme yabancılaşmayı getirdi. Küçük işletmeler yerlerini AVM’lere bıraktı. Sokaklardaki araba hâkimiyeti arttı. Motorlu araçların hâkimiyetiyle birlikte şehrin yaşam alanları gelir durumlarına göre birbirinden ayrışmaya, kopmaya başladı. Kapalı siteler, gelir uçurumuna dayanan ayrışmalar, mahallelerin birbirinden kopması, bazı mahallelerde çok üst kalite kültür yaşanırken bazı mahallelerde bunlara erişmemek gibi eşitsizliklerin ortaya çıkması, özelleştirmeler kentleri ele geçirdi.  Kamusal karakteri koruyacak, besleyecek mekanizmaların ve yerel yönetim politikalarının zayıflamasına, özelleştirmeler sonucu kentsel alanların tamamen pazar işleyişine endekslenmesine neden oldu. 


Yerel yönetimlerin rolü, kentlileri bir arada tutacak kamusal mekânları ve fırsatları desteklemek olmalı. “Belediyeler kendilerini hep kaldırım işi yapmakla sorumlu görmüşlerdir, ama aslında kaldırım çok önemli bir şey” deriz ya, işte pandemide bunu gördük. Kaldırım ne kadar önemliymiş. Bugün arabaların ele geçirdiği bütün mekânlarımızda yaya ve insan olarak nefes alacağımız yer, kaldırımlar. Oralarda yürüyoruz, oralarda konuşuyoruz. Kendimizi dışarı attığımızda nereye gideceğiz? Dükkânlar ve lokantalar kapanmış. Aslında bütün ruhu çekilmiş boş mekânlarla karşılaştık. Şunu anladık: Aslında bir kente can veren, ona ruh kazandıran, kentin karakteristiğini ve atmosferini belirleyen, bizi o kente bağlayan ve hayatı besleyen mekânlar, küçük işletmeler. “Küçük” kelimesinin altını çiziyorum. Büyük AVM’lerden bahsetmiyorum. Çünkü AVM’ler de kapalı ortamlar ve tabii ki oralara girmek istemiyoruz. Açık havada olmak istiyoruz. AVM’ler tamamen ticari mekânlar. Dolayısıyla kamusal buluşma mekânları dediğim yerler arasında AVM’lerin oynadığı rol daha çok ticari. Benim kastettiğim sokak, kendinizi özgür hissettiğiniz, alışveriş yapmak zorunda olmadığınız, diğer insanlarla sohbet edip hal hatır sorduğunuz yer. Dolayısıyla yerelin kimliğini ve hayatını beslemesi açısından küçük işletmeler oldukça önemli. Bunlar olmayınca kendimizi birdenbire boşluk içinde hissettik, değil mi? Sokak hayatı birdenbire elimizden alınmış oldu. Bu, bir. İkincisi, kendimizi parklara ve yeşil alanlara atmak istiyoruz. Türkiye’deki kentlere bakın. Kişi başına düşen yeşil alan metrekaresi oldukça düşük. Yeşil alanları nasıl artıracağız? Bütün kentlilerin yeşil alanlara erişimini nasıl sağlayacağız? Pandemi tüm bunları herkes için gündelik sorun hâline getirdi. Yeşil alana ulaşmanın, yeşil alanda rahat etmenin, sosyal/fiziksel mesafeyi koruyabilmenin, birbirimizle karşılaşırken, sosyalleşirken oradaki doğal özelliklerin farkına varmanın önemini daha çok anladık. Sadece bizdeki büyük kentlerde değil,  dünyanın birçok yerinde insanlar için durum benzer, insanlar bahçeli evde, şehir dışında evde yaşamak, köye/kıra gitmek, şehir dışına çıkmak gibi arayışlara girmiş durumda. Bunu düşünmemiz lazım, bu mümkün mü? 


On yedi milyonluk mega bir kentten bahsediyoruz: İstanbul. Türkiye nüfusunun dörtte biri İstanbul’da yaşıyor. Ankara, İstanbul diye topladığınızda, Marmara diye baktığınızda zaten ciddi bir yoğunluk görüyorsunuz. Bir kısım insanın üretken ekonomiye, kırsal yaşama dönüşünü düşünmemiz gerekiyor, bu olacak. Ama bu, kentler bitecek anlamına gelmiyor. Kentler bitmeyecek. Ama kentlerimizi, kentliliği ve kent aidiyetini yeniden nasıl düşüneceğiz? Karşımızda iki dinamik var bence. Birinci dinamik pandemiyle birlikte gelen risk meselesi. Demek ki, kentteki yaşantımızı hem doğallaştırmak hem kaybettiğimiz doğayı kentin içine çekebilmek gerekiyor. Diğer taraftan, kente yaşam ruhunu veren küçük işletmeleri besleyecek bir ekonomi yaratmak önemli. Tabii ki en büyük sorunumuz, iklim krizi. Pandemi bağlamında kentleri nasıl düşüneceğiz derken, iklim krizinin nedenleriyle ve sonuçlarıyla sürdürülebilir bir kentleşme nasıl olacak bunu düşünmemiz gerekiyor. Ekolojik kent, ekolojisiyle ve doğasıyla barışık bir kent olmak ne demek? Bunu düşünmemiz gerekiyor. İnsanlar evlerine çekilince mahallenin önemini keşfetti. Yaşadıkları yerin değerini, özelliklerini yakından hissetmeye başladılar. Daha yerel davranmaya başladılar, beklentilerini yerelde karşılayabilmek önemli hâle geldi. 


Bu nokta, kent kültürü ve aidiyetiyle ilgili sanırım. Bir yerde yaşamakla kendini oraya ait hissetmek arasındaki fark. Bu aidiyet nasıl olacak?


Asu Aksoy: Az önce söylediğim gibi, insanlar niye kaçıyorlar? Çünkü yeşil alan, deniz kıyısı, rahat bir şekilde yürüyeceği yerler arıyorlar. Başkalarıyla karşılaşmak, farklı ortamlar ve tarzlarla tanışmak, hayatlarına renk katmak, dinlenmek ve farklı deneyimler edinmek için insanlar kentten kaçıyor. Bu durum pandemi süreciyle daha da arttı. Yerel yönetimlerin konu hakkında düşünmesi gerekiyor. Mesela Paris Belediyesi,  “Ben artık kesinlikle Covid öncesi trafik sıkışıklığına dönmeyeceğim” diyor. Çünkü mesele sadece covid değil, iklim krizi bağlamında da düşünmememiz gerekiyor. 


Her yerin kendi özelliği var. Aidiyet sağlamak için o özelliklerin kamu yönetimleri tarafından da iyi kullanılması lazım. İstanbul’un denizi var. Sürdürülebilir taşımacılar, kamu taşımacılığı politikacıları denizi daha iyi kullanmalıyız, yürümeyi ve bisikleti teşvik etmeliyiz diyorlar. Aynı zamanda tepeler var İstanbul’da. O zaman ona yönelik ara çözümler bulmalıyız. Yerel aidiyet hissinin gelişebilmesi için yerelin bütün özelliklerinin –coğrafi/fiziki özellikler, iklim, rüzgâr, ekoloji, deniz, kıyılar, dereler vs.- ortaya çıkarılması gerekir. Bahsettiğim özelliklerin görünür kılınması ve bunlarla bağlantımızın yeniden kurulması gerekiyor. Siz ağacınızı sevdiğiniz zaman yürüyüşünüzü ve yaşantınızı ona göre kurguluyorsunuz. Gidip yandaki bakkaldan alışveriş yapmayı tercih ediyorsunuz. Hemen onun yanındaki kahvaltıcıda oturmayı tercih ediyorsunuz. Kentin kılcal damarlarını, özelliklerini, coğrafyasını, ekolojisini açığa çıkartabilirseniz, insanlar da mekânlarına sahip çıkar. Çünkü bilmeye başlarlar. Bizdeki sorun, hızlı modernleşme, hızlı kentleşme, hızlı göç, bir gecede göç, bir gecede ev kurmak, hayata çok hızlı bir şekilde tutunmaya çalışmak ve çok yıkıcı darbelerle, mekanizasyonla her şeyin halledilebileceğini düşünmek. Bunun sonucunda mekânla olan bağımızı tamamen kopartmış durumdayız. 


Hiçbir şeyimiz yok bizim. Nerede oturuyoruz, yerin özellikleri ne, eskiden burada ne vardı, kim yaşamış? Buralar çilek tarlasıymış, buralar bostanmış, niye bostanmış, bu kadar değerli bostanların üzerine nasıl bu apartmanları dikmişiz, buradan hangi sular çıkarmış, neler yetişirmiş? Bir kente karakteristiğini özelliğini veren ve kimlik kazandıran nitelikler, tarih boyunca insanların oradaki doğayla ve coğrafyayla kurguladıkları dokudur. 


Modern dönemle birlikte çok sert bir greyder operasyonu geliyor: Her şeyi temizler, dümdüz eder, her şeyi kontrol ederim. Her büyüklükteki mekânı buraya dikerim, milyonlarca kişiyi buraya yığabilirim gibi. İstanbul’un şu andaki büyüklüğü olmaması gereken bir büyüklük. Şimdi bu büyüklüğe ulaştık, ne olacak bilmiyoruz, ama bunu daha da büyütmeye çalışmak, mesela Kanal İstanbul’un etrafına bir buçuk milyonluk yaşam alanları kurmayı düşünmek, gerçekten yapılmaması gereken hareketler. Tam tersine, kenti yavaşlatmak, doğayı kentin içine sokmak, yeri tekrar keşfetmek olmalı gündemimiz. Yeri keşfetmek ne demek? Yerin miras değerlerini keşfetmek. Ne demek miras değerleri? Oradaki ayazmayı, çeşmeyi, onun etrafında şekillenmiş olan bitki dokusunu, yaşam tarzını öğrenmek demek. Bunları bilmek demek. Bunları bildiğiniz zaman tabii ki orasıyla kurduğunuz ilişki değişmeye başlıyor. Bunları nasıl başaracağız? Yerle bağımızı yeniden kurmaya çalışmak nasıl olacak?  İstanbul’u ya da büyük kentleri düşünün, mahalleler birbirleriyle de konuşacak. Bunun için yine yerel yönetimlerin ulaşım politikaları ve atacakları adımlar çok önemli. Kaldırıma dönmek istiyorum. Bir sürü belediye bugün Covid nedeniyle kaldırımları genişletiyor. Park etmiş arabaları kaldırıyorlar. Yollara yayalar için yürüme alanları kuruyorlar. Bisiklet hatları açıyorlar. Kent, böyle bir şey. Bir mobilite söz konusu, bağlanmak, akmak, karşılaşmak ve bu karşılaşma mekânlarını yaratmak. Bir de yeri bütün çeşitliliğiyle, dokusuyla, doğal ve kültürel mirasıyla korumak ve açığa çıkartmak. 


Bu farkındalığın tabana yayılması önemli. Yerelden ve yerinden yönetimle vatandaşların karar alma süreçlerine katılımının sağlanması kritik. Yani şimdiye kadar politik hayata katılım hep temsiliyet üzerinden yürüdü. Belediye azalarını, başkanını seçiyoruz, milletvekillerini seçiyoruz. Onun dışında STK’lar aracılığıyla bir katılım söz konusu. Kararları veren otoritelerin her biri kendi alanında uzmanlaşmış durumda. Bazen birbirleriyle konuşmadan karar alıyorlar ve bu kararlara sivil toplumun katılımı mümkün olmuyor. Ancak ve ancak yerel yönetimler hâlihazırda var olan kent konseyi gibi mekanizmaları çalıştırırsa, mahalle meclisleri gibi imkânları harekete geçirirse -bazı belediyeler bunları çok iyi çalıştırıyor-,  yatayda kesişim sağlanırsa, kenti sahiplenme de gerçekleşir. Mahalle meclisi ne demek? Bir mahalledeki bütün konularla ilgili siz de düşüneceksiniz, müzakere edeceksiniz ve karar vericileri yönlendirmeye çalışacaksınız demek. Yerel yönetimler olarak bu katılım mekanizmalarını çalıştırmadığınız, bu kanalları açmadığınız sürece insanlar tabii ki yaşadıkları yerdeki sorunları hep başkalarına havale ediyor ya piyasaya havale ediyor, piyasa mekanizması bunu çözsün diyor ya da yöneticiler çözsün diyor. Bugün kentliler olarak yöneticilerin önünden gitmemiz gerekiyor. Mesela atıklarımızı nasıl ayıracağız, niye ayıracağız, niye kaldırımlarımıza sahip çıkacağız, niye bisiklet yolları isteyeceğiz, neden paylaşım ağlarını geliştireceğiz, neden yerel tarımı destekleyeceğiz? Bütün bu talepleri yaşadığımız yerlerden başlayarak somutlayabiliriz. Yaşadığınız mahalledeki kamusal buluşma mekânlarının neden bu kadar az ya da beton zeminden ibaret olduğunu sorduğunuz zaman yaşadığınız yerdeki sorunları anlamaya ve her şeyi tek tek tanımaya başlıyorsunuz. Böyle bir işe giriştiğiniz zaman oradaki ağacı, kaldırımı vs. tanıyorsunuz. Ne kadar dar olduğunu, aydınlatmanın niye böyle olduğunu konuşmaya başlıyorsunuz. Bunları sordukça ve mahalleli olarak konuşmaya başladıkça yeri keşfediyorsunuz.


Yerel aidiyet tepeden gelecek bir şey değil. Yerel aidiyet, katılım kültürünün geliştirilmesiyle güçlenecektir. Bir yeri sevmek, bilmek, sorunlarını hep birlikte el ele çözmeye çalışmak kadar yerel yönetimlerin katılım imkânlarını açması da önemli. İBB, kentsel tasarım yarışmaları açıyor. Mesela Adalar’da belediyeyle şöyle bir şey yaptık. Büyükada’daki Arabacılar Meydanı’nın tasarım yarışması için şartnamesini Adalılar’la birlikte yazalım dedik. Adalılar Zoom toplantılarında bir araya geliyor. Bu meydan nasıl ortaya çıkmış, faytonculuk geçmişi neymiş, neden kalkmış, eskiden burası nasılmış, ne olmuş, ne olmalı? Biz bu yarışmadan ne bekliyoruz, yarışmacılara ne söyleyeceğiz? Bütün bunları karşılıklı konuşmaya, düşünmeye ve farklı bakış açılarını ele almaya başlıyorlar. Söz konusu meydana başka gözle bakmayı keşfediyor, farklı deneyimleri ve yaşanmışlıkları anlıyorlar. Bütün bu süreç, insanların yerle olan bağını güçlendiriyor. Yer aynı zamanda sosyallik demek. Karşılaşabilmek, konuşabilmek, birlikte bir şeyler yapabilmek için iyi bir ölçek. Yerin ruhunu, atmosferini, kimliğini bilmek ve yaşatmaktan bahsediyorum. Nasıl sorusuna yanıt ararken belki kilit kavram, insanı, hayvanı, bitkisiyle tüm canlılar. İnsanlar tüm canlılarla birlikte yeri ve hayatı düşünmeye başladıkları zaman yerin sunduğu tüm değerleri algılamaya açık, birbirine karşı hassas, farklılıkları ezmeden bir arada olabilen bir var oluşa kapı açabilecekler. 


Biraz evvel neoliberal politikalar neticesinde yere yabancılaştığımızdan bahsetmiştim. Türkiye’nin tüm kentlerinde bu yabancılaşma en sert şekliyle yaşanıyor. Bir gün evinizin önünden tanjant denilen bir otoyol geçiveriyor, yıllardır deniz kıyısına indiğiniz kumsalınız kıyı şeridi otobanıyla artık erişilmez oluyor, dev gayrimenkul projeleri yanı başınızda yükseliyor. Hiper-modernleşmenin getirdiği hızlanma, mekanizasyon ve ölçek büyümesi, kentleri içerden çökertiyor. Bu dinamikler insan ölçeğine uygun değil ve gidiş böyle devam ederse, gelecek kuşaklara bırakacakları kentler içinde yaşanamaz beton yığınlarından ibaret olacak.


İnsanla birlikte tüm canlılar ölçeğine dönen bir kent, bir araya gelerek, birbirimizle karşılaşarak demokrasiyi ve özgürlüğü kuracağımız bir yer olacaktır. Bu kentte birbirimizle nasıl konuşuruz, kendimizi nasıl ifade ederiz, ortak iyiliği nasıl buluruz, bu sorular önem kazanacaktır. Bu bağlamda kültür kurumlarının ve müzelerin öneminin altını çizmek isterim.  Kültür mirası değerlerin önemini orada görürüz. Burada belediyelere yine büyük iş düşüyor. Miras değerleri ölü şeyler değil. Müze deyince ölü bir şey düşünüyoruz. Müzeler, kentsel ve tarihi dokular vs. önemli yapılar. Yaşayan, yaşatılması beklenen ve gereken yerler. Geçmişi öğrenmemizi, okumamızı, anlamamızı ve anlatmamızı sağlayan varlıklar. Yeter ki, öğreneceklerimizi yorumlayacak, bilgileri derleyecek, insanlara bunları sergilerle, faaliyetlerle açacak müzeler, sanat kurumları, küratörler olsun, bunların yeşertilmesi gerekiyor. 


Belediyeler bir dönem kültür merkezleri inşa etti. Bizde genelde inşaat üzerinden gidiyor her şey. Mesele inşaat değil, kültür/sanat işlerine yer açmak. İnşaatı her yerde durdurmamız gerekiyor bir kere. Elimizdeki değerleri bir anlayalım, onların farkına varalım, bir yerde kültür parkımız mı var, hayır oraya inşaat yapmayalım, orada belki 1930’lardan, 1940’lardan, 1950’lilerden kalma modern dönem mimari eserlerimiz var, onları koruyalım daha iyi kullanalım. Bir yerin hafıza katmanlarını koruyarak o yere aidiyeti güçlendirirsiniz. Bu katmanların neler olduğunu birileri bize anlatsın. Onun için müzeler ve kültür kurumları gerekiyor. Bu kurumların desteklenmesi lazım. Bunları yapacak olan da yerel yönetimler. Bir şekilde gerekli yöntemler aranacak ve bulunacak. 


Mesela İstanbul’da Hasanpaşa Gazhanesi vardır. Biz senelerdir o gazhanenin mümkün mertebe korunarak ama insanların girebileceği güvenlikte bir yer hâline getirilmesi gerektiğini söyledik. Orada yoğun bir mahalle dokusu var. O mahallenin rahatlıkla inebileceği bir kültürel alan olarak nasıl ele alınabileceğine dair çalışmalar yapıldı. Hasanpaşa Gazhanesi gönüllüleri oluştu. Onlar bu konuları tartıştılar, geliştirmeye çalıştılar. Bu anlamdaki sivil toplum girişimlerini desteklemek ve kentin bu tür değerlerini hemen kapatmadan, inşaatla yok etmeden, akılcı bir yaklaşımla ve kültür yoluyla öğrenmek çok önemli. Kültür yoluyla kalkınma dediğimiz şey bu. Bu da yine bir katılım ve  bir buluşma biçimi. Çünkü kültür mekânı demek, buluşmak, farklı şeylerle tanışmak demek. Bunları bütün kente bizim yayabilmemiz gerekiyor. 





Önerilen Haberler