"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

İbrahim Alparslan: İnsanlara kentlerinin tarihi öğretilmeli

  • 15 Mart 2021



Kentler küresellikten tekrar yerel kimlikli kentsel kültürlere dönüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?


İbrahim Alpaslan: Birçok sosyolojik olgunun döngüsel olduğunu düşünüyorum açıkçası. Tarih boyunca insanlığın büyük ölçekte yaşamı ve dünyayı, daha küçük ölçekteyse yaşadığı çevreyi anlamlandırması çizgisel bir süreklilik göstermiyor. Bu süreç, spiral benzeri; kendini birebir tekrar etmeyen ancak bir döngüselliğin de izinin hissedildiği bir formda tanımlanabilir. Bu döngüselliği diyalektik bir bakış açısıyla harmanladığımızda yerel ve nispeten kapalı dünya algısının küresel bakış açısına doğru evrilmesi, küresel bakış açısının da eksik ve sorunlu taraflarına getirilen eleştirilerle daha yerel mahiyetlere bürünerek sentezlenmesi anlaşılabilir hâle geliyor. 


Bu dönüşün ana motivasyonu,  iletişim ve yolculuk teknolojilerindeki artış. Bu iki kavram aslında küreselleşmeyi hızlandıran faktörler. Öte yandan, yerel kimliklerin de tekrar ön plana çıkmasına neden olmuş gibi görünüyor. Özellikle insan hareketliliğinin artmasıyla ciddi bir düzeye ulaşan turizmin maddi getirisinden yararlanmak isteyen kentler, tercih edilmek için diğer kentlere ne kadar benzediklerini değil, ne kadar farklı olduklarını göstermeye çalışıyor. Bu da yerel kültürlerin bazen otantik, bazen zorlamayla ön plana çıkartılmasıyla oluyor. Ancak bu yerel kültürlere dönüşün sadece bir turizm pazarlamasıyla sınırlı olduğunu düşünmek de doğru olmaz. Artık insanlar da yukarıda anlatmaya çalıştığım diyalektik bir döngüselliğin içerisinde. Bir dönem popüler olan dünya vatandaşlığı yerine tekrar kendine özgü özellikleri olan kentlerde bu özelliklerle ilişkilenerek yaşamanın daha doyurucu olduğunu düşünüyorlar sanırım. 


Tüm bu etkenler bir araya geldiğinde de kentler, onların yöneticileri ve medya, yerel kültürlere daha fazla önem vermeye başlıyor.

   

Kent aidiyetinde kentsel tasarımın yeri sizce nedir? 


İbrahim Alpaslan: İnsanların kendilerini bir yere ait hissetmeleri için orada birçok duyguyu yaşamış olmaları gerekir. Belleklerindeki hatıralar, o hatıraların yaşandığı mekânlarla birlikte kaydedilmiştir. Bu nedenle insan, o hatıraların mekânlarıyla diğer mekânlardan farklı bir ilişki kurar. Bu mekânlar her zaman tasarlanmış, özenli mekânlar olmak zorunda değil. Hatta çoğunlukla böyle olmazlar. Dolayısıyla insanların sadece tasarlanmış mekânlarla aidiyet ilişkisi kurabileceğini düşünmüyorum. Ancak konuyu insanların yaşadıkları çevrenin biçimlenmesine, yani tasarımına katılımları bağlamında ele alırsak belki daha anlamlı bir sonuca ulaşabiliriz. 


Yakın zamanda okuduğum bir makalede inanların hazır, kurulu olarak aldıkları mobilyalardan ziyade kendilerinin kurdukları mobilyalarla daha yakın ilişki kurduklarını, o mobilyaları daha özel bulduklarını okumuştum. Stratejilerini bunun üzerine kuran büyük mobilya zincirlerinin olduğunu da biliyoruz. Şüphesiz bu stratejinin tasarıma/kuruluma katılmanın getirdiği aidiyet ilişkisinin yanı sıra ekonomik getirileri de var. Bu katılım modelinin insan-obje arasındaki ilişkiye etkisinin daha büyük ölçeklerde konut ve kent parçaları özelinde de geçerli olduğunu düşünüyorum. İnsanlar yaşam alanlarının biçimlenmesinde söz sahibi oldukça, biçimlenmeye daha çok sahip çıktıklarına ve o mekânlara karşı aidiyetlik hislerinin daha güçlü olduğuna dair birçok çalışma da mevcut zaten. 


Tersten düşünecek olursak, çoğu zaman distopik senaryolarda karşımıza çıkan, sonuna kadar tasarlanmış, saat gibi işleyen ancak insanların katılımına kapalı sistemlerin ve mekânların aslında insanların yabancılaşmasına neden olduğunu da görmekteyiz. 


Sonuç olarak insanların kente ilişkin karşılıklı aidiyet hislerini güçlendirmenin yolunun kentsel tasarım süreçlerine olabildiğince katılmalarından geçtiğini düşünüyorum.



Kent kültürü ve aidiyetinin parametreleri sizce neler? 


İbrahim Alpaslan: Kent kültürü gibi oldukça kapsamlı bir çerçevenin tüm parametrelerini ortaya koymak kolay değil, ama en önemlilerinden birisinin tarih olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır sanırım. Burada tarihi iki farklı düzlemde ele almak niyetindeyim. 


Birincisi, kentin tarihi ve bu tarihin izlerinin kent hayatındaki görünürlükleri. Kentin bugününün ve dünüyle kurduğu ilişkinin hem o kentin kültürel inşası hem de kentlilerin kent kültürünün içinde yer alması sürecinde en önemli motivasyonlardan biri olduğunu düşünüyorum. 


İkincisi, kentlilerin kendi bireysel tarihlerinde kentle kurdukları ilişki. Bu, hatıraların mekânsal kayıtlarıyla ve bu kayıtlarla özelleşen mekânlarla kurulan aidiyet ilişkisiyle ilgili. 


Tarihten sonra bir diğer önemli parametrenin de siyaset, yani karar alma süreçlerinin tasarımı olduğunu söylemek mümkün. Kente dair karar alma süreçlerinde kentlilerin yer alma biçiminin kent kültürünün gelişmesini ve özellikle aidiyetini yakından etkilediğini düşünüyorum.       


O kentte yaşayanların kentin kültürel mirasına sahip çıkması nasıl sağlanır? 


İbrahim Alpaslan: Bunun aslında tek ve yalın bir yanıtı var: Eğitimle. İnsanlara kentlerinin tarihi öğretilmeli. Hem örgün eğitimin içerisinde kent tarihiyle ilgili derslerin artırılması hem de örgün eğitim dışındaki etkinliklerle kentlilerin kent tarihi hakkında bilgi edinmesi için olanaklar yaratılmalı. 


İnsanlar değerini bilmedikleri, ilişkilenmedikleri şeyleri korumaz, onlarla güçlü aidiyet ilişkileri kurmazlar. Hiçbir çocuk, altın bir objeye parlak renkli başka bir objeden daha fazla değer vermez ve onu özel olarak saklama, koruma gibi güdüleri bulunmaz. Ancak altının nadir bulunan, değerli bir madde olduğu bilincini kazandıktan sonra altın objelere karşı düşüncesi ve davranışı değişir. Şüphesiz bu basit örnekteki süreç, maddi değer üzerine kurulu, ancak kültürel mirasın ihtiva ettiği manevi değerin -hatta artık turizmle birlikte göz ardı edilemeyecek bir maddi değer içerdiğinden de bahsedilebilir- çok da farklı olmadığını düşünüyorum. 


Kültürel mirasımızın ne kadar nadir bulunan ve yerine yenisi konulamayacak değerler olduğunu anlatmak, kentlilerin de bu eserlere bakışını değiştirecektir. Bunun için de dediğim gibi tarih ve özellikle de kent/ mimarlık tarihi eğitiminin örgün eğitimde daha fazla yer alması gerektiğini düşünüyorum.        


Sizce STK’lara, meslek kuruluşlarına ve yerel yönetimlere düşen sorumluluklar neler?


İbrahim Alpaslan: Yukarıda konuştuklarımızın birçoğunda en önemli aktörler; yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve meslek odalarıdır. Katılımcı yönetim modellerini tasarlayacak ve hayata geçirecek belediyeler, onlara kurumsal desteği verecek, belediyelerin açtığı kanalların uzmanlaşmış veya ilgili gruplara ulaşmasını sağlayacak sivil toplum kuruluşları ve meslek odaları bir araya gelerek kentlilerin yönetim süreçlerine daha fazla katılabileceği olanakları yaratabilirler. 


Yine kent ve mimarlık tarihi üzerine örgün eğitimin dışındaki eğitim olanaklarını da yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri ve meslek odaları örgütleyebilirler.  


Bunun yanı sıra tabii ki bu kurumların kentlerin değerlerini belirlemek, görünür kılmak ve korumak gibi sorumlulukları da var. Örneğin, Mimarlar Odası var olan kültürel mirasımızın korunması ve yeni oluşturulacak yaşam çevrelerinin yüksek nitelikli mekânları ihtiva etmesi konusunda önemli bir aktör durumunda. Benzer şekilde her meslek örgütü veya sivil toplum kuruluşu kendi ilgi ve bilgi alanına giren kentsel değerlerin tespit edilmesi, tanıtılması ve korunması için çaba harcamalı.    


İzmirlilik sizce nedir? İzmir’de yaşayanlar kendilerini diğer şehirlere göre neden daha bu kente ait hissediyor sizce?


İbrahim Alpaslan: İzmir’in kendine özgü sosyo-kültürel özelliklerini tarihsel bir bakış açısıyla anlamlandırmak mümkün diye düşünüyorum. “İzmirlilik”i ve aidiyeti de bu bakış açısıyla tartışmak daha verimli olabilir.


Antik dönemlerden beri önemli bir coğrafya olan İzmir ve yakın çevresi özellikle 16. yüzyılın sonlarından başlayarak farklı grupların belli bir uzlaşı içerisinde kurdukları yazılı olmayan bir anlaşmayla gelişmiş ve sanırım bu uzlaşının kendisini taşıdığı konumun farkına vararak bunun yaşaması için elinden geleni yapmış bir kent. Kente kozmopolit bir karakter kazandıran bu uzlaşı 20. yüzyıla kadar kenti sosyo-ekonomik olarak Avrupa’nın önemli kentleri ve kültürüyle ilişkili, Anadolu çerçevesini aşan, onu her anlamda zenginleştiren bir konuma taşımış. Kurtuluş Savaşı’yla ve mübadelelerle demografik zenginliğini büyük oranda yitirse de çoğulcu özellikleri bir miktar genlerinde kalmış olmalı. Cumhuriyet döneminde de devam eden önemli bir liman kenti olma özelliği ve onun getirdiği uluslararası dinamizm, bu genlerin yok olmasını engellemiş. İzmir Enternasyonel Fuarı’nın bu dönemde Anadolu’yu dünyaya bağlama misyonunu bir miktar sürdürdüğünü söylemek de mümkün. Yani yine dünyayla bir ilişkilenme söz konusu. 


Bu perspektiften bakıldığında “İzmirlilik”, farklı kültürlerin bir arada yaşamasından doğan zenginlikten haz duyan, dünyaya açık ve Anadolu’dan biraz farklı düşünen bir profile işaret ediyor gibi geliyor bana. Kentin bu olumlu anlamda farklılaşan karakterinin de İzmirlilerin bu değerleri sahiplenme motivasyonunu artırdığını düşünüyorum. 

            



Önerilen Haberler