YÜKLENİYOR
Pandemi, sosyal devlet kavramını dünya devletlerinin gündemine tekrar taşıdı. Birleşmiş Milletler, yoksulluk planlarından söz ediyor. Evrensel temel gelir planlaması tartışılıyor. Bu kavram nedir biraz açar mısınız?
Ezgi Seçkiner Bingöl: Geniş anlamda “evrensel temel gelir”, bir ülkenin tüm vatandaşlarına düzenli nakdi ödenek tahsis etmesidir. Evrensel gelirin bir de dar tanımından söz edebiliriz. Bu tanım, bir ülkede belirli bir gelir düzeyinin altında yaşayan vatandaşlara düzenli nakdi ödeme yapılmasını ifade etmektedir. Evrensel temel gelirde ayrıntılı ihtiyaç tespiti ve çalışma şartı aranmaz, bireylere çalışmayı caydırmayacak miktarda ödeme yapılır. Bir tür vatandaşlık hakkı olarak da nitelendirilmektedir. Düşüncenin temeli, Juan Vievs’in Yoksullara Yardım Üzerine adlı eserine ve Thomas More’un 16. yüzyılda yazdığı Ütopya’sına dayanmaktadır. Refahın toplum geneline yayılması ve gelir eşitsizliği sebebiyle oluşan toplumsal gerilimin önlenmesi amacını taşır. Piyasa koşullarında tam istihdamın oluşma zorluğu ve işsizliğin kaçınılmazlığı dolayısıyla çalışamayan bireylerin koruma kapsamına alınması da temel amaçlarından biridir.
Dünyada temel geliri uygulayan ülke örnekleri var, ancak bu uygulamaların hemen hepsi kısmi ya da şartlı girişimlerle sınırlı kalmıştır, tam anlamıyla bir evrensel temel gelir uygulaması gerçekleşmemiştir. Yine de birçok ülkede uygulanması tartışılmaktadır. Temel geliri çok uzun süreden beri ve amacına yakın bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri’nin Alaska Eyaleti uygulamaktadır. 1982’den beri Alaska’da yaşayan her vatandaş, ülkede bir yıl ikamet etme koşuluyla yıllık 2.000 dolar yardım almaktadır. Alaska, bu uygulamayla ABD’de yoksulluk oranının en düşük olduğu eyalettir. Brezilya da yaygın evrensel temel gelir uygulamasına geçiş yapmıştır. 2003’ten bu yana “Aile Ödenek Programı” çerçevesinde yaklaşık 60 milyon vatandaş asgari ücrete yakın tutarda düzenli ödeme almaktadır. Bu uygulama Brezilya’da yoksulluk oranlarını önemli ölçüde düşürmüştür. Yine Finlandiya’da vatandaşlık maaşı adı altında, hedeflenmiş bir gruba ödeme yapılmaktadır, İran’da temel gelir düşük miktarlarda da olsa (45 Dolar) ülke çapında her bir vatandaşa ödenmektedir. İran, bu anlamda evrensel temel geliri tam anlamıyla uygulayan tek ülke olma özelliği taşımaktadır. Evrensel temel gelir İngiltere’de çok uzun zamandır tartışılmaktadır. Orada da temel gelire benzer bir uygulama “universal credit” adı altında yürütülmektedir. Universal credit uygulamasında vatandaşlar sosyal yardım almak yerine düzenli nakdi ödeme almayı tercih edebilmektedir. İspanya da Covid-19 pandemisi sonrası 850.000 düşük gelirli vatandaşa aylık 1.100 euro düzenli ödeme yapmaya başlamıştır. Güney Afrika ve Nambia gibi ülkelerde de pilot uygulamalarla temel gelir uygulaması denenmiştir.
Ekonomik krizler sonrası belirli periyotlarda sosyal politikalara yönelme aslında kapitalizm içinde bilindik bir döngüdür. Ancak bu yönelmeler daima ekonomik krizlerin etkilerini bertaraf etmeye yönelik olmuştur. Örneğin, 1929 Ekonomik Buhranı sonrası benimsenen Keynesçi politikalarla devlet müdahalesine geri dönülmüş, ancak bu müdahaleler piyasaların sürdürülebilirliği ölçüsünde tutulmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası Refah Devleti’nin altın çağı olarak adlandırılan dönem bir yana bırakılırsa, 1980 sonrası neo-liberal sürecin ağır ekonomik etkilerini bertaraf etmeye yönelik 1990’larda türeyen düzenleyici yönetişim politikaları da piyasa eksenli olmuştur. Etkileri günümüze kadar uzayan 2008 ekonomik krizi dahil olmak üzere sosyal devlete dönüş zaman zaman tartışılsa da, neo-liberal paradigma bugüne dek etkili bir şekilde varlığını sürdürmüştür.
Pandeminin yarattığı ekonomik ve sosyal ortam, savaş dönemi ekonomileriyle karşılaştırılıyor. Bu karşılaştırma doğru mu?
Ezgi Seçkiner Bingöl: Evet, pandeminin ekonomik etkileri gerçekten de öngörülenden daha büyük oldu. Ciddi bir kapanma sürecini beraberinde getirdiği için özellikle tam kapanmanın olduğu dönemlerde havacılık, turizm, eğlence vb. bazı sektörler tüm ülkelerde durma noktasına geldi. Pandeminin ekonomik etkileriyle ilgili uluslararası kuruluşların çeşitli ölçümleri var. Uluslararası Para Kuruluşu (IMF), pandemi başında küresel ekonomide %2.5 daralma beklediğini belirtmişti. 2020-2021 Dünya Ekonomik Durum Raporu açıklandıktan sonra bu oranının %3.5 olduğu görüldü. Dünya Bankası, Temmuz 2020’de açıkladığı raporunda küresel ekonomide %5.2 daralma beklediğini belirtmiş ve bunun II. Dünya Savaşı’ndan beri en derin resesyon (durgunluk) olduğunu ifade etmiştir, bunu da sosyal medya hesabından yayınlamıştır. Dolayısıyla savaş dönemi ekonomileriyle karşılaştırılması yersiz değil. I. Dünya Savaşı sonrası ekonomik daralmayla ilgili tahminler %15 civarında. Bu açıdan bakıldığında belki bir savaş dönemi ekonomisiyle değil, fakat çok ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya olduğumuz doğru.
İşsizlik ve artan yoksulluk oranlarına bakıldığında da resmin ciddiyetini görebiliriz. ILO’nun verilerine göre, dünyada 20 milyonun üzerinde insan işinden oldu. Dünya Bankası’nın son yoksulluk verilerine göre, 2020-2021 arasında 150 milyon insan mutlak yoksulluk sınırının altına düşmüştür. Bir yılda yoksulluk sınırı altına düşen insan sayısı, mevcut yoksul sayısının (2017’de 689 milyon) %20’sine tekabül etmektedir. 20 yıldan bu yana ilk kez böylesine yüksek bir artış gerçekleşmiştir. Birleşmiş Milletler son raporlarından birinde koronavirüs pandemisinin bir salgından ziyade bir insanlık krizi olduğuna vurgu yapmıştır. Geçmiş yüz yıllarda veba gibi salgınların ekonomik etkilerine bakıldığında bu etkilerin de çok derin ve uzun dönemli olduğunu görmekteyiz. Örneğin, veba salgınından sonra büyük çaplı ölümlerin gerçekleşmesi, Avrupa’da tarım sektöründe çalışan işçilere olan arzı ve işçi fiyatlarını yükseltmiş, tarım sektöründe kol gücüne dayanan ürünlerin üretiminden vazgeçilerek farklı ürünlerin üretimine geçilmiştir. Yani veba salgını Avrupa’da tarım sektörünün işleyişini tamamen değiştiren bir etkiye sahip olmuştur. Bu örneği şunun için verdim. Salgınların ekonomik etkileri “beklenenden daha uzun” ve dönüştürücü olabilmektedir.
Bu dönemin geleceğe taşınan yaygın bir yoksullaşma yaratacağı öngörülüyor. Bu durum ekonomik krizler sonrasındaki palyatif sosyal yardımlar döneminden farklı değil mi? Görüşlerinizi alabilir miyim?
Ezgi Seçkiner Bingöl: Yoksulluk öteden beri ciddi bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Dünya Bankası tarafından her yıl mutlak yoksullukta bir iyileşme olduğuna dair raporlar yayınlansa da, pandemi öncesi yaklaşık 800 milyon insan yoksulluk sınırı altında (günlük 1.90 dolar) yaşamaktaydı. Pandemi sonrası özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu sorunun daha da derinleşeceğini söyleyebiliriz. Gelişmekte olan ülkeler öncelikle ekonomik olarak kırılgan bir yapıda ve daha yoksul olma eğiliminde, ekonomik ve fiziki altyapı olarak birçok dezavantaja sahip (temiz suya erişim, bilgi iletişim teknolojilerine erişim, nakit akış darlığı, hizmet sektöründe nakit ödeme güçlükleri gibi). Ayrıca bu ülkelerde genellikle %10’un üzerinde seyreden işsizlik ve önemli oranda kayıtdışı ekonomi problemi var. Kayıtdışı çalışan işçilerin pandemi koşullarında işten çıkarılması ve kayıtdışı oldukları için sosyal koruma mekanizmalarından dışlanması muhtemel. Benzer şekilde bu ülkelerde sosyal sigortaların kapsamı ve sosyal yardımlara erişebilen nüfus da daha azdır. Dünya Bankası verilerine göre, alt gelir grubundaki ülkelerde nüfusun küçük bir bölümü sosyal sigorta kapsamındayken sosyal yardımlara erişebilen nüfus yaklaşık %20’dir. Gayrisafi yurtiçi hasıladan sosyal yardımlara ayrılan paylara bakıldığında, OECD verilerine göre bu oran gelişmiş ülkelerde yaklaşık %20 civarındayken gelişmekte olan ülkelerde %10 civarındadır. Bu ülkelerde özellikle kayıtdışı istihdam ve sosyal yardımlara erişim sürecinde devlet müdahalesine ve kapsamlı koruma mekanizmalarına ihtiyaç vardır.
Ekonomik krizlerin sonrasında alınan geçici önlemler -daha bilimsel tabirle piyasaların sürdürülebilirliği için alınan önlemler- soruna çare olmayacaktır. Sosyal devlet düşüncesi dönüştüğünden beri dünyada ekonomik krizler sonrası başvurulan ilk sosyal koruma mekanizması, sosyal yardımlar olmuştur. Araştırmalar da bunu göstermektedir. 215 ülkede yapılan yeni bir araştırmaya göre, salgın sonrası sosyal yardım %62 oranla en çok başvurulan sosyal koruma mekanizması olmuştur. Dolayısıyla sosyal yardımlar, mevcut sosyal sigortalar, işsizlik sigortası gibi koruma mekanizmalarının yanında tamamlayıcı ve hafifletici niteliğinden sıyrılıp ana koruma mekanizması olma niteliğini göstermektedir. Gelişmekte olan ülkeler için konuşursak, bu mekanizmaların varlığı hayati önem taşımaktadır. Hem sosyal yardım harcamalarının GSYİH içindeki payının yükseltilmesi hem kayıtdışı ekonomiyi kontrol altına almak için çalışılması hem sosyal sigortaların kapsamının genişletilmesi gerekmektedir. “Daha kapsayıcı koruma mekanizmaları ne olabilir?” sorusunun yanıtı aranmalıdır.
Yerel yönetimler, yoksullaşmanın sonuçlarıyla karşı karşıya kalan ilk kamu alanı oluyor. Pandeminin başında en hızlı, yaratıcı ve proaktif çözümler de yerel yönetimlerden geldi. Bu, akut duruma bir fayda sağladı. Ancak sürdürülebilirlik için sizce nasıl inisiyatifler alınabilir?
Ezgi Seçkiner Bingöl: Yerel yönetimler yoksullukla, salgınlarla ve afetlerle mücadelede hayati öneme sahip kurumlardır. Yerel yönetimlerin öncelikle merkezi yönetimin ulaşamadığı alanlara ulaşmak gibi bir kabiliyeti ve özelliği var. Aslında en çok bu noktada merkezi yönetimin yardımcısı durumundalar ve halka en yakın birim olarak temel ihtiyaçlar için ilk başvurulan kamusal birimler. Bu yüzden birçok acil ihtiyaç talebiyle karşı karşıya kalmaları, mevcut hizmet kalemlerinin günden güne artması ve genişlemesi söz konusu. Sürdürülebilir bir sosyal koruma için elbette köklü sosyal reformlara ihtiyaç var. Bu sorunuzun yanıtı aslında çok kapsamlı. Sosyal hizmetlerin yerelleştirilmesi ve sosyal yardımın evrensel gelir temelinde merkezileşmesi konuları literatürde tartışılıyor. Ben doktora tezimde bu konu üzerine yaptığım araştırmada gördüm ki, İngiltere’de sosyal yardımlar tamamen merkezi yönetim tarafından ve nakdi olarak veriliyor. İngiltere, sosyal yardımın sistematik olarak ilk kez düzenlendiği ve bu konuda köklü deneyimlere sahip olan bir ülke. Ayni yardım çok sınırlı ve seyrek. Sosyal hizmetler tamamen yerel yönetimler tarafından sunuluyor, kapsamı ve ulaşabildiği nüfus çok geniş. Diğer yandan, İngiltere’de yoksul/fakir gibi kavramlar muhtaçlık ölçeklerinde hiç kullanılmıyor. İnsanlar tamamen dezavantajlılık derecelerine göre sosyal yardım alıyor. Sadece düşük gelirli olmak bir ölçüt değil. Hamileyseniz, bekâr bir ebeveynseniz (kadın ya da erkek fark etmez), öğrenciyseniz, ikiz çocuğunuz varsa vs. sosyal yardım alabilirsiniz. Bu anlamda orada sosyal yardım yelpazesinin çok geniş olduğunu ve refah yönetiminin önemli ölçüde sosyal yardımlar üzerinden yürütüldüğünü gördüm. Bunun farkına vararak, “Biz bu sosyal yardımlara çok para harcıyoruz,” deyip evrensel gelir (universal credit) uygulamasına geçmeleri de bu yüzden. Uygulamaya göre, sosyal yardım almaktan vazgeçip nakdi ve düzenli yardım da alabiliyorsunuz. Çünkü bunun hükümete maliyeti aynı. Türkiye’de evrensel temel gelirin uygulanabilirliği üzerine yaptığım bir araştırmada gördüm ki, evrensel temel gelirin Türkiye’ye maliyeti mevcut sosyal yardımlara harcanan miktardan yüksek değil. Türkiye’de de yelpazesi geniş ve her geçen gün artan bir sosyal yardım harcaması var. 2019 yılında sosyal yardımlara ayrılan bütçe, 62.1 milyar TL. Türkiye’de yaşayan yoksul insan sayısı 2018 TÜİK Yaşam Koşulları verilerine göre 11 milyon olarak düşünülürse, bu kişilere aylık ödenecek düzenli 500 TL yardım da aynı maliyete (66 milyar TL) denk geliyor. Bu harcamaya yerel yönetimler tarafından yapılan harcama dahil değil. Öte yandan, yerel yönetimlerin sosyal yardım konusunda yaygın faaliyetleri ve bu konudaki tecrübeleri düşünülürse, ayni yardım vermeye devam etmeleri gerekir, bu uygulamadan vazgeçmek Türkiye için pek mümkün olmayabilir.
Yerel yönetimler salgında birçok önemli işlevi yerine getirdi. Sokak hijyeninin sağlanmasından ecza tedarikine, boş zaman aktivitelerinin düzenlenmesinden sosyal hayatın mesafelendirilmesine, sıcak yemek dağıtımından sokak hayvanlarının beslenmesine, acil ihtiyaçlarda evlere servisten yaşlı ve evden çıkamayan vatandaşların ihtiyaçlarının giderilmesine kadar çok önemli hizmetler verdiler. Dolayısıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, daha fazla kaynakla ve yönetsel kapasiteyle donatılması lazım. Benzer şekilde sivil toplum kuruluşlarının da bu anlamda güçlendirilmesi, çeşitlendirilmesi ve sayılarının artırılması gerekmektedir. Yerel yönetimlerin ve STK’ların birlikte çalışması teşvik edilmelidir. Bu kurumların afet ve kriz yönetimi konusunda hazırlıklı kılınması, bu yönde eğitim almaları ve yönetsel kapasite desteklerinin sağlanması gerekir.