YÜKLENİYOR
Doç. Dr. Semahat Özdemir
Şehir ve Bölge Planlama Uzmanı
Siz kamu arazisi stokunun değerlendirilmesi ve kent planlamasına dahil edilmesi üzerine uzun yıllar emek vermiş bir akademisyensiniz. Saptamalarınızı, görüş ve önerilerinizi almak isterim.
Semahat Özdemir: Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu en değerli varlıklardan birisi, kamu arazisi stokudur. Bu da tesadüf değildir aslında. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, kendine özgü bir yönetim sistemi benimsemiştir ve özellikle kuruluş yıllarında tarım topraklarının tümü devlet mülkiyetindedir, özel mülkiyet yoktur. Özel mülkiyet, şehirlerde, köylerde ve evlerin olduğu yerlerde vardır, ama tarım topraklarında “miri toprak sistemi” geçerlidir. Dolayısıyla Cumhuriyet kurulduğu zaman hem Osmanlı’nın borcunu hem de çok ciddi bir kamu arazisi stoku devralmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, bu stoku uzun yıllar hem kırsal hem kentsel alanlarda çok anlamlı yerlerde kullanmıştır. Ancak özellikle Özal hükümetlerinden ve 24 Ocak kararlarından sonra benimsenen makroekonomik politikalar paralelinde devletin küçülmesi ve özelleştirme politikalarının benimsenmesi anlayışı öne çıktı. Bu özelleştirme politikaları kapsamında KİT’lerin -yani kamu iktisadi teşebbüslerinin-, yani devlet tarafından kurulmuş işletmelerin ve fabrikaların yanı sıra kamu arazileri ve hazine arazileri satılmaya başladı. O yıllarda bunların büyük bir kısmı tescil dışıydı. Kayıt altına alınmamıştı, ama biz bu arazileri devletin hüküm ve tasarrufu altındaki araziler olarak biliyorduk. Sonra bu özelleştirme politikaları, öncelikli belirlenen sektörler ve Turizm Teşvik Yasası kapsamında, akabinde de Milli Emlak Müdürlükleri tarafından satışına başlandı. Kayıt altında olmayan hazine arazileri kayıt altına alındı. Kayıt altına alınması gerekiyordu, bu doğru bir şey, ama ondan sonra da özelleştirilmeye ve satılmaya başlandı. Son otuz yıldır kamu arazilerinin bir kısmı yatırımı teşvik, bir kısmı enerji yatırımları -alternatif enerji, rüzgâr, jeotermal, güneş enerjisi üretimi-, bir kısmı madencilik, bir kısmı rezerv alan afet riski, bir kısmı dar gelirliye TOKİ aracılığıyla konut üretme, bir kısmı da doğrudan satış bağlamında özelleştiriliyor.
2020 Milli Emlak Müdürlüğü’nün faaliyet raporuna bakarsanız belediyelere doğrudan, bedelsiz, satış amaçlı devredilen 1.6 milyon metrekare kamu arazisi olduğunu görürsünüz. Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün kendisinin doğrudan satış yaptığı hazine arazisi ise, 17.3 milyon metrekare. Doğrudan satış yöntemiyle elde ettiği gelir de 3.3 milyar TL Bizim gayrisafi milli hasılamız trilyonu geçti. Dolayısıyla onun içinde 3.3 milyar TL gelir elde etmek için yüzyıllardan beri devraldığımız çok kıymetli kamu arazilerini elden çıkarmak gelecekte çok büyük sorunlar yaratacaktır.
Neden çok kıymetli olduğunu anlatayım. Bunları beş kategoride toplamak mümkün. “Neden bize kamu arazisi gerekli?” Bir kere 30 Ekim depremini İzmir’de yaşadık. En büyük deprem felaketini ise, 1999’da yaşadık. Dolayısıyla bu ülkede deprem riski çok yüksek. Ege Denizi hâlâ hareket hâlinde. Bir yandan İç Anadolu’da, bir yandan Güneydoğu Anadolu’da, bir yandan kuzeyde/güneyde Midilli ve Ayvalık civarlarında sürekli deprem oluyor. 1999’da bir felaket yaşadık ve Marmara Denizi’nden geçen fayın her an kırılabileceğini gördük. En önemli birinci konu, ülkenin afet risklerinin azaltılmasıdır. Bunun başında da deprem riskinin azaltılması gelir. Deprem olacak bunu biliyoruz. Uzmanlar, İzmir’de, İstanbul’da, Kuşadası ve Aydın civarında, Büyük Menderes Havzası’nda, Güneydoğu’da deprem beklendiğini dile getiriyor. Bu depremler olacak. Dolayısıyla önlem almak zorundayız. Önlem nasıl alınır? Yapı stokunu sağlamlaştırarak. Bizim mevcut yapı stokumuzun bir bölümü zaten fay alanları üzerinde. Dünyada artık fay hattında olan yapılar, sakınım alanları olarak tanımlanıyor. Bu sakınım alanları üzerindeki yapılar temizleniyor ve başka bir yerde inşa ediliyor. Yapı stokumuzun bir bölümü heyelan alanları üzerinde. İzmir’de Narlıdere yamaçlarındaki yüksek yapıların hemen kuzeyinde gecekondu alanları vardır. Orası heyelan alanıdır. Dere yatakları, sel riski olan alanlar, zemin sıvılaşma riski olan alanlar ve alüvyon alanlar risklidir. Bir de bu riskli zeminlerde kaçak yapılar var. Gecekondulardan, ruhsatsız yapılardan söz ediyoruz. Bir de bunların çok katlı olduklarını düşünün. Riskli zemin üzerinde inşa edilmiş yapıların oralardan temizlenmesi gerekiyor. Onları yerinde dönüştüremezsiniz, bunları taşımamız gerekiyor. Nereye taşıyacağız? Kamu arazilerine, hazine arazileri üzerine. Yani afet riskini azaltma bağlamında en çok risk altında olan yapı stokunu taşımamız gerekiyor. Yerinde bunları sağlıklaştıramayız.
2000 yılı öncesindeki eski yönetmeliğe göre yapılmış yapılarımız var. İçlerinde 2000 yılı öncesinde veya sonrasında hiç mühendislik hizmeti almamış çok katlı yapılar bulunuyor. Bunların yenilenmesi gerekiyor. Bakanlar ve Cumhurbaşkanı her fırsatta dile getiriyor: “Şu kadar milyon adet yapının yenilenmesi gerekiyor.” Şimdi bu yapılar yenilenirken kentsel dönüşümden söz ediliyor. Çok katlı, çok yoğun, hiçbir donatısı olmayan kentsel yapıları yıkıp yerine daha çok katlı, daha yoğun yapılar inşa etmek mümkün değil, doğru da değil. Depremde çok katlı yapılardan yaşlıların, engellilerin, hastaların, çocukların ne kadar zor indiğini gördük. Deprem sarsıntısı durduktan sonra binayı terk etme süreci bile oldukça riskli. Yapı yoğunluğunu azaltarak parkları, toplanma alanlarını, açık-kapalı sığınma alanlarını, okulları, sağlık tesislerini oluşturabileceğimiz daha insani, sağlıklı, güvenli, yenilenmiş kentsel alanlara ihtiyacımız var. Bunun için de o yapıların bir kısmını taşımamız gerekiyor. Afet riskini azaltma bağlamında gereksinim duyacağımız/duyduğumuz kamu arazisi varlığının nedeni bu. Dolayısıyla kırsal alanlarda da risk altında bulunan köyler var. Onların taşınması, en azından riskli yapıların taşınması çok önemli. Afet risklerini azaltmak için elimizde kalan kamu arazilerine ihtiyacımız var.
Kamu arazilerine gereksinimin olduğu önemli ikinci konu ise, özellikle dar gelirlilerin konut sorununun çözümüne yönelik. Aslında 1980’lerde alt gelir grubundaki kentliler konut üretmek yerel yönetimlerin de, merkezi yönetimin de ana politikalarından biriydi Dar gelirlilere sağlıklı ve güvenli yaşama ve barınma alanı, mülk ve kiralık konut üretmek oldukça önemli.
2000 yılı sonrası hükümetler döneminde de TOKİ eliyle 1 milyona yakın konut üretimi yapıldı ve bunun bir bölümü dar gelirlilere yönelik inşa edildi. Onlara çok uzun vadeyle ve düşük faizle satıldı, doğru bir politikaydı. Şimdi dar gelirlilere konut üretildi, ama bunların bir kısmı şehrin oldukça dışında yapıldı, bir kısmı istenen kalitede olamadı. Dar gelirlilerin ve orta alt gelir grubunun hâlâ ciddi anlamda konut sorunu var. Gelirlerinin çok büyük bir kısmını kiraya ayırmak zorunda kalıyorlar. 1980’li yıllarda Batıkent Projesi ödül aldı, 300.000 kişilik şehir inşa edildi. Parkıyla, okuluyla, sağlığıyla, yeşiliyle… Batıkent, kamu arazisi üzerindeydi. Ben o yıllardaki adıyla İmar ve İskân Bakanlığı’na bağlı planlama bürosunda çalıştım ve Batıkent Projesi heyecanına tanık oldum. Batıkent’in olduğu arazi kamu arazisi olmasaydı, o proje hayata geçemezdi ve şehir de batıya yönelmezdi. Planda öngörülen büyüme formu, şehrin batıya yönelmesi doğrultusundaydı. Çünkü çok ciddi bir hava kirliliği vardı ve Ankara çukurda kalıyordu. Koridorlar oluşturulması gerekiyordu. Gecekondular vardı, nüfus hızla artıyordu. Orta ve alt gelir grubu için Batıkent ve Eryaman toplu konut alanları hazine arazileri üzerinde planlandı, kooperatifler kuruldu, İzmir’de Evka’lar, Egekent’ler yapıldı. Bakın bu binlerce konutun hepsi kamu arazilerindeydi. Dolayısıyla bizim gelecekte de dar gelirliler için konut üretmemiz gerekiyor. Sağlıklı ve güvenli konut üretmeye devam etmemiz gerekiyor. Bunun için de kamu arazisi stokuna ciddi anlamda ihtiyacımız var.
Öte yandan, eskiden dar gelirliler için üretilmiş, devletin mülkiyetinde olan sosyal konutlarımız vardı. İster yerel yönetimin ister merkezi yönetimin yetkisinde olsun, dar gelirli işçilerin ve memurların düşük kirayla oturabileceği konutlar söz konusuydu. Ne yazık ki, onlar da satıldı.
İngiltere’de Oxford şehrinin kent planında bir bölge konut gelişme alanı olarak tanımlanmış ve bu yerleşimde kiralar çok yüksek. Oxford’da çalışan insanların bir kısmı şehrin dışındaki banliyölerde yaşıyor ve oraya gidip geliyorlar. Ama bu gelişme alanı, şehrin hemen bitişiğinde. Gelişme alanının nasıl planlanacağı, inşaatların nasıl yapılacağı, hangi malzemenin kullanılacağı, %60’ının geri dönüşümlü olması vb. her şey düşünülmüş. Söz konusu gelişme alanının bir bölümü belediye arazisi. Oxford Belediyesi, girişimciyle anlaşma yapıyor, diyor ki: “Üreteceğiniz konutların %30’u alt gelirliler için kiralık konut olacak.” Burası İngiltere’de Oxford Belediyesi. Bizim kentsel nüfusumuz artıyor. Kentlerde orta ve üst gelir grubu için konut fazlası söz konusu, alt gelir grubu kentlileri için ciddi bir konut sorunu var. Özetle alt gelir grubunun konut sorununun kiralık ve mülk konut bağlamında çözülebilmesi için kamu arazisi stokuna ihtiyacımız var.
Sosyal konutlara finansman olması için pahalı konutlar da yapacağız derken konu pahalı konutlara döndü. Hatta insanlar daha da kötü koşullara mahkûm oldu. Bahçeli evlerinden balkonu bile olmayan, hane halkının sayısını gözetmeden yapılan dairelere tıkıldılar. Buradaki kritik faktör nedir?
Semahat Özdemir: Politika doğru dememin sebebi şu: Çapraz finansman yapılıyor. TOKİ, bir yandan üst gelir grubuna konut üretiyor, oradan elde ettiği gelirle de alt gelir grubunun konutunu finanse ediliyor. Model olarak doğru. Yanlış olan ve yetersiz bulduğum şu: Bir kere kent kimliği çok önemli. Ankara’nın, İzmir’in, Aydın’ın, Bursa’nın ayrı bir kimliği olmalı. Üretilen yüz binlerce konut hem tek tip hem de şehir dışında. Ben inşaat mühendisi değilim. O binaların malzemesi ne kalitede, afet riskine ne kadar dayanıklıdır, ben değerlendiremem. Ama literatürden edindiğim bilgiler ve kendi gözlemimle gördüğüm uygulamalar, üretilen yaşam çevrelerinin kentlerin kimliğiyle çok uyumlu olmadığını gösteriyor. Tek tip ve monotonlar. Bu bağlamda yeni bir arayışa girildiğini de okudum. Umarım bundan sonra yapılacak konutlar güvenli, sağlıklı, kimlikli ve kentsel yaşama dahil olabilecek konumda olur.
Bir TÜBİTAK projesi kapsamında öğrencilerimizle İzmir’deki dönüşüm projeleri sonucunda üretilmiş konutlarda, Narlıdere’de Narbel toplu konut alanında çalışmıştık. Taksitleri ödeyemedikleri için senetle evlerini satanlara rastladık. TOKİ tarafından üretilen alt gelir grubu konutlarının satışı için stadyumlarda kura çekilişi yapılıyor, görüyoruz. İnsanların nasıl heyecanla ve umutla beklediklerine tanık oluyoruz. Alt gelir grubunun konut sorunu ciddi bir sorun ve bunu sağlıklı bir şekilde çözebilmek için de kamu arazilerine ihtiyaç var.
Bu arazilerin kent planlamasına, belediyenin şehrin gelişimi için öngördüğü büyüme hedeflerine dahil edilmesi ve bu konuda inisiyatifin yerel yönetimlerde olması gerekmiyor mu?
Semahat Özdemir: 1984 öncesinde imar planı onama yetkileri merkezi yönetimdeydi, belediyeler planlarını yaptırırdı ve İmar ve İskân Bakanlığı’na gönderirlerdi. 1984’ten sonra yerel yönetimlere devredildi. Şimdi yeniden merkezileşmeyi yaşıyoruz. Şu anda Türkiye’deki her bir parselde merkezi yönetim plan/plan değişikliği yapabilir, ruhsat verebilir. Bu, yerel yönetimle işbirliği içinde olmuyorsa son derece sakıncalı. Çünkü yerelin bilgisini, deneyimini, gücünü, dinamizmini merkezden görmek mümkün değil. Dolayısıyla merkezi yönetim ve yerel yönetim işbirliği yapmalıdır. Makro politikaları merkezi yönetim belirler. Yani bizim ulusal strateji planı dediğimiz ulusal mekânsal stratejiler, merkezi yönetim tarafından belirlenir. Nerede havaalanı, nerelere baraj/liman, demiryolu/karayolu projesi yapılacak? Ülke ölçeğinde bunların kararı verilir. Bunların kararı tabii ki merkezi yönetimde olmalı, ama bu kararların yerel yönetimlerle işbirliği içerisinde ve ilgili sektörlerin katılımıyla üretilmesi gerekiyor. Merkezi yönetimin Türkiye’nin her bir köşesinde 1 parsele 8 kat mı yapılacak, orada ne inşa edilecek vs. bunların kararını vermesi doğru değil. Dolayısıyla makro politikalarda da yerel yönetimlerle işbirliği içinde politika belirlenmesi gerekir. Ama yerel ölçekteki planlar ve uygulamalar yerel yönetimin yetkisinde olmalı, bütün dünyada da böyledir zaten.
Son zamanlarda satışa çıkarılan arazilerin dağılımına baktım. Yoğunluk Konya ve Antalya’da. Konya bizim tahıl ambarımızdı, ne oldu? Buradaki tarım arazilerine ne oldu? Planda ne değişti kimse bilmiyor. Antalya’da turizm rantı için yapıldığı belli. Sürecin çevresel etkileriyle ilgili düşünceleriniz neler?
Semahat Özdemir: Başta söylediğim beş kategorinin devamında bu konular da var. Birincisi, afet risklerinin azaltılmasıydı; ikincisi, alt gelir grubunun konut sorununun çözümünde kamu arazilerine ihtiyacımızın olmasıydı. Üçüncüsü, tam da bu sizin söylediğiniz. Bütün insanlığın artık doğayla uyum içinde yaşamayı öğrenmesi lazım.
Artık doğayla uyum içinde yaşamak deyince, su, hava ve toprak döngüsünü anlıyoruz. Doğanın bu üç döngüsünü sağlıklı, temiz, sürdürülebilir bir şekilde korumamız ve sürdürmemiz gerekir. Bu bağlamda karbondioksitin havada bağlanabilmesi için deniz çayırlarına ve orman alanlarına ihtiyacımız var. Temiz toprağa ve suya ihtiyacımız var. Ben emekli olmadan önce 5-6 yıl Türkiye’nin dört havzasında çalıştım. Ergene Havzası, Bakırçay Havzası, Gediz Havzası ve Küçük Menderes Havzası. Bu havzalarda beni dehşete düşüren, akarsuların kirliliğiydi. Çok kirliydi. Özellikle Ergene’de, atık su arıtma tesisi olmayan sanayi tesisleri atıklarını arıtmadan derelere deşarj ediyordu. Tarımın bu kadar kirletici olabileceğini bu çalışmalarda gördüm. Yani aşırı kimyasal ilaç ve gübre kullanımı, sulama sularıyla birlikte toprağı kirletiyor, yeraltı sularına ve derelere karışıyordu. Bu kirli suyla, kirlenmiş toprakla ve aşırı ilaçla, kimyasal gübreyle üretilen ürünün de sağlıklı olmadığı açıktı. Aynı şey Küçük Menderes Havzası’nda da vardı. Orada altyapısı olmayan hayvan damları nedeniyle tarımsal kirlilik öne çıkıyordu. Biz büyük bir ekiple çalıştık. Ekibimizde çevre mühendisi, hidrojeoloji uzmanı, ziraat mühendisi, ekonomist, mimar, sosyolog vardı, iyi bir ekipti, bunu da bizden İzmir Büyükşehir Belediyesi istemişti. Bu ekiple birlikte üç havzada çalıştık. Öğrendiğim şuydu: Hiçbir altyapı olmadan hayvan damları yaparsanız, büyükbaş hayvanın dışkıları toprağa, topraktan yeraltı suyuna sızıyor, bu da nitrat kirliliğine neden oluyor. Çevre meselesi, insanlığın ve Türkiye’nin meselesi. Toprağı, suyu ve havayı temizlemek gerekiyor. Temizlenebilmesi için de karbondioksit yutaklarının korunması gerekiyor. Makilik alanların, börtü böceğin korunması gerekiyor ki, kimyasal ilaca gerek kalmasın. Doğanın döngüsü içinde zararlıları yiyen diğer canlılar da hayatta kalabilsin. Buradan baktığımızda hem tarımsal üretimde hem de sanayide atık su arıtma tesislerine, sağlıklı sulama sistemlerine, sulama göletlerine ve bunları yapabileceğimiz arazilere ihtiyacımız var. Dolayısıyla yine kamu arazilerine ihtiyacımız var. Kamu arazilerini sadece arazi olarak göremeyiz. Ormanları, maki alanlarını ve deniz çayırlarını turizm ve para adına yok edersek, sağlıklı ürün elde etmemiz mümkün değil. Kanser oluyoruz. Türkiye’de kanser hastalığının yaygın olmasının bir nedeni de temiz gıdaya yeterince erişilememesi. Üçüncü önemli madde kapsamında sağlıklı gıdaya erişim için bu alanları korumamız ve temizlememiz lazım. Temizlemek için de altyapı tesisleri ve kamu arazisi gerekiyor.
Bir diğer kategori, tarımsal üretim. Ege Bölgesi’ni dolaştım, o konuda çok şanslıyım. Hem havza çalışmaları nedeniyle hem de Danıştay ve idari mahkemelere 25 yıl bilirkişilik yaptığım için çok yer gördüm, inceledim. Fazla sayıda köye, ormana, sahile gittim. Ege’de bile gözlemlediğim şöyle bir olgu var: Bu kadar verimli tarım alanlarında, köylerde genç yok. Üretimden vazgeçme var. Yaşlı köylüler kalmış, onlar da üretim yapamıyorlar. Dolayısıyla üretimden vazgeçmek, genç nüfusun tarımsal üretime heves etmemesi ve bir önceki tarımsal üretim bilgisinin bir sonraki kuşağa geçmemesi ciddi bir yıkım. Bu gençlerin tarıma teşvik edilmesi lazım. Ufak tefek projeler var, genç çiftçi projesi vb. Bu projelerin yaygınlaştırılması lazım. Bu anlamda kamu mülkiyetindeki tarım arazilerine ihtiyacımız var. Bu araziler genç çiftçilere kiralansın, onlar tarımsal üretim yapsın. Hem işsizlik önlensin hem de sağlıklı ve güvenli gıda üretimi yapılsın. Onlardan destekleme alımları yapılsın, genç çiftçiler kooperatifleşsin, yerel yönetimler bu kooperatiflerden ürün alsın. Tarım arazilerini satma gibi bir lüksümüz olamaz. Dünya açlıkla karşı karşıya. Özellikle küresel iklim değişikliği sonrası belli bölgeler çölleşecek, Türkiye büyük risk altında. Tarım alanlarına ihtiyacımız var. Bu tarım arazilerinin hem yeterli toprağı olmayan köylüye hem de genç gönüllü çiftçilere bir süre için daha ucuza kiralanması, üretimin, alımın ve örgütlenmenin desteklenmesi gerekiyor. Bu bağlamda sadece kentlerde değil, tarım alanlarında da kamu arazilerinin varlığı oldukça önemli.
Cumhuriyetin en büyük projesi, başkentin imarı ve inşasıdır. Dolayısıyla Ulus-Kale eteklerinde, eski şehrin devamında yeni şehrin inşa edilebilmesi için kamulaştırmalar yapılmıştır. O kamu arazilerinin üzerine üniversite, radyo evi, opera binası, tiyatrolar, bakanlıklar, meclis, Anıtkabir yapılmıştır. Üniversiteler gibi büyük arazi gereksinimi olan ortak kullanım alanlarımız var. Ben de ODTÜ’de okudum. ODTÜ de kamu arazisi. İYTE’ye 1994’te temel attık, kamu arazisi üstündedir. Yoksa stadyumlar, büyük hastane kompleksleri, şehir parkları, doğal yaşam alanları, kültür merkezleri, fuar alanları nasıl olacak? Bunlar büyük arazi ister. Yerel yönetimin kamulaştırması o kadar zor ve pahalı ki.
Bir diğer kategori, kültürel ve doğal mirasımızı korumak için gerekli olan kamu arazileri. Bizim nazar boncuğu gibi olan doğal alanlarımız var ki, onlara sit alanı diyoruz. Doğal sit alanlarının bir bölümü özel mülkiyetli. Koruma yasası onlara hak tanıyor, isterseniz takas edebiliriz deniyor ki, arkeolojik sit alanlarımız da böyle. Böyle de olması gerekli. Sizin Afrodisias’ı kazabilmek için üstündeki köyü oradan taşımanız gerekiyor. Aziz Bey, Kadifekale sırtlarında dünya kadar kamulaştırma bedeli ödedi, ne için? Antik tiyatroyu ortaya çıkarabilmek için. Kültürel değeri olan tescilli alanlarımızdaki takas uygulamaları için kamu arazisi stokuna ve vatandaşın restorasyonunu yapamayacağı tescilli yapılar adına kamu kaynaklarına ihtiyacımız var. Aynı şekilde askeri havaalanları, kışlalar ve ulusal savunma için de kamu arazileri gerekli. Şehrin içinde kalmış olanların toplum yararına başka amaçlar için, kentsel ortak kullanım alanları olarak kullanılması doğru bir şeydir. Ama yeni alanlara taşınması ve askeri tesisler için yine kamu arazisine ihtiyacımız var.
Bu beş kategori altında topladığım gereklilikleri İzmir’deki ortak akıl toplantısında da söylemiştim. Merkezi yönetim bir metrekare dahi hazine arazisini satmamalı. Bu amaçlar için tahsis dışında satmamalıdır. Para için satılamaz. Dezavantajlı grupların, engellilerin, yaşlıların vs. gereksinimlerini karşılamak ve genel/yerel yerel ölçekte ortak kullanım alanları oluşturmak için kullanılmalıdır.
Türkiye’de yerel yönetimler öncülüğünde iyi uygulamalar da var. Ben havza çalışmaları bağlamında en çok İzmir Büyükşehir Belediyesi’ninkini biliyorum. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde Aziz Kocaoğlu döneminde çalıştım. İzmir’in dört üniversitesinden farklı uzmanlık alanlarındaki akademisyenler İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İZKA (İzmir Kalkınma Ajansı) ile yerel kalkınmayı gerçekleştirmek için projeler, araştırmalar, toplantılar, çalışmalar ve çalıştaylar yapıyordu. Bu, Türkiye’de bir ilkti. Mesela İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Tire Süt Kooperatifi’nden, İğdeli’den, Çiçekçiler Kooperatifi’nden, Karaburun’un nergis üreticilerinden ürün alması, oradaki üretimi desteklemesi, örgütlenmesi, kırsal üretimin desteklenmesi vs. yerel ölçekte iyi örnekler olan uygulamalar. Bu uygulamaların daha da güçlenerek devam etmesi gerekiyor.
Bizim meslek alanımızda katılım dediğimiz olgu çok önemli. Bütün dünyada da öyle. Tüm tarafların yerelin bilgisine sahip olması, yerelin değerleri konusunda duyarlılık göstermesi, yerele emek vermesi, yerelde üretim yapan tüm tarafların karar süreçlerine katılması kritik. Dolayısıyla ortak akıl kıymetli. Doğan Cüceloğlu’nun lafıydı sanırım: “Ortak akıl çok önemli ama toplam akıl da çok önemli, katılanların akıl düzeyi de çok önemli,” derdi. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Bu bağlamda İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin yeni yönetiminin de açık olduğunu görüyorum. Aziz Bey döneminde İlhan Tekeli de danışmanlarından biriydi ve ortaya İzmir modeli diye bir model çıktı. Bu, çok önemli. Mesela kentsel dönüşüm projelerinde %100 uzlaşmayla ilerliyorlardı. O yüzden yerel yönetimin yapacağı çok şey var. Yerel yönetimler bunu ortak akıl oluşturarak, ortak akla sahip çıkarak, yerel bilinç oluşturarak, iyi örnekler sergileyerek ve koruyarak yapacaktır. Kadifekale’den ne çıkacak ben heyecanla bekliyorum. Antik tiyatro ortaya çıkacak mı? Bunu kentliye ve dünyaya anlatmak mühim.
İzmir, bu bilinçle ve işbirliğiyle Kordon’a ve Konak Meydanı’na sahip çıkmayı başarmıştır. Sanıyorum Burhan Özfatura dönemindeydi, Konak Meydanı’na büyük bir AVM yapılacaktı, meslek odalarının ve Koruma Kurulu’nun etkinliğiyle engellendi. Dolayısıyla yerel bilinç dediğim, yerel aktörlerle ve sivil toplum örgütleriyle işbirliği yapmak, yerelde bilgi paylaşımı sağlamak, örgütlenmeye destek vermek ve paylaşımcı olmak. Teknolojinin sunduğu olanaklarla verimli toplantılar yapılabiliyor, halkın görüşü alınabiliyor. Yerel yönetimler isterse çok şeyi başarabilir. Çünkü bir yandan da yargı süreçleri, meslek odaları ve STK’lar var. Yerelin doğal, kültürel, toplumsal değerlerine zarar verebilecek bir proje gündeme geldiği dava açılabiliyor ve kararlar durdurulabiliyor. Bunun örnekleri de çok. Dolayısıyla STK’larla işbirliği içinde olmak, tarımsal üretimi desteklemek, arazilere sahip çıkmak, belediye mülkü olan arazilerin tek bir parselini bile satmamak, üretim kooperatifçiliğini yeniden gündeme getirmek önemli. Egekent’ler, Ege Koop.’un kooperatifleridir. Evka, belediyelerin öncülüğünü yaptığı kooperatiflerdir. Kooperatifleşmeyi hem konut üretiminde hem tarımsal üretimde hem küçük ölçekli üretimde hem de zanaat üretiminde desteklemek gerekir. Kültürel değerlere sahip çıkmak, kaynak getiren projeler yapmak da öyle. Antik tiyatronun ortaya çıkması, İzmir’in kültürel değerine ne kadar artı değer katacak bir proje düşünebiliyor musunuz? Agora bile ne kadar şahane çıktı ortaya. İzmir’de çalıştığım için İzmir Büyükşehir Belediyesi deneyimini daha çok biliyorum. Ama Türkiye genelinde bazı yerel yönetimlerin iyi projeleri olduğunu da biliyorum. Dolayısıyla yerel yönetimlerin yapabileceği çok şey var.