"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Gökçen Kunter Karaduman: Kentsel Müştereklerin Ve Kamusal Alanın İnşasında Kamu Alanları Çok Önemli

  • 19 Nisan 2021

Gökçen Kunter Karaduman

Şehir Plancı

KentLab Başkanı



Kamu arazilerinin özelleştirilmesi ya da satışının yapılması sadece son yirmi yılda yapılan bir uygulama değil. Kritik konu, kamunun yararı ve katılım faktörü. Süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?


Gökçen Kunter Karaduman: Kamu arazilerinin satışı ya da özelleştirilmesi değişik başlıklarla incelenebilir. Ben öncelikle tarihsel süreç açısından bakmak istiyorum. Bu sürece hepimiz tanığız. 1970’li yılların ortasına, hatta 1980’li yılların başına kadar refah devletine dayanan ithal ikameci kalkınma anlayışının kamu arazilerini elden çıkarmak şeklinde bir aracı yoktu. Kamu arazileri, refah devleti ölçütleri içerisinde toplu konut alanları olarak kullanılan ve birtakım kentsel hizmetlerin karşılanması için kullanılan bir stoktu. 1980’li yıllarda başlayan yeni sağ politikalar, kamu arazilerinin de bir piyasası olabileceğini karar vericilere dikte etti. Böyle bir süreç Türkiye’de 1990’larda hızlandı. Özellikle Özelleştirme İdaresi’nin kurulmasıyla beraber kamu arazilerinin özelleştirilmesi gündeme geldi, hatta devletin elinde kamu kuruluşlarının özelleştirme sürecinde kendi ekonomik değerlerinden çok arsa değerleriyle ön plana çıktığını gördük. Mesela Bursa Merinos bu konuda iyi bir örnektir. Herkes Bursa Merinos’un ne ürettiğinden çok, onun stratejik olarak kentteki arsasıyla ilgilendi. Tekel ve şeker fabrikası özelleştirmelerinde olduğu gibi, bunların ekonomik değerleriyle elden çıkarılmasından ziyade arsa değerleri ve kentsel ranttan aldıkları değerlerin sermaye gruplarına aktarılmasıyla ilgilenildi. 


Oysa Cumhuriyetin ilk yıllarında -özellikle Ankara’yı bir model olarak düşünün- çok büyük bir kamu arazisi varlığıyla karşı karşıyaydık. Cumhuriyet’e böyle bir mirasla başlandı. Anadolu da henüz kentleşmemiş ve tarım toplumu özelliğini yitirmemiş nitelikteydi. Mülkiyet yapısı bile oluşmamıştı. Cumhuriyet’in ilk icraatlarından biri de tarım topraklarının özel mülkiyetini oluşturmaktı. Onları tapu ve kayıt sistemi adı altında mülkiyetlere bölmekti. Hatta bunun içinde topraksız köylülere toprak vermek, göçmen ailelere -özellikle Balkanlar’dan gelen ailelere- arsa dağıtmak da vardı. Bu çerçeveden bakıldığında Ankara örnek bir şehircilik modeli olarak geliştirilmişti. Kamu, elindeki toprakları ve arazi varlığını kentleşmeyi düzenlemek için kullanıyordu.  Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Kocaeli şehirlerinde 1930’lu yıllarda Avrupalı meslek adamlarına yaptırılan planlar bu konuda iyi araçlardı ve yerleşim deseninin oluşmasında kamu arazisi stokları büyük bir işlev görmüştü.


1930’lu yıllardan sonra kamunun daha güçlü olduğu ve elindeki arsa stoklarını kentleşme aracı olarak kullanabildiği yılların akabinde kentlerin çekiciliğiyle buralardaki kamu arazilerinin işgali dediğimiz bir süreç başladı. Gecekondu yapılaşması, kentte tutunmak isteyen vatandaşların kamu arazilerini kullandıkları ilk tasarruftu. Gelip yerleştiler. Buna paralel olarak devlet, gecekondu sorununa çözüm bulmak için kamu arazilerini kullanıyordu. Ankara Yenimahalle, gecekonduyu önlemek için kamu arazileri üstünde arsa maliyetlerini sıfırlayarak insanlara konut yapma düşüncesinden ve programından doğmuştu. Devletin bu konudaki farkındalığıyla kentlere gelen talebin büyüklüğü orantısızdı. Yani kırlardan gelen baskı hiçbir zaman devletin Yenimahalle benzeri projelerle engelleyebileceği bir süreç olmadı. 


Özellikle savaşın etkileriyle ve düşen üretim ekonomisinin tekrar yeniden ortaya çıkarılmasıyla yeni devletçilik politikaları çerçevesinde oldu. Kentler kuşatıldı. Kentlerde bulunan kamu arazileri gecekondularla doldu ve bu arsalarda yaşayan insanlar belli bir süreç içerisinde kentsel hizmetleri talep etmeye başladı. Bununla beraber bu kentte yaşayan insanlar da aynı zamanda bir politik güç hâline geldi. Oyları alınması gereken bir güç hâline de geldiler ve hizmetler buralara ulaşmaya başladı. Devletin 1960’lı yılların başına kadarki politikası buraları yasaklamaktı ve gecekonduları yıkmak tarzındaydı, ama böyle bir selin önünde durmak da mümkün değildi. Bu çerçevede devlet 1978 yılında “Arsa Ofisi” kurdu. Sahip olduğu varlığı bir şekilde kontrol edip yönlendirecekti. İmar ve İskân Bakanlığı çerçevesinde böyle bir kuruluş oluşturdu. Hatta o dönemlerde kendi sosyal güvencesinde olan insanlara konut yapmaya çalıştılar.


1970’li yıllara gelindiğinde kentlerde ciddi bir gecekondu varlığı oluştu ve bu varlık büyük oranda kamu arazileri üzerindeydi. Kapitalizm ucuz işgücü talep ediyordu ve finanse etmek için de kentte yaşama maliyetleri düşürülmüş geniş kitlelere ihtiyaç vardı. Kamu arazileri kapitalizmin dönüşümünde devletin elindeki bir varlık olarak sübvansiyon yaptı. İnsanlar hiçbir bedel ödemeden gelip, kentlere yerleşip sadece ev yapım maliyetleriyle kentlerde ayakta kaldı. 


Az önce bahsettiğim politik güç 1970’lerde ciddi bir belediyecilik hareketine de dönüştü. 1973’e kadar muhafazakâr sağ politikalar yasakçı zihniyeti devam ettiriyordu. Gecekonduları yıkmak gerektiğini söylüyorlardı, sürekli imar affı çıkıyordu. 1973’te büyük kentlerdeki CHP belediyeciliği büyük oranda kentlerde yaşayan gecekondu alanlarındaki insanların kentler açısından meşru bir olgu olduğunu kabul etti. Kendi belediyecilik misyonunu da onlara hizmet üretmek ve ulaştırmak üzerinden tarif etti. CHP’nin 1977 seçim başarısına giden anahtar dönüşümlerden bir tanesi de buydu. Yani  kente gelen geniş kitleleri kendi politik çerçevesi içinde içselleştirdi ve onlara hizmet üretmeyi bir politik araç olarak benimsedi. Toplu taşıma hamleleri başladı, buralara otobüs ulaştırıldı, su, kanalizasyon vb. hizmetler götürüldü. 


CHP belediyeciliği bir şekilde onların kentte yaşamasını kolaylaştıracak kentsel hizmetleri üretiyordu, ama alternatifini de üretmek istiyordu. Özellikle Ankara belediyeciliğinin Vedat Dalokay’la başlayan Ali Dinçer’le devam eden ciddi çabaları oldu. Bu süreçte Batıkent yaratıldı. Bir taraftan kentte bulunan insanlara hizmet götürmeyi düşünürken bir taraftan da kente yeni gelecek insanlara imarlı, belli çevre koşullarına ve imar standartlarına uygun arsayı sunmak için çabaladılar. İstanbul’da da örnekleri var, Ataköy gibi.


Kamu arazileri bu şekilde 1990’lı yıllara kadar taşındı. Ama kamu arazilerinin satılması ve bir şekilde özel sektöre devredilmesi akla gelen bir konu değildi. Devlet, Kamu İktisadi Kuruluşları’nı hayata geçirmek ve üniversite kurmak için kamu arazilerini kullanıyordu.

 

Türkiye’de kamu arazileriyle ilgili ilk kırılma 1996’da yaşandı.  O zaman 4046 sayılı bir yasa çıktı. Radikal bir yasaydı. Sadece kamu arazilerini özel sektöre satmayı değil, aynı zamanda kamu arazileri üzerindeki planlama yetkisini de Özelleştirme İdaresi’ne devretmeyi gündeme getirdi. Mesela bir plan vardır, belli kararlar üretilmiştir, o kararla beraber özel sektöre satabilirsiniz, bu olabilir. Ama bu öyle değil. Planlama yetkisini de Özelleştirme İdaresi’ne verdiler. Özelleştirme İdaresi’ne verilen yetkilerle, oradaki kullanımlarla kentin bütünlüğüne donuk bir planlama tasarrufu verilmiş oldu. O günden başlayan süreç, bugünlere derinleşerek geldi.  


2000’li yılardan itibaren Türkiye’de kamu arazilerinin özelleştirilmesi, Ak Parti iktidarı tarafından kentsel dönüşüm adı altında kurgulandı. Kamu arazilerini kentsel dönüşümle değerlendirmek 2003’ten sonra oldu. Kamunun elindeki arazileri TOKİ eliyle bir şekilde konut varlığına dönüştürmek için Ankara ve İstanbul’da planlama kararlarıyla da desteklediler.


Kamu arazileri, kent planlamalarının en önemli aracı. Kent planlamada kamu arazilerinin üç önemli fonksiyonu var. Birincisi, kentsel gelişmeyi kamu arazileriyle yönlendirebilirsiniz. İkincisi, sağlıklı kent ve kent parçaları yaratabilirsiniz. Yani elinizdeki kamu arazisinin üstüne kendi içinde bütünlüğü olan -Batıkent örneğinde olduğu gibi- bir yapıyı kurabilirsiniz. Üçüncüsü, kamu arazilerini toplumsal sübvansiyon olarak kullanabilirsiniz. 


Bunlar, kent planlama açısından çok önemli araçlar. Aslında kent planlamanın varlığı buna dayanıyor. Kentsel gelişmeyi yönlendiremiyorsan, sağlıklı kent parçaları yaratamıyorsan ve kentsel planlama yaparak toplumsal sübvansiyon sağlayamıyorsan kent planlaması yapamıyorsun demektir. Bunun dışındaki kent planlaması ancak piyasaya hizmet eden bir yapı olur. Kent planlamanın geldiği, getirildiği ve sıkıştırıldığı yer böyledir. Bugün kent planlama ne kentsel gelişmeyi yönlendirebiliyor ne toplumsal olarak bir sübvansiyon sağlayabiliyor ne de sağlıklı kent parçaları yaratabiliyor.


Kamu arazilerinin özelleştirilmesinin kent mekânına ne tür etkileri olacak?


Gökçen Kunter Karaduman: Yeni kavramlarımız var: Sürdürülebilirlik, iklim gibi. Bu kavramların ortaya çıkardığı en önemli konulardan birisi, mekânsal adalet. Bunlar mekânsal adaletin ortaya çıkardığı sorunları çözme araçları. Konut piyasasının ve kentin gelişme noktalarının geldiği durum, piyasa ve rant konusu artık. O yüzden büyük bir konut spekülasyonu var. Olmayacak konutlar, olmayacak değerlerde alınıp satılıyor. Bunlar yatırım aracı olarak görülüyor. Üretim ekonomisi olmayınca insanların  kendi birikimlerini değerlendirebileceği başka bir olanak yok. 


Tarihsel kronolojide bugüne geldiğimizde İstanbul Fikirtepe’nin ya da Ankara Atatürk Orman Çiftliği’nin dönüşümünün bu rant anlayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Bütün bu dönüşüm süreçleri kentin önemli donatı mekânlarında oluyor; yeşil alanlar, ormanlar, tarım alanları,  kıyı alanları, kamusal alanlar bu dönüşümü yaşıyor. 


Rantın odakta olduğu 35.000 nüfuslu Fikirtepe Mahallesi dönüşümden sonra 180-200.000 nüfuslu bir mahalleye dönüşüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kadıköy Belediyesi’nin ya da Özelleştirme İdaresi’nin plan yapma yetkisini de alarak sadece o araziyi satmıyor, kentin o parçasının geleceğini de satıyor. Fikirtepe’de 200.000 nüfuslu bir plan, Tarım İl Müdürlüğü’nde ve Fenerbahçe Kalamış’ta ayrı bir plan gibi parça parça uygulamalar söz konusu oluyor, bunların belediye açısından birtakım yükleri var. Yeni yapılanların emlak gelirlerinin büyük bir kısmı da merkezi idareye gidiyor, belediyeye gelmiyor. Dolayısıyla bu dönüşümün yarattığı kentsel ekonomiden belediye bir pay alamıyor, değişimi ve dönüşümü yönetemiyor. Yani bir ilçe belediyesi kentini yönetemiyor. Çünkü parçalı bir yetki alanı var. Plan yapan kamu kurumu sayısı fazla. Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ya da Diyanet oraya buraya sürekli bir şey yapmak istiyor. İlçe belediyesi bütün bu müdahalelere yetişemiyor ve bu müdahalelerin yarattığı sorunları çözme adresi de belediye olarak gösteriliyor. Belediye bütün bu sorunların yaratıcısı değilken sorunları durumunda kalıyor. 


Kentsel müştereklerin ve kamusal alanın inşasında kamu alanları çok önemli. Özellikle büyükşehirlerin kent merkezlerinde sosyal ve teknik altyapı alanlarının oluşturulması için kamu alanlarının korunması gerektiği ortadadır. 



Önerilen Haberler