"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Oktay Kargül: Akciğerimiz Dediğimiz Alanlar Ya Yapılaşmaya Ya Konuta Açılıyor

  • 19 Nisan 2021

Oktay Kargül

İstanbul Planlama Ajansı

Genel Sekreteri



Yaklaşık yirmi yıldır hazineye ait arazilerin imara açılmasından, satılmasından ya da imar özelliğinin değiştirilmesinden en çok İstanbul etkileniyor ve büyük bir baskı altında. Gezi Parkı’nı bir harekete dönüştüğü için daha çok dile getiriyoruz ya da Selimiye Kışlası’nı biliyoruz, ama mesela TRT’nin arazisi açılıyor, Kanal İstanbul yapılıyor. Bütün bunların hem belediyecilik hizmetleri açısından handikapları hem de ekolojik çevresel etkileri var. İstanbul’da tablo ne? Şimdiye kadar ne kadarlık alan açıldı, satıldı? Bu alanların özellikleri ne? Tarım arazisi var mı ya da korunması gereken araziler mi? 


Oktay Kargül: Genelden başlayarak özele doğru gideceğim. Planlamanın çok basit ilkeleri vardır. Planlama, tamamen nüfus projeksiyonuna bağlı yapılan bilimsel bir çalışmadır. Bu çalışmada kentin geleceğine dair öngörülerde bulunup projeksiyon çizersiniz ve o projeksiyonda da kentin doygun nüfusunu hesaplarsınız. Doygun nüfustan kastım da şu: Sınırsız metrekarelere sahip bir kara parçası yok. Bu dünyada var olan tek canlı da bizler değiliz, bir ekosistemin parçasıyız. Bu ekosistemi bütüncül ve dengeli bir şekilde korumakla yükümlüyüz. Bunu sağlamadığımız zaman bahsettiğimiz doğal afetlerle karşı karşıya kalıyoruz. Bu durumun daha yıkıcı sonuçlarıyla defalarca yüzleştik. Ne yazık ki, gelecekte de yüzleşmeye devam edeceğiz. Yerel yönetimlerden merkezi yönetime kadar bu riskleri minimalize edecek çalışmalar yapmak gerekiyor. Nedir bunlar? En bilineni, bir dere yatağına yerleşmememiz gerekiyor. Bir dolgu alanına konut yoğunluğu yapmamak gerekiyor. Kent içindeki nüfus artışları ve bahsettiğimiz alanların imara açılması zincirleme bir reaksiyona neden oluyor. Nüfus şişkinliği nedeniyle şu an dünyanın en sıkışık trafiklerinden birine sahibiz. Bu tarz alanları -tarım, orman, mera, havza vs.- yapılaşmaya açtığınız zaman yeni bir nüfus getiriyorsunuz ve yeni bir bağlantı yolu yapıyorsunuz. Doğal olarak olumsuzluklar ve trafikteki bekleme süresi artıyor. 


Bir diğeri, sosyal donatı alanlarına erişim. İstanbul, kişi başına düşen yeşil alanda 1 metrekarenin altında ilçelere sahip. İnanılmaz bir yoğunluk. Bir birey olarak nefes alacağınız yeşil alanınız yok. Bağcılar, Esenler, Güngören örneği gibi. Bu ilçelere yeni yeşil alanlar kazandırıp insanların yaşam kalitesini yükseltmemiz gerekiyor. Devlet eliyle yasalarda kişi başı 10-15 metrekare gelişme alanları belirlerken uygulamada var olan alanlarımızı da yok ediyoruz. Bu, inanılmaz bir çelişki. 


Sonuçta devletin yapmakla yükümlü olduğu hizmetler var: Eğitim, sağlık, kültürel alanlar vs. Bunları özel sektörler değil, devlet eliyle yapmak gerekir. Bu konuda ciddi eksiğimiz var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak kreş yapacak yer bulamıyoruz, yer kalmamış, ya ticaret alanı olarak verilmiş ya da konut alanına gitmiş. Bu tarz donatı alanları yapmadığımız sürece yaşayanların da refah düzeyi azalıyor. Yani yürüyerek eğitim alıp, sağlık hizmetlerinden faydalanabilecekken yoksulluğun en üst noktasına ulaştığı günümüzde insanları bu tarz imkânlardan mahrum bırakıyoruz. Bunlar bizim gündelik hayattaki en önemli problemlerimiz. 


Bir de işin gelecek vizyonu var. Nedir gelecek vizyonu? Doğal alanlarımız. İstanbul özelinde çok net bir tanım var, İstanbul kuzeye yerleşmemeli. İstanbul doğu-batı aksında yerleşmeli. Merkezi hükümet tarafından alınan her kararda meralar, tarım ve orman alanları gasp ediliyor. Akciğerimiz dediğimiz alanlar ya yapılaşmaya ya konuta açılıyor ya da turizm, ulaşım deniliyor ve gün sonunda bu alanların her biri imara açılıyor. 


Şu an Kanal İstanbul için düşünülen alanda, mevcut metrekarede %13’lük bir fundalık alanı, %11’lik bir göl alanı, %50’lik tarım alanı %5’lik orman alanı, %8’lik kıyı kumulları var. Toplam alanın sadece %4’ü yerleşim alanı. Bu saydığım alanların hepsini bir anda yerleşime açıyorsunuz. Bunun kent için ciddi bir yük yaratacak. Ne olacak? Hava kirliliği ve ısı adası olacak, iklim değişikliğini iyice körükleyecek. Yaklaşık 1.5 milyon insanın bir yıllık oksijenine tekabül ediyor. Proje yaparken kentle olan ilişkisini iyi düşünmemiz gerekiyor. Zaten 18 milyon gibi doygun bir nüfusa erişmiş, günlük giriş çıkışlarla 20 milyona erişen kentte yeni konutlar yapmak neredeyse 2 milyonluk bir nüfus koymak demek. 2 milyon nüfusu eklediniz, 2 milyonla kalacak mı? Yapılaşma her zaman etrafını ve etrafındaki alanların da yapılaşmasını etkiler. Hiçbir zaman yapay bir sınır çekemezsiniz. O sınır doğal olarak gelişir ve izin verdikçe genişleyerek gider. Bu durum diğer tarım alanlarının da yapılaşmasına neden olacak. Ormanın, sulak alanların ve havzaların kirlenmesine yol açacak. Bu tarz alanların gerek ekolojik anlamda gerek gündelik yaşamdaki refah düzeyi açısından korunmaları çok önemli. Özellikle merkezi hükümetin karar verdiği alanlardaki büyük projelerde yoğunluğu artırıcı işler yapılıyor. Fikirtepe gerçeğini kimse inkâr edemez. Mevcut 1, 2, 3 katlı yapıların yerini gökdelenler alıyor. Yeni yol mu yapıldı? Hayır, zaten aynı yol. İşte orada bir yoğunluğa neden oldunuz.


Bunların gerek şehircilik anlamında gerek ekolojik anlamda etkilerini ne yazık ki göz ardı ediliyor ve bu aşamadaki temel motivasyon da sizin dediğiniz gibi rant kapısı. İnşaat demek, yeni bir iş kapısı ve bugünü kurtaran ekonomik çarkı beslemek demek. Kalıcı bir istihdam, ekonomi getirisi yaratan bir sektörden ve teknolojiye yönelik bir AR-GE’den bahsetmiyoruz. Günümüzde yeşil ekonomiden konuşulurken biz hâlâ hafriyat ne olacak, ne kadar inşaat alanı olacak hakkında konuşuyoruz. Bu nedenle İstanbul içerisinde başka projelerden de bahsedebiliriz, ama Kanal İstanbul zaten bunların hepsini içerecek büyüklükte bir proje. Konut alanı dışında gösterilen teknoloji geliştirme ve turizm bölgesi de tamamen kentsel gelişme alanı olarak tarif edildi. Bunun İstanbul’u ne noktaya getireceğini hiç kimse tahayyül edemez. Yeni bir ada ve kent oluşturmak anlamına geliyor. Doğanın dengelerini bozmak demek. 


Eğitim hayatımdan bu yana ilgimi çeken bir tanımdır: Doğa kendine ait olanı her zaman geri alır. Doğaya bu kadar müdahale etmemeliyiz. Mutlu ve sağlıklı yaşamak istediğimiz için müdahale etmemeliyiz. Bundan bir yıl öncesine kadar salgın hastalıklar üzerine hiçbir kentin acil durum çalışması yoktu. Bir anda herkes bu durumla yüzleşti. Temel ihtiyacımız, sosyal mesafe ve açık alan. Var olanı genişletmek, kentsel açıklıklar, kaliteli kentsel ve kamusal mekânlar oluşturmak yerine mevcuttaki yeşil alanlarımızı da yerleşime boğmak, bir sahil kenarında, bir hafta sonunda kişi başına 3 metrekare düşüyorken onu bire düşürmek demek. Çünkü oradaki yoğunluğu da artırıyorsun, sadece bir bölge değil. Kentin tüm alanına yön veriyorsunuz. Kenti sürdürülemez bir noktaya getiriyorsunuz. 


Gezi Parkı örneği var. Taksim gibi merkezi bir yerde Gezi Parkı ve Maçka Demokrasi Parkı haricinde yeşil bir alan bulunmuyor. Hem turizm hem ulaşım hem de kentsel kimlik açısından bu denli sembolik, bu kadar ziyaretçisi olan bir alanı böldüğünüzde yaşam kalitesi ister istemez düşecek. Var olan yeşil alanı işgal ediyorsunuz. Son 1.5 yıldaki deneyimlerimiz gösterdi ki, yeşil alanlarımızın artması gerekiyor. Şu an sahile erişim açısından sıkıntılı bir kent görüyoruz ve sahildeki sürekliliği sağlamamız gerekiyor. Buna yönelik çalışmalar yapmamız lazım. Kenti yeni oluşturulacak yat limanlarıyla kıyı alanlarının da işgaline maruz bırakıyorsunuz. 


İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin elinden yapıları alıyorsunuz ya da kullanılamaz hâle gelecek yapıların restore edilmesine izin vermiyorsunuz. Yerebatan Sarnıcı örneği var. Galata Kulesi’nin alınması var. Haydarpaşa Garı’nın İBB yerine ne olduğu bilinmeyen bir kuruluşa verilmesi var. İstanbul deyince akla gelen sembolik mekânlarda İBB’nin söz hakkı yok. İBB zaten hizmet veriyor, neden özel ve farklı kurumlara verme gereksinimi duyuyorsunuz? Bunun altında iyi niyet olması söz konusu değildir. 


Seçim zamanı da İstanbul’daki çalışmaları özellikle yerele odaklanan ve insan hayatına dokunan bir şekilde tasvir etmiştik. Kreşlerden, mahalle evlerinden, istihdamdan bahsetmiştik. Bunun temel nedeni, şimdiye kadar bu tarz politikaların halktan ve mahalli ölçekteki kitleden uzaklaşıp tamamen merkezileşmesiydi. 


Gün sonunda kimseye hizmet etmeyen büyük yapılardan oluşan bir strateji söz konusuydu. Oysa yerelin ihtiyacı, denize ve parka ulaşabilmek. Çocuklarına oyun alanları sunabilmek. Bununla birlikte kent ekonomisini olabildiğince güçlendirip istihdam imkânları sağlamak. Bunu yapmak yerine konut ve yapı odaklı devam edildi. Bu kararlar kadim kent dediğimiz İstanbul'un yavaş yavaş yok olmasına neden oluyor. Biz şu an bu gidişata dur diyoruz. Mahalle evleri, kreşler, kütüphaneler ve parklar açıyoruz. 


İPA, tüm bu süreçlerde katılımı nasıl sağlıyor? Farkındalığa yönelik neler yapıyor? Kentin gelecek vizyonunu nasıl oluşturuyor?


Oktay Kargül: Meslek odalarıyla ve STK’larla olabildiğince katılımcı bir süreç yürüterek bir araya geliyoruz. Yeni imar kararları alınırken İmar Şehircilik Daire Başkanlığı katılımcı bir süreç yürütüyor. Bakırköy örneği var, şu an Beyoğlu planlarında çalıştaylar yapılıyor. Adalar’da da aynı şekilde. Süreci kentin ortaklarını, paydaşlarını, bileşenlerini bir araya getirerek yürütüyoruz. İstanbul Planlama Ajansı olarak çalıştaylar serisi başlattık. Depremden Kanal İstanbul’a, ulaşıma kadar birçok konuyu insanları, uzmanları, yerel kişileri çağırarak ve onları dinleyerek oluşturduk. Daha da ilerlettik, bu çalışmaların hepsi stratejik planın içeriğini oluşturdu. Bütün bu çalışmalara paydaşlarından kopuk, kapalı kapılar arkasında değil, herkesle tartışıp aynı masaya oturarak devam etme kararlılığımız var. Meslek odalarıyla da ortak bir masamız var, gündemler üzerinde değerlendirmeler yapıyoruz. 


İstanbul Planlama Ajansı olarak temel hareket noktamız, şeffaflık, demokratik bir yaklaşım ve veriye dayalı bir kent. Neden veriye dayalı diyoruz? Çünkü kişi hafızasıyla değil, işin sayılarıyla, ilkeleriyle, bilimsel etki ve değerleriyle kararlar almak gerekiyor. Bu kararları sayısal bir altlıkla, teorik çerçeve içerisinde sunmak gerekiyor ki, geleceğe dokunsun. İstanbul Planlama ajansı da bunu sağlıyor. Şu an hem Vizyon 2050 Ofisi hem İstanbul İstatistik Ofisi olarak kentin geleceğine dair yol haritasını çıkarma konusunda ilerliyoruz. Dış paydaşları, kent için araştıran, yazan, üreten, benim de fikirlerim var diyen herkesi bir araya getiriyoruz. Sosyal Politikalar Merkezi’nde yürüttüğümüz çalışmaları sadece günü kurtarmak üzerine planlamıyoruz. Kalıcı, lokal ve noktasal sorun tespitleri yaparak çözüm üretiyoruz. Kamusal Tasarım Ofisi’yle meydanlarımızı herkese açtık, ulusal ve uluslararası yarışmalarla yetinmeyip oylamaya sunduk. Kullanıcının kararına saygı duyan bir noktaya getirdik. İstanbul Planlama Ajansı’nın İBB’nin bir kurumu olarak aslında temel vazifesi bunu sağlamak. 


Vizyon 2050 Ofisi de buradan yola çıkarak kentin 2030-2050 yol haritasını çıkartacak. İstanbul ölçeğindeki metropoller bambaşka konular tartışıyor. Kopenhag, küresel ısınmada suların ne kadar yükseleceğini ve kenti su seviyesinden uzaklaştırarak nasıl deplase edeceğini tartışıyor. Barcelona, farklı bir şey tartışıyor. İstanbul ölçeğinde bir kentin vizyon planının revizyonunu bırakın, planına bile başlanmamıştı. Öncelikle İPA bünyesinde Vizyon 2050 Ofisi’ni kurduk ve bu çalışmaları başlattık. Biz de bu çalışmayı BM’nin kalkınma hedefleri doğrultusunda hazırlıyoruz ve oradaki 17 başlığı sahiplenerek istihdamdan mekânsal organizasyona, kentsel dayanıklılıktan toplumsal cinsiyete, sosyal politikalardan sektörlere kadar aklımıza gelen tüm konuları (ulaşımı, kırsal alanı, kültürü, kültürel mirası) kapsayan ve demokratik katılımcı yönetim politikalarını gözeten bir çalışma yürütüyoruz.

 

Yaz aylarında paydaş çalışmalarımız da tamamlanacak. Mevcut durumu yine paydaşlarımızla görüşeceğiz ve bunun sonunda 2050 vizyonunun amacını, stratejisini, hedef ve eylemlerini açıklayacağız. Tabii ki öne çıkan konular var. İklim konusu bizim için çok önemli. Ekonomi, istihdam, sosyal politikalar ve yoksunluk konusu aynı şekilde. İstanbul ölçeğinde söz söylenmesi gereken majör konular bunlar. Mevcut sorunları da göz ardı edemeyiz. İstanbul’da trafik hâlâ birinci sorun olarak durmakta. Trafik sorunu, yeni yol yapmakla çözülmez. Siz kenti bütüncül olarak ele alıp planlamalısınız. Son 25 yılda yolundan şaşmış, pusulasını kaybetmiş, herkesin yalnızlaştığı ve kendisini çaresiz hissettiği bir İstanbul’la karşı karşıyaydık. İki yılda yaptığımız tüm çalışmalarla bu yaralara merhem olduğumuzu görüyoruz, çünkü etkileri ölçüyoruz. Sonuçlarından da mutluyuz, ama çok işimiz var, çalışmaya devam.



Önerilen Haberler