YÜKLENİYOR
Doç. Dr. ÖZDEN BADEMCİ
Klinik Psikolog
Maltepe Üniversitesi
Siz risk altındaki çocuklarla çalışıyorsunuz. Deneyimlerinizi anlatır mısınız? Bugüne kadarki çalışmalarınız neyi gösteriyor? Sizce bu konuda acil eylem planı ne olmalı ve yerel yönetimler bu konuda neler yapabilir?
ÖZDEN BADEMCİ: Her şeyden önce bu alanda çalışan insanların konuya ilgilerinin samimi olması gerekiyor. Hassasiyet ve tutarlılık gerektiren bir çalışma içinde olduklarının bilincinde olmalarına da ihtiyaç var. Samimi ilgi, en önemli kaynak aslında. Çocuğun içine doğduğu “anormal” koşullara uygun “normal” savunma mekanizmaları geliştirdiğini, tutum ve davranışlarının hayatta kalma mücadelesinin sonucu olarak ortaya çıktığını anlamak lazım. Suçlayıcı, düzeltici, tedavi edici değil, destekleyici bir anlayışla yaklaşmak gerekiyor.
Üniversitelerin daha çok sahada olmasına ve bilginin sahadaki muhataplarıyla birlikte üretilmesine ihtiyaç var. Üniversite hem bilgi üretiyor hem de insan yetiştiriyor. Gerçekliğin içinde olması, toplumu beslemesi, toplumdan beslenmesi ve duvarların arkasında olmaması gerekiyor.
Alanda çalışanlarda genel olarak tükenmişliğin ve umutsuzluğun yaygın olduğunu, yaptıkları işin yararına dair inançlarının azaldığını, “böyle geldi, böyle gider” anlayışının pek çok yerde hâkim olduğunu gözlemliyorum. Prof. Daniel Siegel, bir konuşmasında: “Sosyal adaletin en büyük düşmanı, umutsuzluktur,” demişti. Ne kadar da anlamlı bir tespit.
Karar vericilerin büyük bölümünün alanın gerçeklerinden ve ihtiyaçlarından uzak olması nedeniyle meseleye karşı duyarsızlaştıklarını gözlemliyorum. Sonuç: Hizmeti verenler de, hizmeti alanlarla da yalnız. Umutsuzluğun ve tükenmişliğin yanı sıra çalışanların verdikleri hizmete olan inançlarının da zayıf olduğunu görüyorum.
Aynı zamanda psikoloji bölümünde öğretim üyesiyim, travma çalışıyorum. Travma aslında her yerde. Sosyal değişimden söz edebilmek için her alanda değişime gerek var. Zihinsel değişimin entelektüel tartışmanın ve zihin jimnastiğinin ötesine geçerek kalıcı hâle gelmesi için içselleştirilmesine ihtiyaç var. Gördüğüm eksikliklerin başında geliştirilen uygulamaların “travma bilgisine” dayanmaması geliyor. Meselenin çözümünün çalışanların seminer/eğitim çalışmalarıyla desteklenmesi ve çocuklar için atölye çalışmalarının planlanması olarak anlaşıldığını görüyorum. Bu yaklaşım yeterli olmadığı gibi, hizmeti veren ve çocuk açısından çaresizliği, yetersizliği ve umutsuzluğu derinleştiriyor.
Hizmeti verenler, hizmeti alanların gerçeğini en iyi bilenler. Kırılgan gruplarla çalışmak, insanların kendi kırılganlıklarını ve travmalarını tetikler. Duyarsızlaşarak duruma alışmak, bir travma semptomudur. Kişi kendinden koparak sosyal ilişkisellik durumundan çıkar; savaş, kaç ya da donma durumuna geçer. Kişinin sinir sistemi aktive olmuştur, hatta bu aktivasyon o kadar artar ki, kişi donabilir. Yaşadıkları olumsuzluklar nedeniyle zaten savaş, kaç ya da donma durumunda olan çocuklar, savaş, kaç ya da donma içinde olan hizmet verenlerle karşı karşıya geldiklerinde birbirlerini tetiklerler. İki grup karşılıklı olarak birbirlerinin aktivasyonlarını daha da artırır. Sonuç: Umutsuzluk, hatta daha fazla travmatize olma. Travma bilgisine dayalı hizmet modeli, çocuklarla etkileşime giren herkesin “sosyal ilişkisellik” durumunda olduğundan, kendileriyle bağlantı içinde bulunulduğundan emin olmayı ve güven temelli ilişkilerin kurulmasını hedeflemektir. Çocukların davet edildiği sosyal ortamın hem hizmeti veren hem de hizmeti alan için kapsayıcı ve güvenli olduğundan emin olmak çok önemlidir. Bu yaklaşım, sınırları belli olan etik ve bilimsel değerlerden beslenen güven temelli ilişkileri odağına alır. Yani değişim ve gelişim, sistemin içindeki herkesi içerdiği sürece vardır.
Hizmet verenlerin desteklenmesi, canlanmalarına ve sistem içinde diğer tüm yapılarla etkileşim içinde olmalarına, canlı/nefes alan bir sistemi deneyimlemelerine olanak tanıyacaktır. Aksi hâlde sistem, kendi bilinçdışı savunma mekanizmalarını üretir. Mekanikleşerek ve yabancılaşarak ancak var olmayı sürdürebilir hâle gelir. Böylece umutsuzluk ve yabancılaşma tekrar tekrar yeniden üretilir, çözümsüzlük derinleşir. Çocuklara hizmet vermek üzere oluşturulan yapıların kendileri örseleyici yerlere dönüşür. Böylesi yapılar, çoğu kez dışarıdan gelen yeni nefeslere, canlara ve yeniliklere kapalı olur. İçe almak da zorlanır. Kurumlarla da, aynı kişilerle çalışıldığı gibi, kurumun hassasiyetlerine dikkat ederek çalışmak gerekiyor. Bu, zaman gerektiriyor. Her kurum, bu zamanı verecek sabrı gösteremeyerek ve işbirliğini sağlayamayarak süreci sonlandırabiliyor.
Üniversitelerin alandan ne kadar uzak olabildiğini, bilgiyi üretirken çocuğun ölçme ve değerlendirme araçlarına indirgendiği, çocukların özgün seslerini duyurmak üzere çocuklarla birlikte değil, çocukların, gençlerin ve çalışanların üzerine araştırma yapıldığını gözlemliyorum. Birlikte çalışmak, beraber üretmek ve işin içinde olmak odak noktası olmalı.
Alanda çalışanların üniversiteye karşı önyargılarının olmasını da anlıyorum. On yıl kadar önce genç bir psikiyatrist arkadaşım sokakta yaşayan çocuklarla yapılan nicel araştırma desenine dayanan bir projede yer almıştı. Sokakta yaşayan çocuklara ölçeklerin verildiği bir araştırma deseniydi. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu araştırılıyordu. Benim etik açıdan sorunlu bulduğum, bu yöntemle ulaşılan bilginin yanıltıcı olacağını ve çocuklar açısından örseleyici sonuçlar doğuracağını düşündüğüm bir araştırmaydı. Nitekim bu arkadaşım, araştırma sırasında bir çocukla aralarında geçen konuşma üzerine araştırmadan ayrıldığını söylemişti. Bu konuşmayı paylaşmak istiyorum. Sık sık hatırlarım bu anekdotu, durumu çok iyi ortaya koyduğunu düşündüğüm bir örnek. Okuma-yazması sınırlı olan ve yaşadıklarından ötürü dikkati dağınık bir çocuğa ölçekler veriyorsunuz. Bir noktada arkadaşım “Bana yaptığım o kadar anlamsız geldi ki. Sıkıldıysa ölçeği bırakabileceğini çocuğa ben söyledim. Çocuk da bana ‘Yok abi, sen ekmek parandan olma, devam edelim’ diye cevap verdi,” demişti. Yorumsuz paylaşıyorum.
Genelde şu soruyu çok duyarım: “Kaç çocuk kurtardınız?” Ben size insan hikâyeleri anlatabilirim, birisi için anlamı bile olmayan ama o çocuk için çok büyük bir adım olan değişimden bahsedebilirim. Çocuğu odağa almak, derinliğine çalışmak ve güven ilişkisi kurmak gerekiyor.
Alanda çalışanlar kendi gerçeklerinin ve ihtiyaçlarının farkında. Karşılarına bir uzman, bilen kişi olarak çıkmak gerçekçi olmadığı gibi, bilgi üzerinden bir hiyerarşi de oluşturuyor. Bunun yerine birlikte çalışmak ve beraber öğrenmek üzere güvenli alan oluşturulmasına gerek var.
Bizim projelerimizden biri, sokakta yaşayan çocuklarla dört yıl boyunca üniversitede yaptığımız “Çocuklarla Birlikte Projesi”ydi. Çalışma, zaman içinde çocukların beklentileri ve ihtiyaçları doğrultusunda evrildi. Süreci sürekli olarak değerlendirmek suretiyle birlikte deneyimledik. Bana göre her saha çalışması, aynı zamanda bir sosyal eylem araştırması.
Böylesi bir güven ilişkisinin kurulması ve güven ortamının yaratılması çok önemli. Yıllar sonra, Ekim 2020’de çocuklarla tekrar bir araya geldiğimizde o günleri konuşurken: “Siz hep bizim kararımızla hareket ettiniz. Hep bize ne yapmak istediğimizi sordunuz. İncelik gösterdiniz,” dediler. Proje koordinatörü ve merkez müdürü olarak birlikte öğrendiğimiz, birbirimizi hissettiğimiz, herkesi içine alan bir topluluğa dönüşmek esas. Çocuklar için değil, çocuklarla birlikte bir topluluk oluşturmak. Bunun içinde ben de varım, öğrencilerim de var. Çocuklar da var, alanda çalışanlar da var. Herkesin duyulduğunu ve görüldüğünü hissettiği, aktif katılım gösterebildiği, dayanışmada bulunduğu bir topluluk. Projelerimizin adlarını da bu anlayışla belirledik: “Çocuklarla Birlikte”, “Gençler İçin Gençlerle”, “Liseden Üniversiteye Gençlerle Birlikte”, “Okuldayız Nişantepe”, “Okuldayız Üsküdar.”
Hepimiz travmatizeyiz. “Ben büyük bir şey yaşamadım,” diyerek travmatize olmadığımızı zannediyoruz. Kolektif ve kuşaklararası travmalar var. Travmanın en büyük semptomu, yarılmadır, bölünmedir, ayrışmadır. Uzman da çalıştığı grupla ayrışır. Patolojize ve medikalize ederek ötekileştirir.
Bir bütçeye gerek kalmadan çalışıyoruz. Sadece iki tane bütçeli projemiz var. Proje yazmak, başlı başına özel bir alan. Benim proje yazmak için ne zamanım ne de bilgim var. On yıldır Türkiye’deki çalışmaların içindeyim. Doktora sürecini de eklersek, on beş yıl oldu. Aslında bütçesiz çalışmak ve bunu yükseköğrenime dahil etmek, çalışmaların süreli değil, sürdürülebilir olmasını ve üniversite eğitimiyle bütünleşmesini sağlıyor. Bugünün psikoloğu, sosyal hizmet, eğitim fakültesi, hemşirelik bölümü ve çocuk gelişimi bölümü öğrencisi yarının profesyoneli.
Alanın ihtiyaçlarına göre dersler açıyoruz. Programlar oluşturuyoruz. Açtığım iki tane ders var. Şimdi yüksek lisans programımızda var. SOYAÇ’la birleştirmek üzere beden psikoterapisi sertifikalı klinik psikoloji yüksek lisans programının oluşturulması için çok gayret göstermiştim. Sosyal değişimin ancak bedende de deneyimlendiğinde anlam kazanacağını biliyoruz. Sinir sisteminin verdiği savaş, kaç/donma tepkileri yerini yatışmış bir sinir sistemine bırakınca sosyal değişim, uyum, harmoni, şefkat, sevecenlik, empati yani barış mümkün oluyor. Bu programın öğrencileri de uygulamalarını SOYAÇ’ta yapıyor. Literatürde vücut bulan sosyal adalet olarak görüyoruz. Bu, fevkalade bir şey.
SOYAÇ programını anlatır mısınız?
ÖZDEN BADEMCİ: Maltepe Üniversitesi Sokakta Yaşayan ve Çalışan Çocuklar İçin Uygulama ve Araştırma Merkezi (SOYAÇ). İlk olarak 2010-2014 yılları arasında o zamanki adıyla Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na bağlı İstanbul İl Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Müdürlüğü işbirliğiyle “Çocuklarla Birlikte Projesi” gerçekleştirdik. Devletin ilgili kuruluşlarının işbirliğiyle ve projedeki çocukların yaşına yakın yaş grubundan üniversiteli gençlerle sokakta yaşayan çocukların kendilerini duygusal/sosyal anlamda güvende hissettiği ve kapsandıklarını deneyimledikleri bir kültürel ortam yaratarak bağlanma temelli psiko-sosyal grup desteği verdik.
“Çocuklarla Birlikte Projesi”, 2010-2011 yılları arasında çocukların kaldığı kurumlarda gerçekleştirildi. Çocukların talebi üzerine çalışmalar, Eylül 2011’den Haziran 2014’e kadar Maltepe Üniversitesi Yerleşkesi’nde devam etti. Proje kapsamında başta psikoloji bölümü olmak üzere üniversitenin hemen hemen tüm bölümlerinin öğretim elemanlarının ve öğrencilerinin aktif katılımıyla çocuklara psiko-sosyal destek ve eğitim desteği verilmişti. O zamanki kurum yetkilileri tarafından çalışmalar sonlandırıldıktan sonra da çocuklarla iletişim devam ettirilmiş, bu çocuklardan dördü 2014-2015 yılları arasında ISTKA destekli “Gençler İçin Gençlerle” projesinde akran destek personeli olarak istihdam edilmişti.
Artık 20’li yaşlarının başında olan bu gençlere, 2020-2021 akademik yılından itibaren “Uluslararası Beden Psikoterapisi Sertifikalı Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı”na devam eden öğrenciler tarafından klinik uygulama ve süpervizyon dersleri kapsamında Toplum Ruh Sağlığını Geliştirme Derneği işbirliğiyle bireysel psikoterapi desteği veriliyor.
Hangi kurumlarla ve kimlerle çalıştınız?
ÖZDEN BADEMCİ: Önce sokakta yaşayan çocuklarla ve çocukların hizmet aldığı kurumlarla başladık. Akabinde cezaevindeki çocuklar, infaz koruma memurları, çocuk işçiler, sokakta çalışan çocuklar vs.
İlk çalıştığımız çocuklar, sokak ve kurumlar arasında gidip gelen, sokakta yaşayan çocuklardı. SOYAÇ kurulduktan hemen sonra uluslararası koalisyonun bir üyesi olmuştu. Bu bizi çok güçlü bir uluslararası ağla buluşturdu.
Çalışmalara önce sadece psikoloji öğrencileriyle başladık. Çocuğun ve öğrencinin aktif katılımı, çocukla uyumlanma süreçleri üzerinde durduk. Öğrencilerimizi düzenli olarak eğitimlerle ve süpervizyonlarla destekledik.
Bizler de sahada öğrencilerimizle birlikteyiz. Öğrencinin hocalarıyla yan yana olması, birlikte üzülmesi, birlikte dertlenmesi, birlikte öğrenmesi ve hocanın öğrencisini sürecin içinde desteklemesi öğrenciyi canlandırıyor. Üniversite öğrencileriyle çocukların etkileşimini gördük. Üniversiteliler geliyorlar diye sokaktaki çocuk bir gün önceden kuruma gelmeye başladı. “Buraya üniversiteliler geliyor, bizi dinliyorlar, sen de gel,” diyerek sokaktaki diğer arkadaşlarını çağırdılar. Bununla ilgili o kadar çok hikâye var ki. İki defa üniversiteye geldiler ve dönemin sonunda niteliksel bir araştırma yaptık. Ben niteliksel araştırma âşığı biriyim. Brene Brown, nitel veri için “ruhu olan” veri diyor. Çocuklar bize şunları söyledi: “Siz, bize hep ne yapmak istediğimizi sordunuz. ‘Gelin şunu yapacağız,’ demediniz, sordunuz.”
Çocuklar ayrıca “Öğretmen söyleyince başka, psikolog söyleyince başka oluyor, ama üniversiteli ablalar, abiler söyleyince başka oluyor,” dedi. Bir de: “Maltepe Üniversitesi’nin otobüsleri sarı, biz hep sarı otobüsün gelmesini bekledik. Biz sizi beklemek istemiyoruz, siz bizi bekleyin, biz gelelim,” dediler. Maltepe Üniversitesi’nin hakkını teslim etmek gerekir. Kapılarını sonuna kadar açtı. Çocuklar üç yıl boyunca üniversiteye geldi. Birinci yılın sonunda şunu söyleyen oldu: “SOYAÇ olmasaydı, ben sokaktaydım.” Kurum çalışanlar bize çocuklar üzerindeki olumlu etkileri ve gözlemlerini aktardı. “Biz çocukları ilk kez bu kadar heyecanlı gördük. Sizinle buluşmadan önce kıyafet ödünç alıyor, tırnaklarını kesiyor, öz bakımlarına dikkat ediyorlar,” dediler. Hepimizin ihtiyacı olan şey; görülmek, değer verilmek ve ilişki kurulmak. Bir araştırmacı, en büyük gerçeğin sevilme ihtiyacı olduğunu söylemişti.
Üniversiteli gençlerin işin içinde olmasının şöyle bir önemi var: Genç insan, dünyayı ve hayatı değiştirebileceğine inanıyor ve onların yaşam enerjileri yüksek. Umutla ve doğallıkla çocuklarla karşı karşıya geliyor. “Hadi resim atölyesi, ahşap atölyesi yapalım,” demiyoruz. Her bir çocuğun onu hatırlayan, zihninde tutan, terapötik yönderlik yapan akran bir danışmanı var. Psikanalitik kuramdan, beden psikoterapisinden, sosyo-kültürel kuramdan ve travma çalışmalarından besleniyoruz. Çocuklar üniversiteye gelmeye başladıktan sonra atölyeler çocukların isteğine göre açıldı. Felsefe kulübü, sanat/yabancı diller atölyeleri. Erasmus değişim programıyla yabancı öğrenciler geliyordu. Yabancı öğrenciler için müthiş bir çekim alanı oldu. Çocuklar, başka ülkelerden gelen gençlerle bir arada olmaktan çok etkilendi. Uluslararası, kültürlerarası bir ortamda bulunmak hem çocuklar hem de öğrencilerimiz açısından etkili oldu. Çocukların kendilerini ifade etmesine olanak sağlayan farklı alanlardaki atölyeleri çocuklar talep ettikçe devreye soktuk. Çocuklarla hâlâ iletişimimiz var.
Dolayısıyla yaratılan sosyo-kültürel ortamın, insancıl muamelenin, üniversiteye gelmenin yarattığı değişim muhteşemdi. Sonradan bize, “Biz yemekhanede yemek yerken çatal/kaşık gördüğümüzde utanmıştık. Nasıl yiyeceğiz diye heyecanlandık,” dediler. Üniversite öğrencileri üzerinde de oldukça önemli etkileri oldu. Sosyal adaleti sorguladılar. Ben onun yerinde olsam ne yapardım? Bu, sosyal bir mesele ve hepimiz sorumluyuz. Sosyal değişim, bütünlüklü olmalı. Ne yazık ki, bu çalışmamız devam edemedi. O zamanki müdür çocuklardaki olumlu gelişmeyi kabul etmesine rağmen çalışmaya devam etmeme kararını verdi.
Neden? “Duralım” demenin altında yatan sebepler nedir sizce?
ÖZDEN BADEMCİ: Şunu hep duydum: “Bu çalışmalar çocuklarda fark yarattı, yaratıyor. Ama ben artık istemiyorum.”
Bir psikolog gözüyle bu sözün arkasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
ÖZDEN BADEMCİ: Şöyle değerlendiriyorum. Kendisinin ihmal edildiği ve görülmediği yerde çalışanların bilinçdışı olarak süreci sabote edebileceğini düşünüyorum. O dönemde çalışanları, çalışmalara davet etmenin yanında özel bir program da geliştirmemiştik. Odağımızda çocuklar vardı.
Orada çalışan insanların işi çok zor. Üniversitede genç insanlarla olmak, uluslararası işbirlikleri ve öğrencilerin heyecanı motivasyonumuzu korumamızı sağlıyor. Bizi besleyen kaynaklar var, ama kurumda çalışanlar aynı şansa sahip değil.
Şimdi Üsküdar’da bir okulda çalışıyoruz. Artık çalışmalarımızı okul temelli toplum çalışması olarak formüle ediyoruz. Okul, bir toplum merkezi gibi görülebilir. Çocukların nerede olması gerekiyor? Okulda olması gerekiyor. Çocuklar nerede? Sokakta. Çocuklar niye okulda değil? Çalıştığımız okul, İstanbul’da okul terkinin en yüksek olduğu okullardan biri. Çocuğa okul terk ettiriliyor. Aklıma hep elek metaforu geliyor. Eleğin delikleri o kadar büyük ki, tutunabilene aşk olsun. Nasıl tutunacak çocuk? Düşüyor elbette. Mesela Sultanbeyli’de işçi çocuklarla çalışıyorduk. “Bu yılın en önemli olayı sizin için neydi?” diye sorduk. Birbirleriyle röportaj yapıyorlardı. Hepsi o yıl okuldan ayrılmıştı ve işçiydiler. Oradaki hikâyeler de çok etkileyici. Okuldan ayrıldıktan sonra yaşadıkları hüsranı ve okulun yanından geçerken duydukları özlemi paylaşmışlardı.
Okul terkinin en yüksek olduğu okulda öğretmenlerle beraber çalışıyoruz. Çocukların eğitime erişmesinin önünde önemli engeller var. Ekonomik güçlükler, çocukların aile içinde yaşadıkları stres, istismarın neden olduğu yüksek kaygı ve korku. Eğitim zihin odaklı yapılıyor, stres altındaki bir çocuk elbette öğrenemez. Öğrenen beyin, yani korteks devre dışında. Duygusal beyin devrede. Bu yüzden eğitimin travma bilgisine dayalı olması ve çocuğun sinir sisteminin yatışması için sosyal/duygusal olarak desteklemenin öncelenmesi gerekiyor. Biz bu çocuğa, “Düşün,” diyoruz. Hatta daha da ileri giderek sınıfta “Mum ol, çiçek ol,” diyerek donmasını teşvik ediyoruz. İhtiyacı hareket etmek ve esnemek olan, büyük stres altındaki çocuktan kaskatı kesilmesini istiyoruz. “Düşün, düşün!” Düşünemez ki. Biz stres ve kaygı altında düşünemeyiz, değil ki çocuklar düşünsün.
Öğretmen kapsanmalı ki, görüldüğünü hissetsin. Sınıfa girdiğinde öğrencilerini kapsayabilsin, onları görebilsin. Öğretmenin travma konusunda bilgi sahibi olması ve kendi üzerine de çalışması gerek. Çünkü öğretmen de tetikleniyor. Okul güvenli bir yer mi? İnsanın diğer insanlar arasında güvende hissetmesi çok önemli. Prof. Steven Porges, bu alanda mühim bir isim, sinirbilim alanında çalışıyor. Başarıyı “Diğer insanların yanında güvende hissedebilmek,” diyerek tanımlıyor.
"Okuldayız Üsküdar" projesi Üsküdar Kaymakamlığı işbirliğiyle, pandemi koşullarında çevrimiçi faaliyetlerle, 40 öğretim üyesinin danışmanlığı ve süpervizyonu altında, lisans ve lisansüstü programlarına devam eden 170 üniversite öğrencisinin katılımıyla devam ediyor.
Bu projede SOYAÇ tarafından yüksek risk altındaki çocukların ve gençlerin topluma kazandırılması için geliştirilen “Bağlanma İlişkisinin Tesisi Yoluyla Akran Temelli Terapötik Yaklaşım” modeliyle çalışıyoruz. Bu yaklaşım; travma bilgisine, bütüncül okul çalışması anlayışına dayalı, okul tabanlı, toplum merkezli, disiplinlerarası ve kurumlararası çalışma prensibini benimsiyor.
Proje faaliyetleri, sınıf öğretmenleri için oluşturulan psikoloji, sosyal hizmet, hemşirelik, beslenme/diyetetik, felsefe ve çocuk gelişimi gibi farkı disiplinlerden oluşan sınıf ekipleri tarafından sınıf öğretmenleriyle planlanıyor, hayata geçiriliyor. Sınıf ekiplerinde ayrıca eğitimlerini tamamlamış ya da üniversite eğitimlerine devam eden eğitim gönüllüsü Roman gençler de var.
Sınıf ekiplerinin çalışmalarının kolaylaştırıcılığını Maltepe Üniversitesi “Beden Psikoterapisi Sertifikalı Klinik Psikoloji Programı”na devam eden psikologlar yapıyor.
İlçe Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’yle işbirliği yapılıyor. Okul tarafından belirlenen yüksek risk grubundaki çocukların (çoğunluğu Roman) aile incelemeleri SHM tarafından gerçekleştirilirken SOYAÇ proje ekibiyle sınıf öğretmenleri tarafından çocuk ve aile özelinde eylem planları yapılıyor. Çocuk bir sistem içinde ailesiyle birlikte disiplinlerarası bir ekiple destekleniyor. SHM tarafından gerçekleştirilen sosyal incelemelerin sonuçları, SOYAÇ koordinasyon ekibi tarafından değerlendiriliyor.
Ağırlığını Romanların oluşturduğu proje okulundan her ay en az 10, en fazla 15 öğrenci için sosyal inceleme yapılıyor. Sınıf bazında okul psikoloğunun ve SOYAÇ ekibinin katılımıyla toplantı yapılıyor. Toplantıda disiplinlerarası sınıf ekibi de hazır bulunuyor. Toplantılar ihtiyaç dahilinde haftada bir veya iki haftada bir yapılıyor. Toplantı öncesinde SHM tarafından edinilen bilgiler sınıf öğretmeniyle, okul psikoloğuyla ve sınıf ekibiyle paylaşılıyor. Çocuğu ve aileyi güçlendirici çalışmalar bir bütünlük içinde sürdürülüyor. Düzenli olarak “Veli-Uzman Buluşmaları” adı altında etkinlikler düzenlenerek velilerin SOYAÇ ekibiyle bir araya gelmesi sağlanıyor. Her iki sınıf için de sınıf öğretmenlerini odağa alan disiplinlerarası aile ekipleri oluşturulmuş durumda. Üsküdar Romanları Platformu, çok önemli bir partner. Okuma-yazmanın önemli bir sorun olduğunu saptadık. İstanbul Marmara Eğitim Vakfı işbirliğiyle rehberlik ve psikolojik danışmanlık öğrencilerinin koordinasyonunda çevrimiçi okuma-yazma eğitimlerine başladık. Bu projede öğretmenler için oluşturulan haftalık psiko-sosyal destek faaliyetleri de var.
Bu çalışmada Üsküdar Kaymakamı’nın desteğini alıyoruz. Çalışmaları sahipleniyor. Lokomotif öğretmen ve okul idaresidir, mahremiyet ilkesi çok önemlidir. Okul idaresi, öğretmenler ve okul psikoloğu arasındaki işbirliği de mühim.
UNESCO Öğretmenler İçin Çalışma Gücü tarafından Kasım 2019'da Dubai’de on ikincisi düzenlenen Politika Diyaloğu Forumu'nda “SOYAÇ Modeli”, yenilikçi uygulamalar arasında gösterildi.
Yerel yönetimlerle ilişkileriniz nasıl? Yerel yönetimlerin üniversite-yerel yönetim işbirliğine yaklaşımı nasıl? Bu konuda olumlu ya da olumsuz tecrübeleriniz nedir?
ÖZDEN BADEMCİ: Temel olan, samimi ilgi. Yerel yönetimlerin çalışmalarımıza destek verdiğini söyleyemem. Artık aklıma da gelmiyorlar, vazgeçmiş olduğumu fark ediyorum.
Bir belediye size: “Biz riskli ve dezavantajlı gruplardaki çocuklarla çalışmak istiyoruz,” dese, nasıl cevap verirdiniz. Samimi ilgi en geniş anlamıyla ne demek?
ÖZDEN BADEMCİ: Samimi ilgiyle kastettiğim, beraber ve yan yana olmak. Mesela Çekmeköy Belediyesi’yle bir yıl boyunca çok güzel bir çalışma gerçekleştirdik. Ayni destekle yanımızdaydılar. Nişantepe’deydik. Orada verimli bir işbirliğimiz olmuştu, ama seçimlerden sonra devam edemedi. Kartal Belediyesi Sivil Savunma Müdürlüğü’yle de güzel bir çalışmamız olmuştu. AFAD’la işbirliği yapılmıştı. “Çocuklarla Birlikte” projesi kapsamında sokakta yaşayan çocuklar eğitim almıştı.
Meselenin koordinasyon toplantısı düzenlemekten ve sempozyum yapmaktan fazlası olduğunun anlaşılması gerekiyor. Deneyimlerimizin olumlu olduğunu söyleyemem. Belediyelerde kritik pozisyonları olan kimseleri hangi motivasyonla orada olduğunu, yahut motivasyonları olup olmadığını, öğrenmeye açık olup olmadığını, gelişmeleri takip edip etmediğini, ekip çalışmasına yatkınlığını, sosyal değişime/gelişime inanıp inanmadığını vs. dikkate alarak göreve getirmek gerekiyor
Belediyelerle olumlu deneyimlerim yok. Oralarda bu iş için dertlenen ve tükenmemiş olan insanlara ihtiyaç var.
Kurumlardan beklediğimiz, kendi görevlerinin ve sorumluluklarının farkına vararak işbirliği yapmaları. İşi sahiplenmeleri. Kapsamlı işbirliklerine yatkın olmaları.
Toplumsal bağlamda çalışma yapmak, sahada öğrenmeyi ve esnek olabilmeyi gerektiriyor. Ezber bilgilerle gidemezsiniz. Esneklik gösterebilmek ve sahadan öğrenebilmek için heyecana, yaratıcılığa, enerjiye, duyguya ve tabii ki berrak bir zihne ihtiyaç var.