"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Seda Akço:

  • 26 Nisan 2021

SEDA AKÇO

Hukukçu

Hümanist Kurucusu




Bir hukukçu olarak uzun yıllardır hem UNICEF’te hem baroda hem de diğer sivil toplum kuruluşlarında çocuk hakları üzerine çalıştınız. Nasıl bir yol alındı? 

SEDA AKÇO: Çocuk hakları çok geniş bir alan. Toparlayıcı bir kuruma ihtiyaç var. Çocuğun ihtiyaçlarına yönelik bütün detayları görecek ve bu ihtiyaçların eşgüdümlü karşılanmasını sağlamayı amaçlayan faaliyetleri yürütecek tek bir yapıya ihtiyaç var. Öbür türlü herkes kendi görevini en iyi şekilde yapsa dahi geçişlerdeki boşluklar yüzünden hak ihlaline maruz kalan ve ihtiyaçları karşılanamayan çocuklar oluyor. Zaten böylesi problemler nedeniyle bu mesele konuşuluyor ve uygulamada boşluklar oluşuyor. Madde bağımlılığı, suça itilme, istismara maruz kalma, yeterli beslenememe, yeterli gelişememe, eğitimin dışında kalmak gibi. Yoksa çocuğun ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen ana kurumlar yok değil. Bu ihtiyaçların karşılanmasını öngören yeterli mevzuat da var aslında. Türkiye, sözleşmelere taraf. Sözleşmelerde korumaya dair ana prensibi de anayasasına geçirmiş durumda. Bu ana prensibin hayata geçirilmesinden sorumlu bir makam da tayin edilmiş. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na verilmişti bu görev. Son değişiklikle ayrıldı. Aile Bakanlığı, ayrı bir bakanlık hâline geldi. Sürecin nasıl işleyeceğini, yetkilerin neler olduğunu tarif eden düzenlemelerde eksiklik var. Çocuk haklarının bütüncül şekilde ele alınması ve tam anlamıyla hayata geçirilmesiyle ilgili bir sorumlu tesis edilmesi gerekiyor, ana ihtiyaç bu diyebilirim. 

Yasalardaki bu düzenleme eksikliği, özellikle çocuk istismarı, çocuk işçi çalıştırılması vb. konularda sıkıntılara neden oluyor.  Hem uluslararası anlaşmalara taraf olup hem anlaşma şartlarını uygulamakta isteksiz davranmak yasal bir zafiyet oluşturmuyor mu?

SEDA AKÇO: Evet, ama ben eksikliği şöyle tarif ediyorum: Çocuk istismarını tespit etmek ve faillerin cezalandırılmasını sağlamak konusundaki düzenlemede sorun yok. Daha doğrusu tek sorun orada değil. Ben sorunun daha ziyade düzenleyici hükümlerde olduğunu düşünüyorum. Mesela çocuk işçiliğinin önemli sebeplerinden bir tanesi, çocuk yoksulluğu. Bunun nedeni de çalışan yoksulluğu. Çocuklarını geçindirecek geliri elde edemeyen ebeveynler çocuğun da emeğine ihtiyaç duyuyor. Çocuğu çalışma yaşamının dışında tutacak düzenleme yapmak yetmez ve çocuğu korumaz. Çocuğu çalışma yaşamının dışında tuttun diyelim, ailelerin gelir düzeyi değişmediği sürece aç kalacak, yeterli eğitimi alamayacak. Mevzuatta temel eksikliklerden bir tanesinin asgari ücrete ilişkin düzenleme olduğunu söylemek gerekir. Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam seviyesi oluşturacak geliri elde edebilmesini güvence altına alan yasal düzenleme olmadan çocuk işçiliği meselesiyle yasakla, cezayla baş edilemez. Aynı şey çocuk istismarı için de geçerli. Çocuk istismarında tek mesele gelir de değil. Çocuk istismarında önemli faktörlerden biri, ebeveynlerin bakım kapasitesindeki yetersizlikler. Çocuk hakları sözleşmesinin 18. maddesi diyor ki: “Çocuğu aile içinde korumak için ebeveynin bakım kapasitesini güçlendirecek her desteği ver.” Çocuğun becerilerini geliştirmek, çocuğa eğitim vermek bu kapsamda. Beceri geliştirmek de yetmez. Ebeveynlerin çocuğuna yeterli bakım hizmeti sağlayabilmesi ve çocuğunu ehil olmayan kişilerin eline bırakmaması için gündüz bakım desteğine ihtiyacı var.

Yorulan ebeveynin bakım gücü azalıyor. Bu yüzden gündüz bakım desteği sunmak önemli. Çocuklar için gündüz bakım desteğini garanti etmeye çalışan birtakım düzenlemeler var. Belli bir sayıda işçi çalıştıran yerlerin kreş açması gerekiyor. Kreş açma imkânı yaygın olarak bütün topluma sunulmuş durumda. Ücretsiz kreş bakımından yararlanma hakkı var; ama bu durum çocukların okul öncesi eğitim için bir kreşe gidebilmesini, erken çocukluk döneminde bakım hizmetlerinden yararlanabilmesini sağlamıyor, çünkü bu hizmetler yeterli değil. Bu hizmetlerin ücretsiz olmasını ve eşit kalitede garanti altına alınmasını sağlayan bir düzenleme gerekiyor. Toplumun sadece failin cezalandırılmasıyla ilgili düzenlemelere, yani ceza kanunuyla ilgili düzenlemelere odaklanmamasını sağlamak lazım. Hukukun toplumun günlük yaşamını düzenleyici kısmına, kuralların yeterliliğine ve yeterince uygulanıp uygulanmadığına bakarsak daha iyi ilerleme kaydedebiliriz. Mevzuatı ve yasayı sorgulayalım, ama önleyici ve düzenleyici hükümlerine odaklanalım.

Son birkaç yılda okulu bırakma durumu da yaygın. Oysa eğitim birincil çocuk haklarından. Bu durumla ilgili gözlemleriniz nedir?  Tabii ki yoksulluk etken olabilir, ama okullardaki ayrımcılık ve çocukların mutsuzluğu da söz konusu olabiliyor. 

SEDA AKÇO: Eğitim hem kendi başına bir hak hem de çocuğu korumak için önemli bir olanak. Eğitim ve sağlık hizmetleri çocuk koruma sisteminin önemli bir parçası. Çünkü çocuk korumanın özü, olma ihtimali olanla ilgilenmektir; bir şey olduktan sonra müdahale etmek değildir, olmadan riske odaklanmak gerekir. Çocuğun yetişme sürecine toplumun da eşlik etmesi gerekiyor. Okul ve sağlık bu noktada oldukça mühim. Her çocuğun bebekliğinden itibaren düzenli sağlık hizmeti takibinde olması, akabinde okulun takibinde olması korumanın önemli bir parçası. Bu durum salgınla mücadele sırasında daha çok fark edildi. Biz de bu farkındalığı korumak ve okulun rolünü güçlendirmek için “Okul Çocuğu Korur” diyerek bir kampanya başlattık. Ebeveynlere, öğrencilere ve öğretmenlere yönelik videolar, broşürler hazırladık. “Bu rol nasıl yerine getirilir?” sorusu üzerine çalışmaya devam ettik. Bunun özü şu: Riskleri hekim ya da öğretmen fark edebilmeli. Bunun sağlanabilmesi için öncelikle eğitime devamın güvence altına alınması lazım. Eğitim dışına çıkmak demek, eğitim/gelişme hakkının zedelenmesi ve koruma hakkının risk altına girmesi demek. Çünkü yoksulluk döngüsü içine girme riski çok yüksek. Ama çalıştırılması, evlendirilmesi, istismara maruz kalıp fark edilmemesi gibi başka riskler de söz konusu. Bu nedenle okula devamın takip edilebilmesi gerekir. Pandemi süreciyle birlikte eğitimin uzaktan verilebilir hâle gelmesi ciddi bir risk tabii. Eğitim sistemimiz bu duruma hazırlıksız yakalandı. Okula devamı takip etme konusunda sistemler kurulmaya çalışılıyor, ama okullar açıkken bile tam zamanlı takip yapılamazken uzaktan eğitimle hiç sağlanamaz oldu. Bu, olanaklarla da ilgili. “Tabletim yok, internetim yok,” diyen çocuğa öğretmenin bir şey deme imkânı kalmadı. Hâlbuki bu tür durumlar için acil eylem planı olmalı. Böyle kriz durumlarında hangi çocuğun neye ihtiyacı varsa bunu gören öğretmenin bu desteği sağlayacak sosyal hizmetleri hemen harekete geçirebilmesi ve takibini yapabilmesi gerekir. Bu konuda Çocuk Koruma Merkezlerini Destekleme Derneği’yle bir araştırma yaptık. Niceliksel değil, ama niteliksel bir veri var elimizde. Afet ve salgın durumlarında çocuk koruma sisteminin yaşadığı zorluklara ve yapılması gerekenlere dair önerileri içeren bir rapor hazırladık. Bu rapor yayımlandı.

Rapordan önemli başlıkları aktarır mısınız? 

SEDA AKÇO: Birincisi, çocuklar okuldan uzak kalınca takip olanağının zayıflamış olması. Sağlıkta da benzer bir durum var, çünkü bu süreçte ilginç bir durum yaşanıyor. Sağlam çocuk izlemi denilen okul gibi bir güvence var. Çocuğun gelişimi izleniyor. Çocuk yeterli besleniyor mu, aşıları var mı, risk altında mı diye. Aslında bu sürecin on sekiz yaşına kadar devam etmesi lazım, ama bizde aşılama döneminin bittiği otuz altıncı ayda kesiliyor. Hâlbuki bu uygulamayı on sekiz yaşına kadar devam edecek şekilde zorun hâle getirmemiz gerekirdi. Bu dönemde düzenli yapılan ilk kısım da aksamaya başladı, çünkü hekimler çocukları ya düzenli göremez oldular ya başka yerde görevlendirildiler ya da kendileri hastalandılar. Çocuklar bu hizmetlere erişememeye başladı. Başka sorunlar da var tabii. Mesela mevsimlik tarım işçisi ailelerin çocukları bu hareketlilik nedeniyle pandemi dışındaki zamanlarda da takip edilemiyordu. Önemli sorun alanlarından bir tanesi bu. Çünkü takip sistemi çocuğun maruz kalacağı hastalıkların erken fark edilmesini sağlayan ve müdahale edilmesine olanak tanıyan bir uygulama. Aynı şekilde ruh sağlığı bakımından takibi gereken çocukların takibi de yapılamadı. Bunların etkileri ne oldu? Ruh sağlığı sorunu yaşayan çocuklar, aile şiddeti bakımından daha fazla risk altında. Çünkü yetişkinin sabrını zorlayabiliyorlar. Bir de tam zamanlı evdeler. Başka destek de alamıyor. Düşünün, risk ne kadar büyüyor. Onlara ne olduğunu bilmiyoruz. Benzer durum, suça sürüklenme için de geçerli.  Bazı ruh sağlığı sorunları, çocukların kuraldışı davranmalarına sebebiyet veriyor. Bütün bunların etkilerini ancak zaman içerisinde görebileceğiz. Ama böyle olmaması gerekir.

Raporda şunu öneriyoruz: Öngörülebilir durumlara hazırlıksız yakalandık. Tespit ettiklerimizden hareketle ileriye dönük bir planlama yapalım. Kimin ne yapması gerektiğini tespit eden ve öneriler oluşturan bir rapor bu. Mesela şöyle ihtiyaçların olduğu görülüyor: Kamu otoriteleri, hareketli olan ve dezavantajlı konumda bulunan nüfusa hizmet sunumunda yeterince esnek olamıyor. Özellikle insani yardım alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının bu nüfusla bir bağı olabiliyor. Dolayısıyla nerede olduklarını bulabiliyorlar. Sistemden kopmaması, desteğin sürebilmesi ve olağanüstü durumların atlatılması için bu kurumlarla kamu kurumları arasındaki ilişkiyi güçlendirmekte fayda var. Deprem sonrasında da benzer bir süreç yaşanabiliyor. Bulunulan yerin tespit edilebilmesi ve ihtiyaçların karşılanabilmesi için -kamu çalışanlarının da hastalanmış olabileceği göz önünde bulundurulduğunda- açıkları kapatacak gönüllülerin varlığı önemli diye bir öneri gelmişti. Rapor, böyle önerilerle hazırlandı. İstanbul için özellikle. Çünkü İstanbul depremi beklenen bir durum ve bu depremi böyle oturarak beklememeliyiz. Hem pandemi hem de İzmir depremi bize çocukların başına neler gelebileceği hakkında fikir verdi. Hatırlıyorsunuz, İzmir depreminde çocuklar okulda mıydı, evde miydi emin olamayan ebeveynler ne yapacağını şaşırdı. Aynı zamanda acı veren bir süreç. Rapor, bu acılardan ders çıkaralım, İstanbul depremini böyle beklemeyelim, gerekli tedbirleri alalım diye hazırlandı. Umarım işe yarar. 

Pandemi dönemi evdeki şiddeti ve cinsel istismarı artırdı deniyor. Bununla ilgili elinizde veri bulunuyor mu? Konunun takibiyle ilgili bir öneriniz var mı?

SEDA AKÇO: Niceliksel değil, niteliksel veri var. Eğitimde niceliksel veriler çıkıyor. Bu verileri Eğitim Reformu Girişimi gibi yerler yayınlıyordur, biz de ana rakamları takip edip yayınlıyoruz. Eğitim Reformu Girişimi, daha detaylı inceliyor. Sayısal veriler geriden geliyor, çünkü adalet istatistikleri iki yıl sonra yayınlanabiliyor. Arttığı yönünde bir izlenim var, ama adliyeye yansıyan vakalarda bir azalma olduğuna dair izlenim var. Araştırmayı pandeminin başlangıcında Aralık ayına kadar yürütmüştük. Ama süreci olaylar azaldı şeklinde açıklamak zor, çünkü eve kapanma nedeniyle çocukların yardım isteyebileceği kişilere ulaşma ihtimali azaldı. Şikâyet için adliyeye erişim olanağı da aynı şekilde. Dolayısıyla artma/azalma eğilimine dair veriye dayalı bir şey söylemek için şu an erken, daha detaylı bir çalışma yapmak gerekiyor. Fakat alan çalışanlarının izlenimi arttığı yönünde. Artmasına yönelik kaçınılmaz bir durum da var. Ruh sağlığı uzmanlarının söylediğini dikkate almak lazım: Pandemiden önceki dönemde destek hizmetlerinden yararlanma imkânı yüksek olan ailelerde, aile için çatışmalı süreçlerde olumlu yönde değişim ihtimali oluştu. Çünkü birlikte zaman geçirince -destek de alabiliyorlarsa- sorunların çözümü konusunda daha iyi bir duruma gelebildiler. Ancak destekten yararlanma imkânı az olanlarda bir arada kalma durumu tersine işleme riski taşıyor. Hele ki bazı ebeveynlerin ruh sağlığıyla ilgili sıkıntı, alkol bağımlılığı sorunu, işsiz kalma gibi stres artırıcı durumları varsa. Ebeveynin ruh sağlığı sorunu olduğu durumda ruh sağlığı hizmetlerinden yararlanamaması da bir faktör hâline geliyor. Bütün bunlar aslında yerel yönetimlerin sunması gereken hizmetlere dair önemli fikirler veriyor. 

Bütün bu sorunlar sadece yerel yönetimlerin çabasıyla çözümlenemeyebilir. Yerel yönetimler, bu kesimlerle doğrudan muhatap olan kamu kurumu olarak elindeki imkânları kullanma konusunda neler yapabilir?  

SEDA AKÇO: Ana hizmetlerin sunumunu yerel yönetimler yapmıyor. Ama telafi edici ve destekleyici hizmetler konusunda daha yaratıcı olmak gerektiği kanaatindeyiz. Özellikle çocukları korumak bakımından. Çünkü çocuk hakları, liberal bir yaklaşımı kaldıran türden haklar değil. Anne doğursun, ebeveyni baksın, ebeveynin bakım gücü ne kadarsa o kadar, kader gibi. Liberalizm budur demiyorum, ama çocuk haklarına buna varan bir rahatlıkla yaklaşılamaz. Çocuk hakları, devletleri çocuğun haklarını koruma konusunda müdahaleci bir durumda olmaya zorluyor. O yüzden sadece merkezi hükümet değil, yerel yönetimler de bu hakların hayata geçirilmesini güvence altına almak gibi bir sorumluluğa sahip. Bu nedenle daha yaratıcı hizmetlerin organize edilmesine ihtiyaç var. Doğrudan sağlık bakımı gerçekleştirilemiyor ve doğrudan eğitim verilemiyor olabilir, ama başka yöntemler düşünülebilir.

Ne gibi yaratıcı yöntemler mesela? 

SEDA AKÇO: Eğitimdeki önemli sorunlardan bir tanesi, çocukların maruz kaldığı eşitsizliklerden doğan öğrenme kapasitelerindeki güçlükler. Eşitsizlik zaten başlı başına bir mesele. Bunun önemli sebeplerinden biri de benim kanımca, çalışanların dahi yoksul olduğu bir ülkede yaşamak. Böyle olunca aradaki farkı kapatacak bir müdahaleye ihtiyaç var. O da çocuğun öğrenme kapasitesini destekleyecek hizmetlerin organizasyonu. Burada çok çeşitli şeyler yapılabilir. Mesela annenin bakım kapasitesini desteklemek ciddi bir fark yaratabilir. İlk üç yılda annenin çocuğuyla iletişim kurmasını sağlamak mühim. Çocuğun gelişimine yönelik oyuncak temin etmek önemli. İyi iletişim kuran bir ebeveyn olması da aynı şekilde. Büyük bir fark yaratıyor. Dolaysıyla İBB’nin -İstanbul 95 gibi- ve İstanbul’un diğer belediyelerinin yürüttüğü bir çalışma var. Buna hizmet eden bir çalışma. İstanbul’da yaşayan bütün annelerin bu destekten yararlanabilmesi lazım. Hizmeti sunarken varsıl/yoksul ayrımı yapılmamalı, çünkü bakım kapasitesi sadece varsıllıkla ilgili değil. İki uçta da çocuklar, ebeveynlerinden yeterli bakım alamıyor. Varsıl anne de çocuğuyla az iletişim kurabiliyor. Bu nedenle varsıl ya da yoksul ayrımı yapmamak önemli bir yaklaşım farkı bence. Bu tip konularda böyle ayrımlar yapmaksınız hizmet sunmak gerekir, bu anlamda belediyeler aktif bir rol oynamalı. Her haneye gidip tek tek eğitim vermesi de gerekmiyor, ama toplumu bilinçlendirmek ve annelerin becerisini geliştirecek hizmetler sunmak önemli, bu bir. İkincisi, yeterli beslenme, özellikle yaşamın başlangıcındaki zamanlarda öğrenme kapasitesinde büyük fark yaratıyor. Belediyeler, sağlık hizmetini vermiyor, taramayı kendisi yapmıyor, ama risk altındaki çocukların nitelikli besine erişimini sağlayacak hizmetler sunabilir. Bunun içerisinde yine ebeveyni bilgilendirme, okullarda çocukların besin desteğini sağlama ve ebeveynlerin yeterli besini temin edebilmesi için nakdi, ayni vb. destek verme var. Birçok şey sunulabilir. Mesela Norveç’te belediyelerin yeni doğan için sunduğu destek paketleri gibi örnekler söz konusu. Bizde de bazı belediyeler bu tip çalışmalar yapıyor, ama sürekliliği olmadığında bebek doğunca altın taksanız bile ne fark eder? Çünkü üç yıl boyunca iyi bir takiple çocukların ihtiyacına uygun besinleri sağlamak önemli. 

Bir tarafta kullanışsız oyun alanlarına yapılan yatırım, öbür tarafta da hiçbir oyun olanağına erişemeyen çocuklar var. Bu da yine varsıllık ve yoksullukla ilgili değil. Ben Zincirlikuyu’da oturuyorum. Benim bulunduğum mahallede bir tane oyun parkı var, ama güneş altında o bildiğiniz metal oyuncaklardan bulunuyor. Bu oyuncaklar belli bir yaş grubuna hitap ediyor. Mesela bu mahallede oturan ergenlerin kendi başına hareket edecek, kendilerini geliştirebilecek, iyi zaman geçirebilecek ve arkadaş edinebilecek hiçbir olanakları yok. Kente bu açıdan da bakmamız lazım. Ergenler, bilgisayar başında oturmasın, obezite riski taşımasın, dijital risklere maruz kalmasın, sosyalleşsin, toplumsal yaşama katılsın istiyoruz, ama bunu destekleyici hiçbir araç sunmuyoruz. Örneğin, eskiden bir çocuk okula yürüyerek gidebiliyordu. Bu, önemli bir bireyselleşme şansıydı. Aynı zamanda toplum yaşamına da katılma aracıydı. Çünkü yolda olan biteni görüyor, esnafla vs. konuşuyordu. Şimdi kutular içerisinde yaşıyor. Genellememek lazım ama bu da başka bir risk. Çocuklar, her toplumsal sınıfta/grupta farklı risklere maruz kalıyor. Belediyelerin bu konu hakkında düşünmesi gerekir. Farklı yaş grubundaki çocukların oyun, hareket, kültürel ve sosyal yaşam ihtiyacı nasıl karşılanacak? Bu konuda belediyelerin çok zayıf olduğu kanaatindeyim. Duyarlı olanlar da küçük yaş grubuna oyun parkı yapmakla yetiniyor. O parkların önemli bir bölümü de güneş altındaki metal oyuncaklardan ibaret. Çocukların gerçek ihtiyaçlarını göz ardı eden bir yaklaşıma sahibiz. Bir an önce büyüsünler, yetişkin olsunlar, sonra onlara hizmet sunalım diye bakıyoruz. 

Bizim büro olarak yapmak istediğimiz bir şeyden söz etmek isterim. Belediyelerin çocuk odaklı politikalar üretmesine ihtiyaç var. Belediyeler, sınırları dahilindeki çocukları yaş gruplarına, mensubu oldukları ailelerin özelliklerine göre sınıflandırarak, ihtiyaçlarını tespit ederek, bunu da katılımcı yöntemlerle yaparak bir plan oluşturmalı. Bu da “Ben yüz elli tane park yapacağım, üç yüz tane kreş açacağım,” gibi olmamalı. Sosyal demokrat bir belediyeden şunu bekliyorum: Bütün çocukları güvence altına alacak bir plan yapması. Çocukların temel hakkı olan hizmetlerin ebeveynin insafına bırakılmaması gerektiğini ve bu hizmetlerin ücretsiz sunulması gerektiğini düşünüyorum. Belediyeler, tamamı hedefleyen bir planı ortaya koyup, sonra da toplumsal katkıyı işin içine dahil etmeli. Yoksa “Elimde bu olanak var, onun da şu kadarını karşılıyorum,” gibi bir yaklaşım hem çocuk haklarıyla hem de sosyal demokrasi anlayışıyla bağdaşmaz. Bizim önerimiz, çocuk odaklı planlama yapılması. Çocukların bütün ihtiyaçlarını öngören, önceliklendirmeyle zamana yayan ve tamamını karşılamayı hedefleyen bir plana ihtiyacımız var. 



Önerilen Haberler