"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Yiğit Aksakoğlu:

  • 26 Nisan 2021

Yiğit Aksakoğlu



Yerel yönetimlerle kente çocuk gözünden bakmak konusu üzerine uzun süre çalıştınız. Sizce kritik faktörler nedir? 



Yiğit Aksakoğlu: Bence belediyeler için mesele, konuyu bilmeleri ama bilmeyi tercih etmemeleri. Bir belediyenin cenaze hizmetlerinin nasıl olması gerektiğini tartışmıyoruz ya da palyatif cenaze hizmetleri yapılmıyor. Bir yerde bir şey veriliyor da, öbür yerde verilmiyor şeklinde dağınık işler de yok. Bunun tanımlanmış bazı süreçleri var. Bir cenaze varsa, olduğu yerden alınacak, duası okunacak, taziye yemeği gidecek. Seri hizmetler var ve bu hizmetler aksamıyor. 


Hâlbuki Türkiye’de geçen yıl 1.2 milyon bebek doğmuş. Bu bebekler bir belediyenin sınırları içinde doğdu. Dolayısıyla bu bebeklere yönelik bazı hizmetlerin standartlaşması lazım. Bunu ya merkezi hükümetin yapması ya da yerel yönetimlerle işleri paylaşması gerekiyor. Aslında çocuk dostu gibi kavramlara bile girmeye gerek yok. Cenaze ve ölünün hakkından bahsetmeden düzgün cenaze hizmetleri verilebiliyorsa, bu hizmetler için bütçe, personel ayrılabiliyorsa öteki hizmetler de aynı kapsamda değerlendirilebilir.


“Neden yapmalı?” sorusuna cevap olarak çocukların en hızlı geliştiği dönemler olduğu için diyebilirim. Kısa vadedeki yatırımların geri dönüşü, uzun dönemde sağlık harcamalarında düşüşe yol açıyor. Eğitim süresinin uzamasına neden oluyor. Bu döneme yapılan yatırımın toplumun tamamına dönük getirileri var. Geçen yıl Türkiye’de 1.2 milyon bebek doğduysa, 1.2 milyon kadın da anne oldu demek. 0-3 yaşındaki çocuğa bakarken sadece onu değil, anneyi ve babayı dahil edebildiğimiz hizmetler üretebilsek… 


Annelere ulaşmak neden önemli? Çünkü doğum sonrası depresyonu diye bir gerçeklik var. Tüm dünyada annelerin %20’si doğum sonrası depresyon geçiriyor. 1.2 milyon bebek doğduysa, sadece doğum sonrası depresyonu yaşayan 240.000 kadın var demektir. Bizim yaygın, kamusal ruh sağlığı hizmetimiz var mı? Yok. 3-5 psikolog-pedagog işe alıp, özellikle yeni doğum yapan anneleri bulup, onlara ruh sağlığı hizmeti sağlamak çok mu zor? Hayır değil.  Bütünlük derken bunu kastediyorum. 


Bebeklerin gelişimiyle ilgili de erişilebilir bilgi yok. En çok ihtiyaç duyanların bu tür bilgilere erişimi daha da az. Dolayısıyla bu tür hizmetlerin o aileye ulaşması gerekiyor. 


Yine başka bir veriye bakalım. TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 5 yaş altı çocukların %9’u obeziteden muzdarip. 5 yaş altı çocuk sayısı, 6.1 milyon. Yani Türkiye’de obezite sorunu olan 5 yaş altında 600.000 çocuk var. Ne yapılabilir? 5 yaşından sonra nasıl besleneceğiyle ilgili çocuğa bilgi vermek yerine anneye temel bilgileri verirsek çocuğun beslenme alışkanlığını belirleyeceğiz. Çünkü beslenme alışkanlığı da anne karnında gelişiyor. Annenin yedikleri doğrultusunda alışkanlığımız, ağız tadımız ve yatkınlığımız oluyor. Beslenme meselesini hamilelikte oturtabilirsek ileriki dönemdeki obezite problemini azaltabiliriz. Obezite de yine dezavantajlı çocukların olduğu mahallelerde daha yüksek. Zaten bu mahallelerde park eksik, hizmet ulaşmıyor, kaldırım yok vs. Dolayısıyla daha doğumda başlayan fark, yıllar geçtikçe kapanmıyor, giderek açılıyor. 


Çocuk gelişimi alanında yıllarca süren ciddi bir tartışma vardı: “Acaba bizim doğamız mı yoksa yetiştirilmemiz mi bizim ne olacağımızı belirlemede daha önemli?” Doğamızın daha belirleyici olduğu yönünde bulgular vardı. Oysa şimdi net olarak şunu söylüyorlar: “Belirleyici olan, genetik kodumuzdan ziyade posta kodumuz.” Neden? Diyelim ki, genetik olarak 2 metrenin üzerinde olma potansiyelim var. Hâliyle iyi bir basketbol oyuncusu olabilirim. Ama benim mahallemde bir basketbol potası yoksa, benim basketbolcu olma ihtimalim de yok. Bu nedenle posta kodu daha belirleyici. Belediyelerin yapabileceği çok şey var. Mahalle bazında yaş grubu verileri TÜİK’de mevcut. Bir belediyenin bu verilere ulaşması kolay. Çeşitli STK’lar, büyükşehirler için bu verilerin mahalle bazlı haritalarını geliştirdi. Bu çalışmalardan yararlanılabilir. Benzerleri hazırlanabilir. Ama temel mesele, bu süreç için sistematik bir bütçe ve personel ayırmak. “Bir seminer yaptık, bebek paketi dağıttık,” diyerek çocuk hizmeti geliştirmiş olmuyorsunuz. 


Geçen yıl 1.2 milyon bebek doğduysa, bu bebeklerin en dezavantajlı %10’una bizim birebir ulaşmamız gerekiyor. Yani her yıl en yoksul ve en zor durumda olan 120.000 bebeğimiz var. Bütün Türkiye’de 0-4 yaş grubu nüfusu, 6.6 milyon. İstanbul için 0-4 yaş grubu için sayı, 1.2 milyon. Dolayısıyla İstanbul içinde 0-4 yaş grubunda en dezavantajlı ve ulaşılması gereken sayı, minimum 120.000. 0-4 yaşla ilgili herhangi bir hizmeti planlarken ulaşmamız gereken 120.000 çocuk söz konusu. Ne yapabiliriz? Paket dağıtıyorsanız, 100-1.000-10.000 tane dağıtmanın bile bir mantığı yok. Çünkü 0-4 yaş grubunda 120.000 dezavantajlı çocuktan bahsediyoruz 


Büyükşehire  “150 tane kreş açacağız,” dendi. 150 kreşin her birinde 100’er çocuk olsa 15.000 yapıyor. Yani İstanbul genelinde 0-4 yaş grubunda hâlâ 1.2 milyon çocuk var demektir. Bu çocukların çok küçük bir bölümünü kreşe dahil edebiliyoruz. Herkese kreşle de ulaşamayabiliriz. O zaman hizmeti çeşitlendirmemiz gerekiyor. Ne yapabiliriz? Ev ziyareti hizmetleri yapabiliriz. Düzenli ruh sağlığı hizmeti sağlayabiliriz. Annenin ruh sağlığı iyi değilse, bebeğin ruh sağlığı iyi olmuyor. Beslenme konusundaki eksiklikler (bilgi, maddi imkânlar vs.) çocuklarda hem obeziteye hem de boy kısalığına neden oluyor. Bir çocuk obez ya da kısa boyluysa zihinsel gelişimi de sorunlu oluyor. Zihinsel gelişiminde sorun varsa, empati yeteneği gelişmiyor. Yazarlar diyor ki, “Empati olmazsa ne çatışma çözümü yapabilirsin, ne barış sağlayabilirsin.” 


Bu döneme bütünlüklü bakarak “Elimizden gelen budur,” diyebileceğimiz şekilde yeterli ve nitelikli yatırım yapmamız gerekiyor. Nasıl ki, “İlkokul zorunlu olsun mu, bütün çocuklar ilkokula gitsin mi, gitmesin mi?” diye bir tartışma yapmıyorsak 0-4 yaş çocuklarına yönelik hizmetlerle ilgili de bir tartışmamamız gerekiyor. Biz artık rahatça “Türkiye’de 3 yaşında bütün çocuklar kreşe gidebilir, anneler ruh sağlığı hizmetini ücretsiz alabilir, 3 yaşına kadar çocuk ve beyin gelişimiyle ilgili bilgiye çok rahat ulaşılabilir,” diyebilmeliyiz. Hatta mümkünse hizmetin en çok ihtiyacı olanın evine kadar gittiğinden emin olmamız lazım. Yoksa bir kalkınma trenini daha kaçırıyoruz. 


Çocuklarla ilgili mesele bu kadar da değil. Türkiye’de çocuk işçiliği maalesef hâlâ çok önemli bir sorun. 2019 verilerine göre, Türkiye’de 5-17 yaş grubunda 720.000 çocuk çalışıyor. Bu çocukların 114.000’i 12-14 yaş grubunda. Siz 12-14 yaşındaki çocuğunuzu çalıştırır mısınız? Çalıştırmayız, ama bunlar bizim istatistiklerimiz. Her sene bunları devletin istatistik kurumu yayınlıyor. Bu konunun tartışılmaması gerekiyor. 720.000 çocuğun 220.000’i tarımda. Bu ne demek? Bizim yediğimiz domates, salatalık, biberin en az bir tanesinde çocukların emeği var. Okula gidemeyen, oyun oynamayan, tam potansiyeline ulaşamayan çocukların yediğimiz ürünlerde emeği var. Bunun önüne geçmemiz gerek. 220.000 çocuk sadece geçen yıl ortaya çıkmadı. Bu, nesilden nesle aktarılan bir sorun. Bu sorunun farkında olmamıza rağmen hiçbir şey yapmıyoruz. Belediyeler bu çocuklarla ilgili bir şeyler yapabilir. 720.000 çocuğun bir an evvel okula kazandırılması lazım. Belediye, konuyu bir yerden ele almaya başlayacaksa, az kaynağı varsa, yaygın hizmetler veremiyorsa, hiç olmazsa bazı akut sorunlara yönelebilir. 


Yani bütünlüklü bir cenaze hizmeti sağladığımız gibi personel, bütçe, hizmet ve ölçüm süreci yapılandıralım ya da bazı temel sorunları kendimize dert edinelim ve diyelim ki: “Biz belediyede bu işi bitireceğiz. Bu sınırlar içerisinde yaşayan çocukların hiçbirinin çalışmaması için elimizden geleni yapacağız.” 


Meseleye o çocukların gözünden bakmak gerekiyor. 



Siz bu alanda uzun zaman profesyonel olarak da çalıştınız. Meseleye çocukların gözünden bakınca ne görülüyor? Bir belediye o hizadan baktığı zaman neleri görecek?

Yiğit Aksakoğlu: Başka şekilde cevaplayayım. Bir toplantıda birisi: “Bir sokağın çocuklar için güvenli olup olmadığını ölçmenin en kolay yolu, o sokaktaki pembe bisikletleri saymaktı,” demişti. Yani kız çocukları bir sokakta rahat rahat bisiklete binebiliyorsa, o sokak tüm çocuklar için güvenlidir. Bırakın sokaklardaki pembe bisikletleri saymayı, biz çocuklarımızı evden çıkaramıyoruz. Evden çıkardığımızda da asla elini bırakmıyoruz. Ben kendimden biliyorum. Kızım üstümdeki kanguruda asılıyken veya bebek arabasıyla yaya geçidinden geçmeye çalışırken arabaların durmadığını biliyorum. Tamam yayaya yol vermiyoruz, durmuyoruz da, yani çocuk var kucağımda, arabada. Bunun üstüne bir de şunu düşünün: Bir anne biri kucağında, biri el arabasında iki çocukla karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor.  Kente baktığımızda bunları görmüyoruz, çünkü kentleri benim gibi engelsiz, orta yaş ve üzeri adamlar tasarlıyor. Elinize bebek arabasını alın, hadi bakalım orta üst sınıf mahallelerin olduğu semtlerde ana yolların öbür tarafına geçelim. Çünkü ana yollar büyükşehirlerde genellikle o mahalleleri ve ilçeleri bölüyor. O yolun bir tarafı daha orta üst sınıftan oluşuyor, öbür tarafı da genelde o mahallelerde çalışanların oturduğu yerler oluyor. Elimizde bebek arabasıyla o mahallede hareket etmeye çalışalım. Herhangi bir evden bir sağlık merkezine ya da varsa oyun parkına gitmeye çalışalım. Çocukların gözünden bakmak için ekstra durumlar gerekmiyor. Elinize bir bebek arabası alıp sokağa çıkmanız yeterli. Kaldırım bulabiliyor musunuz? Varsa, kaldırımda yürüyebiliyor musunuz? Otobüse binip, inebiliyor musunuz? Toplu taşımada size nasıl davranıyorlar? Dolayısıyla hepimiz ebeveynle empati kurmalıyız, ebeveynin gözünden bakabilmeliyiz. Çünkü 0-3 yaş döneminde ebeveyn, çocuğun ayrılmaz bir parçası. Birlikte hareket ediyorlar. Ebeveynin gözünden bakınca da şehirler genel olarak çağıran, davet eden, rahatlık sağlayan yerler değil. O yüzden çok basit hizmetlerle başlamak mümkün. 


Pandemi zamanı parklara ve yeşil alanlara ihtiyacımızın olduğunu daha net gördük. Siyaseten baktığınızda da sınıflar arası geçişkenliğin en çok olduğu kamusal alanlardan bir tanesi, parklar. Çünkü iki birey –hangi toplumsal sınıftan olurlarsa olsunlar- parklarda yan yana gelip, ortak konuları olan çocuklar hakkında konuşabiliyorlar. Ama bu alanları işgal ederek, özelleştirerek, araba park ederek ebeveynlerin elinden alıyoruz. Çocukların oyun hakkını ve ebeveynlerin rahatlama, sosyalleşme, açık havada vakit geçirme haklarını da ellerinden alıyoruz. Çocukların gözünden bakmak kadar ebeveynlerin gözünden bakmak da önemli. 


Bir otobüs saatte 50-60 km. hızla sokak arasından geçerse o sokak, o çocuk için oyun oynamak istediği bir yer olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla çocukların yoğun olduğu yerlerde trafiği yavaşlatmak ve hız limitlerini düşürmek mümkün. Yani basit çözümlerle hem ebeveynlerin hem de çocukların hayatına olumlu katkıda bulunmak mümkün. Karmaşık bütçeler ve çerçevelerle uğraşmak yerine elimizdeki imkânlarla yapabileceklerimize bakalım. Anne kartı mesela, neden yapmadık yıllardır? Çok mu zordu? Şimdi İBB yaptı, ancak önüne engeller çıkarılıyor. Bunun maliyeti ne? Bir anne bedava ulaşım şansına sahip olacaksa, ben hazırım akbilimi iki kere basmaya. Bütçe mi yok? O zaman böyle bir finansman geliştirelim. Başka yollar bulalım, ama o insanların hareketliliğini artırmak için bir adım atalım. Parklara birer gölgelik koymak çok mu zor? O gölgenin altında ebeveyn otursun. Yoksa on dakika dayanıyor. Ama gölgede oturursa daha uzun süre kalıyor, daha sık geliyor ve çocuk daha fazla vakit geçiriyor. Kullanıcının gözünden bakınca yapabileceğimiz çok şey varken, biz genelde güzel görünen halkla ilişkiler aktivitelerini tercih ediyoruz. Aklımıza bir fikir geliyor, o fikirle ilgili bir şey yapıyoruz ve sonra meselenin kendisini, yani çocukları ve bakım verenlerini unutuyoruz. Sonra kendimize de çocuk dostu belediye demeyi seviyoruz. Bana sorarsanız, belediyelerimizin %99’u aslında cenaze dostu, çocuk dostu değil.


Belediyeler, çocuklarla ilgili yapılacak işlerin birçoğuna bütçe ayırsa, personel alsa aslında kadın istihdamının artmasına da katkıda bulunacak. Türkiye’de çocuk bakımını çok büyük oranda kadınlar üstlendiği için bakımla ilgili üzerlerinden yük alabiliyorsak, onların işini kolaylaştırabiliyorsak kadın dostu olmaya da katkımız olacak. Bahsettiğim düzenlemelerle mahalleleri çocuklar ve bakım verenleri için daha yaşanabilir hâle getirirsek, yaşlıların hayatı için de iyileştireceğiz. Pembe bisiklet örneğinde olduğu gibi, etrafta ne kadar çok yaşlı, kadın ve çocuk görüyorsak aslında orası hepimizin yaşamak ve içinde bulunmak isteyeceği bir yer hâline geliyor.


Özellikle 0-4 yaş grubu ama genel olarak 0-18 yaş grubu çocuklarla ilgili temel sorun, seçmen olmamaları. Onlara yaptığımız yatırımın geri dönüşünü önümüzdeki beş yıl içerisinde değil, belki 20-25 yılda görüyoruz. Belki bu yüzden çözümleri bu denli hızlı geliştirmeyi tercih etmiyorlar. 


Sivil topluma bu anlamda düşen sorumluluk ne? Çocuklara yönelik sivil toplum kuruluşu olmak kolay mı?


Yiğit Aksakoğlu: Nasıl olmalı konusundan emin değilim. Ama yarın kendimizi eleştirdiğimiz kişinin yerinde bulsaydık, “Ne yapabilirdik?” diye sormak gerekiyor. “Çocuk hizmetleri öyle olmalı, böyle olmalı,” derken aslında bunu “X, Y, Z belediyesinde Çocuk Hizmetleri Daire Başkanı olsaydım, ne yapabilirdim?” diye düşünmek gerekiyor. Mesela herkes ebeveyne ne yapması gerektiğini söylüyor, ama kimse gidip onun neye ihtiyacı olduğunu sormuyor. ”Ben çocuk hizmetleri yapmak istiyorum,” diye oraya gelen kişiye işini nasıl yapması gerektiğini öğretmek yerine nasıl yardım edebiliriz diyerek yaklaşmak lazım. Onu yalnız da bırakmamalıyız. Bütçesinin ve personel sayısının artması gerektiği konusunda da yalnız bırakmamalıyız. Bu talebimizi birlikte dillendirmeliyiz. Ama ne yapılması gerektiği, neye ihtiyaç olduğu, ne yapılabileceği ve nasıl yol gösterileceği konusunda düşünmeliyiz.  O işi beraber yapmanın ve ortaklık kurmanın nasıl olacağını baştan tanımlamamız gerekiyor. Maalesef sivil toplum kuruluşları ve bu alanda çalışan gönüllü olanlar olarak devlete uzaktan taş atmaya, ona işini öğretmeye, ondan memnun olmamaya alıştık. Ancak şimdi farklı. İşbirliği yapabileceğimiz insanlar var. Bunu yaparken de projeci, palyatif ve sadece görüntüde güzel olan işlerin bir parçası olmamaya dikkat etmek gerekiyor. Çünkü pek çok belediye bir yandan bunu istiyor. “Biz bir vakıfla ve dernekle işbirliği yaptık, şu açılışı yapıyoruz, onun seminerini yapıyoruz,” diyorlar, bir sonraki projeye kadar başka bir iş yapılmıyor. 


Temel olarak STK’ların da uzun dönemde kendilerine ihtiyaç kalmayan durumu nasıl dönüştüreceğiyle ilgili bir vizyonu olması gerekiyor. STK’lar aslında sürekli kaynak aramak zorunda. Şimdi bir fon var, iki sene bu işi yaptık. Önümüzdeki iki sene için yeni fon arıyoruz, ama o bambaşka bir alan olabiliyor. Dolayısıyla o alana yöneliyoruz. Bunlarla ayakta kalma mücadelesi yürütüyoruz. STK’lar için asıl mesele, gerçekten bize ihtiyaç kalmayan durumu yaratmak için ne yapılması gerektiğini sorgulamak, ortaklıkları ve alınacak fonu bu açıdan değerlendirmek. İş yapma biçimini değiştirmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.


Tabii ki hak ve eşitlik talebinden, özgürlüklerden vazgeçelim demiyorum. Ama işbirliği yapmak isteyenle, kanun tarafından tanımlanmış sorumluluğu olanla işbirliği yaparken de başka türlü bir çalışma biçimi geliştirmek lazım.







Önerilen Haberler