"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Dr. Akgün İlhan:

  • 5 Nisan 2021



“Su Yönetimi” yerine “Su Talebi Yönetimi” diyorsunuz. Aradaki farkı anlatır mısınız?


Akgün İlhan: Su yönetimi, çok geniş bir kavram, her boyutu kapsıyor. Su talebi ise, insanların su isteğine ilişkin. Sadece evlerimizdeki su açısından değil, bütün sektörlerden bahsediyorum. Bunun içinde sanayi, tarım, enerji ve madencilik var. Su, sanayinin bir parçası gibi görünüyor, ama sanayi suyu başka amaçlar için kullanıyor, kirletiyor. Başka aktörler var. Dolayısıyla her sektörün ve insanların temel yaşam ihtiyaçları olan kullanma ve içme suyunun karşılanması için bir talep ortaya çıkıyor. “Ne kadar talep varsa, o kadar arz yaratırım, şurada bir baraj daha yaparım, olmadı desanilasyon tesisi kurarım, deniz suyunu tuzundan arındırırım” derseniz bu işin sonu yok. Çünkü su arzını artırmak için yapılan projelerin bir maliyeti var. Sadece ekonomik maliyeti yok, bir de ekolojik maliyet var. Bu ne demek? Toplumsal ve ekolojik maliyet söz konusu. Desanilasyon tesisine bakarsanız, burada denizden suyu çekiyorsunuz, sonra tuzundan arındırıyorsunuz. Bir tarafta su, bir tarafta tuz var. O tuzu ne yapacağız? O tuzlar sofra tuzu değil. O tuzda her türlü deniz atığı var. Maalesef denizlerimiz artık foseptik çukuruna dönmüş durumda. İçinde her türlü toksik madde bulunuyor. Ona hatta “brine” diyoruz, deniz tuzu da demiyoruz. “Brine” diye bir sıvı. Bu sıvı radyoaktif madde gibi diyebiliriz. Onun kadar tehlikeli olmasa da, bizim bunu bir yere koymamız lazım, çünkü atık. Biz bu atığı ne yapıyoruz? Denize bırakıyoruz. Denize bıraktığınız zaman da ekosistemin içerisinde yaşayan canlılara olumsuz etkileri oluyor. Bir de ciddi bir enerji gerektiriyor. Katar gibi ülkelere bakıyorsunuz, hiç tatlı su kaynağı yok. Petrolleri olduğu için onlar âdeta petrolü suya dönüştürüyor. Desanilasyon tesisleri üzerinden içme ve kullanma suyu karşılanıyor. Bizde bunu yapmak ekonomik, ekolojik hem de toplumsal açıdan maliyetli. “Brine”ı bıraktığınız zaman oralardaki balıkçılık faaliyetlerinde de ciddi azalmalar oluyor. Yani endüstriyel bölgeye dönüştürüyorsunuz. Normalde balıkçılık ve turizm yapılabilecek güzel deniz kıyıları desanilasyon tesisi açtığınız için önemli ölçüde yıkıma uğruyor. Dolayısıyla bir baraj daha yapmak ve üç yüz kilometre öteden su taşımak yerine su talebimizi aşağıya çeken işler yapmamız lazım. Böylelikle ekonomik ve ekolojik maliyeti daha az olacak. Bir de geleceğe hazırlanacağız. İstanbul’a Melen’den ve Kırklareli’nden su taşıyoruz. Bunun bir maliyeti var. Bunu hesaba katmamız lazım. Tasarruf yapsak, bunlara hiç gerek kalmayacak. 


2014 çok kurak bir yıl olmuştu,  Melen Çayı’nın debisi %50 oranında azaldı. Melen Çayı’ndan su taşımayı kuraklık olduğunda güvence olarak düşünmüştük, ama kuraklık ve iklim değişikliği dediğiniz süreç “İstanbul’a uğrarım da Melen’e uğramam demiyor.” Öyle bir şey yok. Sınır tanımayan problemlerle karşı karşıyayız. Dolayısıyla kuraklık ve az yağış söz konusu olduğunda Melen’i de etkiliyor. Kırklareli’nde de sıfıra indi. Papuçdere Barajı’nda sıfırlandı. Demek ki, ne yaparsak yapalım, nereden taşırsak taşıyalım, iklim değişikliği çağında artık daha az su kullanmayı öğrenmemiz lazım. Talep yönetimi dediğimiz şey bu. Talebin azalması için yönetmek. Talep azalması yönünde yöneteceğiz. 


Azaltmanın da yöntemleri belli. Suyun döngüsel kullanımı bunlardan bir tanesi. Bunu yaptığımız zaman su döngüsünü de koruyacağız. Su döngüsü dediğimiz süreci anlamak için mümkün olsa da bir damla suya bir kamera taksak, iki-üç ay içerisinde nasıl dönüyor ona baksak . Yüzeyde ve denizde olan su bir bakmışsınız bir saat sonra bulut olmuş. Bulut karaya gitmiş yoğunlaşmış, toprağa değmiş, orada gölün parçası olmuş. İnmiş yeraltı sularının parçası olmuş. Aşağı kotlara doğru giderken tekrar dışarıya çıkmış, yanında bir marul varmış diyelim, marulun parçası olmuş, biyolojik su olmuş bu sefer. Bir bakmışsınız, onu yemişsiniz, sizin bedeninizin parçası olmuş. Zaten insan vücudunun %60’ı, %65’i sudan ibaret. Her şeyden daha çok suyuz, bunu unutuyoruz bazen. Su, sürekli döngü hâlinde. İklim değişikliği bu döngüyü sekteye uğramış durumda. Döngü zarar gördü, değişti. 


İklim değişikliğinin en göze görünür kısmı, yağış rejimlerinin değişmesi. Buzullardaki erimeleri görmüyoruz, deniz seviyesinin yükselmesi çok yavaş gerçekleşiyor, bunu göremiyoruz, iklim değişikliğini en net şekilde yağış rejimlerindeki değişimlerde fark ediyoruz. Suyun döngüsü farklı olmaya başladı. Üç ay yağmur yağmıyor, sonra üç saatte üç aylık miktarda yağmur yağıyor. Kentlerimiz asfaltla, betonla tamamen mühürlenmiş durumda olduğundan, suyu toprakta sünger gibi tutacak yeşil alan bulunmadığından su baskınları yaşıyoruz. 22 Mart’ta İzmir Zirvesi’nde sunum yapan Çinli bir araştırmacı vardı, “sünger şehir” kavramından bahsetti. Suyu tutacak şekilde yeşil alan ve su yönetimi yapmışlar. Öyle yapmak lazım, hem sel olmasını engelleyelim hem de yağış betonun geçirimsiz yüzeyinden hızla kayıp denize gitmesin. Döngü gerçekleşiyor, ancak bereket getirerek gerçekleşsin. Üç ayda yağması gereken yağmur üç saatte yağınca bereket yerine felaket getiriyor. Sele dönüşüyor. Hiçbir işe yaramadan, barajları bile dolduramadan gidiyor. Barajların etrafı yapılaşmaya açılmış. Bu yüzden suyu tutamıyor. Yeraltı suları ve kentin yüzey suları beslenmiyor. Bunların hepsi bir bütün. Bu bütünlüğü birlikte düşünmek gerekiyor.


Talebin kontrol altına alınması lazım. Aksi takdirde bu kadar insana ve enerji/su tüketimli yaşam biçimine yetecek suyumuz yok, bunu anlamamız gerek. Azaltmamız gerekiyor. 


Su tüketimimiz musluğu açtığımızda kullandığımız sudan ibaret değil. Aldığımız ürünlerle, hizmetlerle yaptığımız su tüketimi de var. “Su ayak izi” diyoruz buna. Sadece su ayak izi yok tabii, enerji ayak izi de var, bütününe “ekolojik ayak izi” olarak adlandırıyoruz. Bugün konumuz su olduğu için bir kısmı da su ayak izi. Dolaylı olarak musluktan akan suyun otuz-kırk katı su tüketiyoruz. Doğrudan tüketimimizde de tasarruf yapacağız, musluğu açık tutma süremizi azaltacağız. Bununla ilgili hem merkezi yönetim hem de yerel yönetimler tarafından her türlü eğitimin verilmesi gerek. Bu konunun ciddiye alınması lazım. Bir şeyler de yapılıyor. Ben çok umutluyum. 


Diğer önemli adım,  musluğu açık tuttuğumuz zaman kullandığımız suyu yeniden kullanmak. Yani evlerde gri suyun yeniden kullanımı. Bununla ilgili de yasal gelişmeler oldu. Mesela İstanbul’da 1.000 metrekarenin üzerindeki yeni yerleşim alanlarında yağmur sarnıcı kurmak zorunlu hâle geldi. Gri suyun yeniden kullanılması ve gri su tesisatının kurulması mecburi olacak. İSKİ konuyla ilgili çalışıyor. 


Suyun geri dönüşümünü, gri su kullanımını konuşuyoruz, ama aynı zamanda suyun çok kirlendiği bir ülkeyiz. Hem sanayide hem tarımda kullanılan ilaçlar suya geçiyor, su havzalarına kadar ulaşıyor. Merkezi yönetimin, özellikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın atık suların kontrolüyle ilgili ciddi önlemler alması gerekiyor. Atık su yönetimiyle ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyim?


Akgün İlhan: Bu konuyla ilgili detaylı bilgim yok. Ama şunu çok iyi biliyorum ki, tarımın sebep olduğu kirlenme çok yoğun. Biliyorsunuz, tarım sektörü suyun %77’sini kullanıyor. Yanlış sulama teknolojisi, kirlenmenin daha da artmasına neden oluyor. Kimyasal gübreler, pestisitler, herbisitler, tarım ilacı dediğimiz ama aslında bütün canlıları yok eden zehirler, hormonlar vs. Hayvancılıkta da hormonların ve ilaçların kullanımı söz konusu. Hepsi doğaya, toprağa, yeraltı sularına vs. ciddi anlamda zarar veriyor. Yeraltı sularımız kirlendiğinde aslında sularımız kirlenmiş oluyor. Yağış olduğunda topraktaki kirlilik yüzey sularına geçiyor. Bir yandan da yeraltı suları kirleniyor. Bütün olarak kirleniyoruz, çok haklısınız. 


Sanayide “noktasal kirlilik” var. Bunu kontrol etmek daha kolay. Sanayinin yapması gereken, döngüsel su yönetimine geçmek olmalı. Döngüsel su yönetimiyle hem ekonomik açıdan tasarruf sağlanıyor hem de sudan tasarruf ediliyor. 22 Mart Su Zirvesi’nde Tekirdağ Belediye Başkanı’nın konuşmasında dehşete kapıldım. Ergene’deki kirlilikten bahsediyor. Dedi ki: “Ergene suyu çok kirli ama daha büyük bir problemimiz var. Artık Ergene’nin debisi iki katına çıktı.”  İlk duyduğumda inanamadım. Aradan bir saniye geçmeden zaten başkan söyledi, “Sanayiye yeraltı suyunu çekiyorlar, sonra çektikleri suyu arıtmadan Ergene’ye veriyorlar. Artık içinden akan sıvıya A4 diyoruz, tanımsız, içinde bir sürü zehir olan bir sıvıya dönüşmüş durumda.” Hakikaten bu durumdayız. Bunların kontrolü o kadar zor değil aslında. Organize sanayi bölgelerine giren ve çıkan su belli olmalı. Organize sanayi bölgeleri neredeyse özerk yapılar. Belediyelerle işbirliğine gidilmeli. Sadece devlete bırakarak çözebileceğimize inanmıyorum. Çünkü çok yoğun bir iş var ve birebir bakmanız gerekiyor. Kirlilik, yirmi dört saat denetim altında olmalı. Bu da yerelden yapılabilir. Yerelden olduğu zaman sorunların çözümü hızlı olacaktır. Sorunlar büyümeden çözülecektir. O nedenle ben belediyelere daha büyük yetkiler -sadece denetim değil, ceza kesme yetkisi de- verilmesi gerektiğine inanıyorum. Denetim, ceza verme ve düzeltme döngüsünün aksamasına neden oluyor. 


Su krizi dediğimiz zaman sanki suyumuz azalıyor gibi anlaşılıyor. Oysa suyun hiçbir yere gittiği yok, sabit miktarda su Türkiye’nin, dünyanın ve gezegenin etrafında dönüyor. Türkiye’nin sabit miktarda yüz on iki milyar metreküp suyu var. Bu suyun kirlenmesi söz konusu. O yüzden parmak bastığınız nokta o kadar doğru ki. Kirlilik oldukça önemli bir mesele. 


Siz 22 Mart’taki Su Zirvesi’nin katılımcılarındansınız. Gözlemlerinizi öğrenmek isterim.

 

Akgün İlhan: Manifesto okunurken çok duygulandım. Çünkü şimdiye kadar savunuculuğunu yaptığımız bütün ilkeler orada. Bu, önemli bir gelişme. Yıllardır bunları konuşuyoruz. Belediyeler, belediyedeki su emekçileri, suyla ilgilenen herkes bu konuda kafa kafaya verip çok güzel bir manifesto hazırlamış. Manifestoda  katılımcılıktan da bahsediliyor. Onunla başlıyor. Bu neden önemli? Çünkü herkesi, her sektörü ve her yönetim alanını ilgilendiren bir mesele. Hâl böyle olunca suyun değmediği bir insan yok. Dolayısıyla bütün sektörlerin, yönetim alanlarının, insanların, doğanın ve bütün ekosistemin sesini duyuracak temsilcilerin olması gerekiyor. Katılımcılık böyle bir şey. Herkesin bir arada olması lazım. Katılımcılığın planlamadan uygulamaya kadar her aşamada olması lazım. Halkın kabulünü görmemiş projenin verimli olması beklenemez. Katılımcılık, herhangi bir projenin verimli işlemesi için de gerekli bir ilke. Manifestoda bahsedilen beş ilke dünyada kabul görmüş ve artık tartışılmayan ilkeler. 


İkinci gün yapılan çalıştayda da bunu konuştuk. On yedi tane konu başlığı altında kırk üç tane masa toplandı. Her masada sekiz-on kişi vardı. Üç yüz altmıştan fazla insan katıldı. Hepsi de kendi alanında uzman. Sadece uzmanlar da yoktu. Sivil toplumdan insanlar da vardı. Bütün bu etkinliği başından sonuna kadar çok başarılı buldum. Daha da güzeli, bu on yedi başlık altında üç yüz küsur insanın konuştuğu her şey bir kitaba çevrilecek. Öncesinde yapılan sunumlar da kitaba eklenecek. Şimdiye kadar Türkiye’de bu ölçekte yapılan, su yönetimine dair yenilikleri ve sürdürülebilirlik ilkelerini tamamıyla ele alan başka bir çalışma olmadı. Parçası olmaktan büyük onur duydum.


Katılımcılık da zirveye yansımıştı. Planlama aşamasında yirmi iki belediyenin yer alması çok değerli.  İzmir Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde yapıldı, ama sonuçta herkes bu işin içinde yer aldı. Sadece su ve kanalizasyon idareleri değil, belediyeler de bu işi ciddiye aldı. 

Aslınca ciddi bir atak var ülkede. Biliyorsunuz, birkaç gün önce de “Su Şurası” yapıldı. O da merkezi hükümetin yürüttüğü bir çalışma. Orada da güzel şeyler konuşuluyor. 


Su yönetimi, çekişilecek alan değil. CHP’li belediyeler tarihî bir adım attı. CHP’li belediyeler dışındaki belediyeler de manifestoya bakmalı ve bu konu etrafında birleşilmeli. O nedenle buradan yeni bir politika anlayışı, yeni bir su kültürü, yeni bir su politikası çıkar diye düşünüyorum.



Önerilen Haberler