"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Beyhan Uzunçarşılıoğlu: Gerçekten Hiç Vaktimiz Kalmadı, Küresel Isınma Gerçeği Var

  • 10 Mayıs 2021

BEYHAN UZUNÇARŞILI

Ziraat Mühendisi

Urban Garden Kurucusu





Urban Garden’i anlatabilir misiniz? Urban Garden’in misyonu nedir? 


BEYHAN UZUNÇARŞILI: Urban Garden’i kuralı on iki yıl oldu. O zamanlar bu bilinç seviyesi kimsede yoktu. Benim aslında köyüm yok, İstanbulluyum. Nereden geliyor bilmiyorum, ama toprak sevdası bende hep vardı. Toprak benim için çok önemli. Üstünde yetişenler sonra geliyor. Önceliğim, toprağın canlılığı. 

Bunu meslek olarak seçtikten sonra gidip okulunu okudum. Hatta şöyle söyleyeyim, kırk yaşımdan sonra oğlumla beraber üniversiteye girdim. Kızım küçüktü, “Nasıl gidebilirim?” derken Ziraat Fakültesi’ni bitirdim. Bizler şanslı büyüdük, her şeye ulaşabiliyorduk, tadını ve kokusunu biliyorduk. Bir eksiklik gördüm herhalde, bilmiyorum. Bir de elim toprağa değmek istedi. İstanbul’da tarım alanı bulmak mucize. İlk başta, istediğim hâlde bulamadım ve bir müddet mecburen peyzaj yaptım. Ama peyzajda gördüm ki, fazla miktarda kimyasal kullanılıyor. Bu, benim için hiçbir şekilde etik değil. Şans eseri Kilyos’ta on iki dönüm arazi vardı. İnsanların eli toprağa değsin, tarım yapalım, gelsinler öğretelim gibi bir planım oluştu ve adını Urban Garden koyduk. Ben Türk adı için ısrar ettim, ama oğlum  “Anne sen global bir şey yapıyorsun, uluslararası bir ad koyman lazım, şehir bahçeciliği başka bir şey,” dedi. Böylece Urban Garden doğdu. Bir seneye yakın toprağı düzeltmekle uğraştım. Tohumlar aradım, insanlara anlatabilmek şimdiki gibi de değildi. Uğraşmama değdi, güzel bir yola girdi. Ama sonra arazi sahibiyle biraz ihtilaflı gibi olduk. Arazi düzelince kıymete bindi tabii. Gümüşdere’yle tesadüfen tanıştım. Gümüşdere’yi bilmezdim. Pazarcıları biliyordum, oradan geliyor, gidiyorlardı. Ama gidip bakmamıştım. Ayıp aslında. Şimdi insanlara kızıyorum, yüz yıldır bu arazi ve üreticiler burada ama siz bilmiyorsunuz diye. Üreticilerle görüşüp onların üretim şekillerini görünce ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Hiç tarım yapılmamış araziler vardı. Böylece Urban Garden’i oraya taşıdık. Yine bir yıl orayı düzeltmekle uğraştık. Bu zor bir şey gerçekten, benim üretim biçimimde daha da meşakkatli. 


Ana üretimi okullardan öğrenmedim, tarım bambaşka bir şey. Öze, doğala yönelmek zaten ayrı ama üretimin sadece kitaplardan veya görsellerden anlatmakla öğrenilebilecek bir süreç olmadığını üreticilerin arasındayken daha iyi anladım. On yıldır kendi üretim şeklimle oradaki üreticilere örnek olmaya çalışıyorum. Özellikle Türk üreticisine -biraz değiştiler- bir şey anlatmak çok zordur. Onlar her şeyi bilir. Hele ki siz dışarıdan geldiyseniz. Ben ziraat okuduğumu bile pek söylemem. Çünkü biz ziraat okurken sahaya çok az indik. Gerçek tarım sahada öğrenilendir. 


Benim bulunduğum Gümüşdere önemli bir alan. Atatürk yüz yıl önce mübadele zamanında bu insanları Karacaoğul mevkisinden getirmiş, yerleştirmiş. Orada da bahçecilik yapıyorlarmış. Bahçecilik ayrı bir şey. Tarım dediğiniz zaman çok kapsamlı, tarla tarımı başka bir aşama. Tarla tarımıyla bahçe tarımını, özellikle sebze tarımını ayırt etmek lazım. Bahçe tarımı zordur, çünkü elinizin her an üstünde olması gerekir. Bu insanlar yüz yıldır aile işletmelerinde bahçecilik yaptığı için çok değerliydi. 


Bir ara o bölgeye arıtma tesisi kurulması söz konusuydu. Böyle bir tehlike olunca ben de “Böyle bir şey yapılamaz,” diye onlarla çıktım. Bildiğim bir konu değildi, ama “Bu arazi gidemez,” dedim. İstanbul, on altı-on yedi milyonluk global bir kent. Kentin bir kısmını bile taze gıdaya ulaştırabilecek yerler varsa bu yerlerin korunması gerektiğini düşündüm. Zorlu bir mücadele verdik. Üretici ürkek oluyor. “Ben ne yapabilirim ki?” diyor. Onlara önce ne kadar değerli olduklarını anlattık. Biz çiftçiyi, köylüyü hep iteledik. Meslekten bile saymadık. Seni doyuran insanlar bunlar. Bu insanların üretim şeklinde hataları da olsa bu yine kentlinin talebinden ileri gelen bir durumdur. Arz-talep meselesi. 


İnsanlar sahip olmayı değil, önce var olmayı öğrenmeli. Var olmayı öğrendiğiniz zaman sağlığınızı da, gıdanızı da, suyunuzu da, havanızı da korursunuz. Çünkü önemli olduğunuzu anlarsınız. Bu da nereden gelir? Topraktan gelir. Bir grup insan toprağı seviyor, gidip çalışıyor, bunların hepsi güzel. Ama benim derdim, İstanbul’un tarım topraklarına üreticisini koymak. Ana bilgiler burada. Öğrenmek isteyen buyursun, entegre olsun. Nasıl entegre olacağını yerel yönetimlerle konuşuruz. O dönemde insanıyla, toprağıyla bu alanı korumamız gerektiğinin bilincine vardırmaya çalıştım. Ben dışarıya karşı onların dili oldum. Buranın hepimize gerekli olduğunu anlatmaya çalıştım. Alanın statüsünü yükselttik. Özel ürün arazisi statüsüne geçti. Üretim tekrar başladı. 


Bu arada Urban Garden bir misyon yüklendi. Gençlerin öğrenmeye ihtiyacı vardı. Çünkü bilmiyorlar. Bilgisizlik kötüdür. Kulaktan dolma bilgilerle ya da modern tekniklerle tarım yapılamaz. Atalarımız “Tarımda her yıl bir şey öğrenirsin,” demiş.  Küresel ısınmayla, iklim kriziyle, mevsimlerin dönmesiyle tarım şekilleri değişiyor, adapte olmak zorundasınız. Endüstriyel tarımı ve doğal tarımı konuşuyorsak, o size adapte olmuyor, siz olmalısınız. 


Gıdamız nereden geliyor? Kim benim için üretiyor, ne üretiyor, nasıl üretiyor? Kentli bu soruları sormuyor. Talepte bulunan ve güzel ürün isteyen de kentli. O zaman üretici de bu tarafa yöneliyor. Elimden geldiği kadar kendi üretim şeklimle onlara da örnek olmaya çalışıyorum. Önce gelip bakıyorlar, “Beyhan Abla olmaz, sök bunları,” diyorlar. “Tamam, sen karışma,” diyorum, “Sezon sonu seninle görüşürüz.” On iki yıldır bir gram kimyasal gübre kullanmadım. Neyi neyle dikeceğinizi ve arazi planlamasını bildiğiniz zaman doğa zaten size onu veriyor. Vermiyor diye iddia eden bana gelip konuşmasın. Elim toprakta olduğu için ben konuşabilirim.


Sanırım sadece üretim yapmıyorsunuz. Bu yöntemleri öğrenmek isteyenlere destek veriyor musunuz? Farkındalık yaratmaya yönelik girişimleriniz var mı? 


BEYHAN UZUNÇARŞILI: On iki yıl boyunca bu çalışmaların çoğunu yaptım. Barcelona’ya gitmiştim, bir şefle tanıştım. Oraya gittiğimde bir farkındalık yaşadım. İnsanların önüne güzel bir sunumla yemek koymak oldukça revaçta. Ben her zaman “Yemeğin, gıdanın modası bana göre olmaz,” derim. Ama ben o tabağı ve içindeki malzemeyi sorgularım. Pişirme teknikleri seni ilgilendirir. Ben içindeki gıdanın gerçek olup olmadığıyla ilgilenirim. Barcelona’da benim gibi üretim yapan insanlarla işbirliği yaptım. Onların tarlalarına gittim. Anadolu bu kadar çeşitliyken ve popülasyonumuz fazlayken neden hep aynı gıdayla besleniyoruz? Belki bir fasulyenin elli çeşidi var, ama biz bir-iki tanesini biliriz. Üretim ona göre şekilleniyor çünkü. Gastronomi tarafında da şefler talep etmeye başlayacak. Diğer üreticilerle işbirliğine girecekler. Böylece katma değeri yüksek, temiz gıdalar ortaya çıkabilir. Bunu da ben üstlendim ve birçok çeşitte başarılı olduk. Deniz kenarında yetişmeyecek ürünlerin bile yetişebildiğini gördük. Ben hiç ticari tohum da kullanmıyorum, biriktirdiğim bulabildiğim Atalık tohumlar var. Bu, o kadar büyük bir ansiklopedi ki, ucu her yere gidebilir. Hep arz-talep meselesi. İstanbul’u göçten boğulmuş bir köy olarak kabul ederim. Göç meselesinde şu an üçüncü nesil var ve biz ilk gelenlere de, o insanlara da ne iş ne aş bulabildik. Yavaş yavaş topraktan uzaklaşıldı. Çiftçiliği meslek olarak görmediğimiz için avukat, hâkim veya mühendis ol dedik. Hâliyle mesleklere yöneldiler. Pandemi döneminde değeri fazlasıyla anlaşıldı. Şimdi de arıyorlar, bulamıyorlar. 


Urban Garden olarak kendinize tekrar kentin içine dönen bir misyon yüklüyor musunuz? Bu alanda çalışmalarınız var mı?


BEYHAN UZUNÇARŞILI: Ben ancak danışmanlık verebiliyorum ya da konuşuyorum, anlatıyorum. Kent konseyinin de içindeyim. 


Bizim gerçekten hiç vaktimiz kalmadı. Küresel ısınma var. Karşıdan gelirken yine bütün otobanların otomatik sulama sistemiyle sulandığını gördüm. Bakın, çim kadar su isteyen hiçbir malzeme yoktur. Bu bize ne yapar? Ruhumuzu doyurabilir. Ama bir makilik veya orman aynısını, belki de çok daha fazlasını verir. Bakım ve su istemez, kendi kendine adapte olabilir. Almanya’nın birçok bölgesinde otoban şehirleri bağdır, üzüm bağıdır. Toprak kıymetli. Biz toprağı kaybediyoruz. Zaten kentler binadan boğulmuş hâlde. Büyükşehir olarak ilçe bazında da bakabilirsiniz, hepsinin alanları var. Ya atıl alanlar ya da kullanılmayan alanlar var. Bu tip yerlerde laleler, güller dikmek yerine insanlara eğitim verebilecekleri ve gıdalarını yetiştirebilecekleri çalışmalar planlamak. Bunu sürdürülebilir yapmamızın nedeni, toplum destekli olması. Belediyelerin bu konuda öncülük etmesi gerekiyor.


Bir yıldır virüsle uğraşıyoruz ve böyle bir sürecin tekrar yaşanmayacağının garantisi yok. Korkarak hiçbir şey elde edemeyiz. Korku, yokluk ve pasiflik demektir. Projeler üretmemiz lazım. Pandemi kısıtlamalarında en yakın fırına gidebiliyorsunuz, o da en yakın tarlasına gidebilecek belki. 


İBB, güzel işler yapıyor, fidanlık da kuruldu. İstanbul bazında üreticilere fidan dağıtıyor, bu konuda teşekkür ediyoruz, güzel bir uygulama. Ama tabii ki sadece dağıtmakla kalmaması gerekiyor, denetiminin de yapılması lazım. Gördük ki, insanlara bostan tahsis ettiğiniz zaman devamını getirmiyorlar. Yine gıdanın modası olmaz noktasına geleceğim, bu moda değil. Önce bilinç seviyesini yükseltmek lazım. 


Küba, kentin içinde bütün gıdayı nasıl üretebildi? Aslında bunlar insanlara acil eylem planları gibi sunulmalı. “Siz madem sorguluyorsunuz, gıdanın da temiz olmasını istiyorsunuz,” diyerek sonra belki sertifikasını vermek lazım. Çocukları ve gençleri küresel ısınmayla, kuraklıkla, susuzlukla korkutmak yerine üretecekleri alanlar açmak lazım. Siz sevdirirseniz, devamı gelir. Ülkeler bazında seferberlik ilan edilmesi gerekiyor. Bunun bir hobi olmadığını, elzem bir ihtiyaç ve insan hakkı olduğunu, bu hak için herkesin yapması gerekenler olduğunu anlatmak şart. En azından birçok yerde kompost alanları kurulabilir. Çünkü atık diye bir şey yok. Atıkları bile ayrıştıramıyoruz. Böylelikle bitkisel atıkları kompost hâline getirirler ve bu da katma değer üretir. Üretilenler belki satılabilir. İBB’nin güzel bir yeri var, orada satılabilir. Hakiki tohum pahalı ve alamıyorsunuz. Elimizde varken bunları neden dönüştüremiyoruz? Gümüşdere için böyle bir proje önerdim. Büyük bir alan. Mevsim sonunda bitki atıklarını nereye atacaklarını şaşırmışlardı. Herhangi bir alanda bu atıklar o kadar güzel dönüşebilir ki. Öncelikle korkutmadan, gerçekleri ortaya koyarak konuşmak lazım. Birçok dünya kenti bunun farkında ve bu yönde adım atıyor. Biz hiçbir şey yapamıyorsak, çocukların oynadığı alanlara toprak bile koyamıyorsak bizim ayıbımızdır. O zaman çocuk toprakla nerede tanışacak, toprağa nasıl sahip çıkacak? Bilmediği bir şeye sahip çıkamaz. Bu nedenle bilinçlendirme çalışmaları birinci etaptır bence. Sonra alanlar tespit edilmeli, gönüllülük esası olmalı, çeşitli kurallarla denetlenmeli. 


Üç hafta kapanma var değil mi? Dün toplantı vardı, katılamadım. Bizim oradaki üreticilerin çoğu ya pazarcılıkla ya da mahallecilikle ürün satar. Şimdi ikisi de yasak. Şu an yeşilliğin en randımanlı zamanı. Üç hafta bu insanlar ürünlerini kime satacak? Kim düşünüyor? Kimse. Belediye üç haftalık sürede ürünleri uygun fiyatta alıp insanlara ulaştırsa olmaz mı? Bu, bir katma değer. Siz bir pazıyı tutamazsınız, üç hafta içinde satmaya mecbursunuz. Bizden hale pek mal gitmez, ama götüren götürecek, ne yapacak? Bekletirse karta kaçar çünkü. Bunlar küçük gibi gözüküyor, ama su damlası misali birikir. Belki halk manavları kurulur. Küçük şubeler bile koysanız insanlara hal malı vermezsiniz. Üretici de memnun olur. Pazarcılık kolay bir şey değil, o kişinin de işine gelir. 




Önerilen Haberler