"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Dilek Yürük: Küçücük Balkonların Ne Kadar Önemli Olduğunu Fark Ettik

  • 10 Mayıs 2021

DİLEK YÜRÜK

Peyzaj Mimarı ve Permakültür Tasarımcısı




Siz peyzaj mimarısınız, aynı zamanda permakültür tasarımcısısınız. Permakültür tasarımcısı ne demek? Kentlerin peyzaj yaklaşımındaki dönüşümünü mü işaret ediyor?

DİLEK YÜRÜK: Permakültür tasarımı, bir tasarım bilimi. Bu tasarım biliminin içerisinde üç ana etken var: İnsan, hayvan ve yenebilen bitkiler. Gıda üzerine kurulu bir sistem tasarlıyorsunuz. Sisteminiz etik ve sürdürülebilir olmalı. Bu çok önemli. Diyelim ki bahçeme bir yerden toprak alıyorum, ormanın altındaki toprağı alarak kendime gıda üretim alanı yaratırsam, bu hiç etik ve sürdürülebilir olmaz. Yapacağınız her iş, tasarımdaki bu iki maddeyle uyumlu olmalı. Bunu her zaman sormalısınız. 


Permakültürün belirli kuralları var. Bu kurallar aslında doğadan ilham alan ve doğayı gözlemleyerek oluşan kurallar. Kentin yaşamında unuttuğumuz bazı şeyleri özellikle hatırlamak için diyebiliriz. Çünkü kenti ve kırsalı birbirinden tamamen kopararak anlamaya çalışmak, kentliler olarak yaptığımız en büyük hatalardan biri. Birbirleriyle kopuk, sadece ara yüzler şeklinde ya da köyde, kentte belirli şeylere ithaf ederek belirlenen doğa anlayışı sistemleri de bozuyor. Permakültür, tüm bunlara üstten bir bakış sunuyor. 


Permakültür tasarımı, doğadan ilham alarak, gerekli olduğunda içine teknolojiyi, bilimi, sanatı koyarak, etik ve sürdürülebilir kontrol listesini cebinde taşıyarak bir tasarımın nasıl olması gerektiğine bakıyor. En önemli şey, kurduğunuz sistemlerin -bazen işleyişinin sekteye uğraması riskine karşılık sisteminizi onarana kadar- yedekli yapılandırılması ve farklı yönlerden desteklenmesidir. Örneğin, bir bahçeniz var, bu bahçenizin bir de sulama sistemi var. Şehir şebeke suyuyla sulanıyor. Diyelim ki bir problem oldu ve su kesintisi yaşadınız. Böyle bir tasarım anlayışıyla bir alan düzenliyorsanız, yağmur suyunu da depolamanız lazım. Belki yeraltı kaynağınızı da güçlendirmeniz gerekir. Alternatifli sulama ve enerji sisteminiz olmalı, kendi tohumunuzu üretmelisiniz, biyoçeşitliliği zenginleştirecek bitkiler seçmelisiniz. Arıyı, kelebeği bizim polinatör böcekler dediğimiz tozlaştırıcı böcekleri -belki yiyemeyiz o bitkiyi oraya ektiğimizde ama- başka bir canlıya hizmet etmek için oraya koyabiliriz. Bu bakış açısına sahip bir tasarım kavramından bahsediyoruz. 


Kimler permakültür tasarımcısı oluyor? Avustralya’dan gelmiş bir tasarım bilimi bu. Şu anda eğitimler veriliyor. Türkiye Permakültür Enstitüsü var, hatta merkezi Urla’da. Ben, onların verdiği eğitimlerden almıştım. Enstitü, uluslararası geçerliliği olan ve iletişim kurduğunuzda sürekli beslendiğiniz bir kanal. Enstitü kapsamında bu işi merak eden, hem köyde hem kentte yaşayan pek çok farklı insan, mimarlar, ziraat mühendisleri, farklı mesleklerden insanlar var. Uzun ve uygulamalı bir eğitim. Bu unvana sahip oluyorsunuz ve sertifika alıyorsunuz. Sertifikayı bir kenara koyalım, bazı şeyler için bence kesinlikle gerekli. Doğru yerden doğru bilgiyi almak benim özellikle önem verdiğim bir konu. Uygulamak ve yaşam biçiminiz hâline getirmek daha başka. Benim peyzaj mimarlığı kimliğimle permakültür tasarımcısı kimliğim bir noktada çok güzel birleşti. Peyzaj işi aldığımda iki kimliğimin birleşiminden çıkanları kullanabiliyorum. Yağmur suyunu depolayalım mı? Buraya lavanta dikerken biyoçeşitliliği de düşüneceğiz. Bazı şeyleri müşterinizle paylaşıyorsunuz, bazı şeyleri paylaşmıyorsunuz, ama sistemin içine onları dahil ederek ilerlemek, mesleğimdeki gayem.
Kentin içinde yapılan peyzaj aslında yavaş yavaş dönüşmeye başladı. Farklı konular hakkında konuşuyoruz, bu çok iyi.


Süslü kentlerden ekolojik uyuma ulaşmış kentlere nasıl geçeriz?



DİLEK YÜRÜK: Kentin peyzajının dönüşümünü sadece yerel yönetimlerden beklemek bana doğru gelmiyor. En alttan talepte bulunarak ve hareket ederek yukarıya doğru iletmek, işi hızlandıran bir bakış açısı olur. Bunun içinde sivil toplum kuruluşları, mahalle örgütlenmeleri, okullar olabilir. Kentte yaşayan insanlar olarak bakış açımızı değiştirmemiz, talep ederek harekete geçmeyi tetiklememiz gerektiğini düşünüyorum. Belediyelere de haksızlık etmeyelim. Her belediye, kendi coğrafi koşullarıyla, bütçesiyle ve bakış açısıyla bir şeyler yapmaya başladı. Burada birkaç önemli nokta var. Özellikle suyun azalmasıyla ve iklim kriziyle birlikte konuşmaya başladığımız “yerel türlerin peyzajın içine eklenmesi”, kritik bir konu. Yani amaç İtalya’da bir fidanlıkta gördüğünüz çok güzel bir ağacı buraya getirmek değil. Bizim kendi coğrafyamızdaki meşeler, ladinler olabilir. Kendi yerel türlerimizi -özellikle kurakçıl peyzaj dediğimiz kavram içerisinde- fidanlıklarda yetiştirmeye başlarsak, bunları peyzajın içine entegre edersek, uzun vadeli baktığımızda sürdürülebilir bir peyzaj anlayışı oluşturmamız söz konusu olur. Estetiğe gerek yok demeyeceğim, çünkü insanlar görsel zenginlik de istiyor. Zaten doğa öyle bir yer. Mesela yaprakları yemyeşil bir ağaç olmalı, bana baharın geldiğini göstermeli ya da renk dönüşümleriyle sonbaharın geldiğini hatırlatmalı. Bunların insan psikolojisinde bir karşılığı var. Doğayı izlediğinizde zamanın akışında süreçleri algılama hâliniz mühim. Biz iletişim anlamında sözel kısma çok fazla takılıyoruz, ama işler aslında öyle yürümüyor. Estetiğiyle beraber seçilebilecek alternatifler var. 


Önümüzde Küba örneği var. Küba, ambargo uygulandıktan sonra tüm kent peyzajını dönüştürüyor. Bütün atıl alanlar, üretim alanı oluyor. Gıda üretiyorlar. Kentin içinden sadece estetik değeri olan ağaçlar çıkartılıyor ve yerlerine meyve ağaçları dikiliyor. Küba’nın parklarına bakın, meyve ağaçlarıyla dolu. Dönüp bize bakalım. İstanbul özelinde konuşacağım. Dutlar, cevizler, çağlalar, eşsiz güzellikte meyve ağaçları var. Biz onlara sanki sorun yaratıyormuş gibi bakıyoruz. Dutlar kaldırımın üzerine dökülüyor ve oradan geçerken herkes söyleniyor. Sinekler geliyor. Oysa bunları farklı bir sistemin içinde organize etmek, gıda sisteminin kapsamına almak çok önemli. Yemeğimizi çöpe atmayalım, israf oluyor diyoruz. Kentin içindeki mevcut meyve ağaçlarının haritalandırması yapılabilir ve bu haritalandırma üzerinden belirli şenlikler, festivaller vb. -yine çok büyük organizasyonlardan bahsetmiyorum- mahalle ölçeğinde organizasyonlar yapılabilir. Ben geçen dönem Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde ders veriyordum. Dersimizin bir bölümünde öğrencilerimden bir grup bu işi yaptı. Dünyada bunu yapan bir örgüt var. Kentteki meyve ağaçlarını noktalar hâlinde haritalandırıyorlar. O ağaçların ne zaman meyve vereceğiyle ilgili bilgi notları ekliyorlar. Sonra insanları buralara davet ediyorlar ve diyorlar ki: “Kadıköy bölgesinde şu sokaktaki dut ağacını bugün toplayacağız.” Bu, güzel bir uygulama. Benim öğrencilerim de İstanbul’da Kadıköy bölgesinde bir yürüyüş rotasındaki meyve ağaçlarını çıkartmışlardı. Uluslararası haritaya ağaçları eklemişlerdi ve küçük davetler hazırlamışlardı. O meyvelerden yapacakları reçellerle ilgili kartlar -mesela dut reçeli, erik hoşafı nasıl yapılır gibi- hazırlamışlardı. Bunlar bir dönemlik bir derste ortaya çıkan, sadece bir grubun yaptığı çalışmalar. Belki bir STK olarak organize etsek, çatı organizasyonunda yerel yöneticiler olsa, mevcudu korumak ve dönüştürmek, yapılacak diğer işler için model oluşturmak açısından önemli olurdu. Dönüşüm böyle olur. “Yağmur bahçeleri” denilen oluşumlar var. Asfaltın üzerinden akıp giden ve defetmemiz gerektiğini düşündüğümüz -özellikle defetme diyorum çünkü sorun olarak geliyor- yağmur suyu için yeni çalışmaları değerlendirmek gerekiyor. Hâlbuki yağmur suyu o kadar kıymetli ki. Kentten kanalizasyon sistemine bağlanıyor ve denize gidiyor. Yeni peyzaj anlayışlarından bir tanesi de bu yağmur bahçeleri. Yolların kenarında yapılıyor. Yağan su, bir şekilde bu bahçelere yönlendiriliyor. Burada suyu yakalayıp alt kodlara indirebilen bitkiler tercih ediliyor. Özellikle suyu durdurmak ve toprağın yavaşça emmesini sağlamak amaçlanıyor. Çünkü bütün asfaltların altında toprak var. Toprağın suyla beslenmesi çok önemli. Biz dış kaynaklar üzerinden bunu yapmaya çalıştığımızda kendi doğal kaynağımızı elimizle itmiş oluyoruz. Sonra onu başka bir şekilde almaya çalışıyoruz. Bu nedenle peyzaj düzenlemeleri, kurakçıl, ekolojik, sürdürülebilir, biyoçeşitlilik odaklı, yenilebilir gıda üretimi gibi başlıklarla tekrar gözden geçirilebilir. 


Kentin içinde atıl alanlar dediğimiz, kullanılmayan alanları planlamak, bazı yerleri mahalle organizasyonlarına verip neler olduğunu görmek, rehberlik etmek, dönüşümü hızlandırmak vs. farkındalığı artırmak için yöntemler olabilir. Her şeyi ekonomik açıdan yerel yönetimlerden beklediğinizde gerçekçilik ortadan kalkıyor. Benim okul bostanlarıyla ilgili bir çalışmam vardı, hâlâ devam ediyor, ama belediye ortaklığı o dönemdeydi. Belediye iyi bir bütçe ayırmış. Oraya gidiyoruz, yükseltilmiş sebze yataklarıyla kurulumunu yapıyoruz. Çalışmanın başında gelen bazı sorular beni şaşırtmıştı. “Siz gelip sulayacaksınız değil mi?” diyorlardı. Okulun bahçesindeki alanı sulamaktan bahsediyoruz. İnsanlara tam anlatamıyoruz sanırım. İşin heyecanından bu kısmı hızlı geçiyoruz. Gerçekten bunu yapmamak gerekiyor, sakin olup “Biz niyetli miyiz? Bu işi yapmak istiyor muyuz?” diye sormak lazım. Cevap evet ise nasıl yapacağız? Zaman ajandamız nasıl olacak? Bu bilgiyi paylaşmamız ve sonra devam etmemiz lazım. Böyle projelerde her şeyi belediyelere bırakırsak, sistem eninde sonunda çöker. Birincisi, insanlar sahiplenmez. Kentteki en büyük dertlerimizden bir tanesi bu. Kentin içerisinde ortak ve demokratik katılımla, orada yaşayanların söz hakkıyla, istekleriyle birlikte yapmadığınızda aidiyet duygusu oluşmuyor. Bu bir bank veya bir dönüm park olabilir, hiç fark etmez. Katılımı ve sahiplenme duygusunu tam tesis ettiğinizde oranın fiziki korunurluğunu da sağlıyorsunuz. Şimdi bunun içinde bir bostan olduğunu düşünün. Şahane, her şeyi yapılmış, ama sürdürülebilir olması için orada bir topluluk olması lazım. Ben bunu sadece belediyeyle devam ettireceğim derseniz, süreç “mış” gibi yapmaktan öteye gitmez. 


Bizdeki vakıf kültürü kıymetli bence. Camilerde yaparlarmış. Mesela Piyale Paşa Camisi’nin bostanı var. O dönemde bostandan çıkan ürünlerin satışından elde edilen kâr ve para tekrar caminin tadilatı ve ihtiyaçları için kullanılırmış. Yani bostan üzerinden sistemi yürütebiliyorsunuz. Belediyeler neden yapmasın ki?


Yurtdışında kiliselerin toplulukları var biliyorsunuz, bizdeki cami toplulukları gibi kıymetli. Yine kiliselerin çok güzel bahçeleri, yetiştirme alanları, “edible garden” dedikleri yerler var. Buradan ürünler elde ediyorlar, bu ürünleri satıyorlar. Hep beraber olabilecekleri başka organizasyonlar yapıyorlar. Sosyalleşme sağlanıyor. Farklı toplumsal sınıflardan gelen insanlar için karşılaşma mekânları yaratıyorsunuz. Kentin ve kent peyzajının yapması gerekenlerden biri de budur. Bostanlar bu rolü üstlenebilir. Düşünsenize, oraya belirli yaş gruplarındaki insanlar gidiyor. Hareket etmek için de güzel bir alan. Bostanda bir şeyi çapaladığınızda, eğilip baktığınızda, diktiğinizde tüm bu sosyalleşme ve paylaşma süreciyle beraber hem mental olarak hem ruhen hem de bedenen birçok işle uğraşıyorsunuz. Bu nedenle kent peyzajının içine permakültürle beraber bu aşamaları dahil etmek önemli. Permakültür, havadan düşmüş bir tasarım kültürü değil. Elli yıl önce kullandığımız kadim bilgilerin farklı bir başlık altında bize tekrar geri gelmesi. Anneannelerin, dedelerin anlattıkları permakültür. İstanbul, hep bir mega kent değildi. Hemen çeperde yer alan, şu anda değişen yüzler köylerdi. O köylerdeki insanların deneyimleri tüm bu ağın oluşmasında faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Amaç sadece permakültürün kullanılması da değil. Belki kendi dilimizi ve kentsel tarım kavramlarımızı yaratacağız.


Kentlerde balkon ya da apartmanın küçük bahçesi pandemiyle birlikte daha da önem kazandı. İnsanlar bu alanlarda yetiştirdikleri küçük bir meyveyle, doğa ve kent ekolojisiyle ilişki kuruyor. Bu alana yönelik bir projenin içinde oluyor musunuz ya da yerel yönetimlerle bu alanda bir çalışmanız var mı? Yani balkon permakültürü, herkesin evinde yaratabileceği küçük alanlar, balkon bahçeciliği gibi. 


DİLEK YÜRÜK: Pandemi başladığından bu yana aslında en fazla konuşulan konulardan biri. O küçücük balkonların ne kadar önemli olduğunu fark ettik. Bu nedenle pek çok konu ele alınıyor. Mimarinin değişmesi vb. Çünkü insanlar satın aldıkları evlerde bu ve benzeri alanların ihtiyaç olduğunu görmeye başladı. Kentliler olarak toprakla ve üretimle ilgili bağımızı yavaş yavaş koparttığımız için içimizde var olan bazı bilgiler de ortaya çıkamıyor. Yani bir tohumu ekmek, bir fideyi büyütmek gibi şeyler. Bunlar talep görmeye başladı. Online eğitimler arttı. Hem özel hem de yerel yönetimlerin de desteklediği eğitimler yapılmaya başladı. Mesela Yeryüzü Derneği’ni söyleyebilirim. Dernek, kent bahçeciliği projesi kapsamında balkon bahçeciliğini de alt başlıklardan biri olarak ele alıyor. Her yıl balkon bahçeciliği yapmak isteyenlere eğitimler veriyorlar, fide dağıtıyorlar. Kendi gıdanı yetiştirmenin deneyimlenmesi bence herkes için önemli. Çiftçi mi olacağız? Hayır. En azından deneyimlediğimizde bu insanların üretim aşamalarında neler yaşadığını, bir canlıyla uğraştığınızda ihtimaller üzerinden neler olacağını görüyorsunuz. Satın aldığınız ürüne ve o ürünü yetiştiren kişiye karşı olan bakış açınız değişiyor. Emek-eder dengesini bile daha farklı kurmaya başlıyorsunuz. Sağlıklı, taze ve lezzetli bir ürünün tadına varabiliyorsunuz. Üreticiye ve üretilen ürüne saygılı oluyorsunuz. Yani konvansiyonel, toprağın kirletildiği, pestisitlerin ve kimyasalların kullanıldığı bir tarım mı? Yoksa pahada belki biraz daha fazla verdiğiniz ama her bir dalını kullandığınız,  yemek için hiçbir şeyi israf etmediğiniz ve aynı zamanda bu insanları kendi paranızla desteklediğiniz ürünler mi?  Bunu sormayı öğreniyoruz. Bütün bu dengeler çok önemli.  Kentli insan bilinçlenmeli. Küçücük balkon bahçesi dediğiniz yer, maydanozu oraya ektiğinizdeki hikâyeyle değişiyor. Bu anlayış devam etmeli. Okullarda uygulamalar yapılmalı. Çocuklarla başlayarak bu işi sahiplenmeliyiz. Okul bostanlarında amaç sadece bir ürün yetiştirmek ve bir domates yemek değil. O domatesin nasıl üretildiğini görmek, son ürünü paylaşmayı öğrenmek. Açıkçası tüm bunları kıymetli buluyorum. 




Önerilen Haberler