"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Burçin Altınsay: Yerel Yönetimlerin Yetkilerinin Artırılması Gerekiyor

  • 17 Mayıs 2021

BURÇİN ALTINSAY


Yüksek Mimar, Mimari Koruma Uzmanı





Kültürel mirasın korunması temelinde korumacı mimarinin prensipleri nelerdir? Korumacı mimari ne demek? 


BURÇİN ALTINSAY: Kültürel mirasın korunmasında ve koruma mimarlığında esas prensip, var olanı ve değerleriyle bugüne gelmiş olanı korumak. Bu kadar basit. Sonrasında yapacağımız her bir hareketin bu prensip için olduğunu bilmek önemli. Mimari koruma, tek bir yapının taşından, harcından, yapı taşından ve malzemesinden başlıyor, ama bugünkü koruma anlayışımızla bu iş kentlere ve kent parçalarına kadar uzanıyor. Biz sadece yapılarla uğraşmıyoruz. Bir yapının harcını, yapıların bir araya geliş biçimlerini, o yapılarda yaşayan insanları, ekonomik/sosyal dinamikleri, kentin bütünüyle ilişkilerini ve daha pek çok etkeni ele alıyoruz. Bunları da birer yapı taşı gibi ele alıp, inceleyerek çalışıyoruz. Başlangıç noktamız, kültür varlıklarına, kültürel miras bütüne verdiğimiz kıymet. Yapıların değerlerine ve anlamlarına bağlı olarak korunmaları gerektiğine inanıyoruz. Bahsettiğim, sadece atalardan kalan mirası gelecek kuşaklara aktarmak gibi ulvi bir misyon değil. Bu varlıkların her insan için değeri var. Herkes, kendisi için nasıl bir değer bulduğunu, ne hissettiğini anlayıp, farkına vardığı zaman bu yapıları sevecek ve korumaya çalışacak veya korumayacak, bilemem, o da olabilir, bunu da göz önüne almak lazım. Koruma mimarları olarak yapılara tarihsel-toplumsal bağlamında değer veriyoruz. Yapıların çok eski zamanlardan kalmış olması gerekmez. Günümüzdeki bir yapı bile sizin için kıymetli olabilir, özel bağlarınız vardır. Kültür varlıkları, bu değerler silsilesi içinde çevremize, kentlere, yaşadığımız yerlere zenginlik ve anlam katıyor. Sadece biçimsel açıdan dahi bugünkü yapılardan farklı bir yelpaze sunuyor, yaşadığımız yerleri güzelleştiriyorlar. Çünkü renk, çeşit, zenginlik ve boyut getiriyorlar, farklı anlamlar katıyorlar. Yapılarla ilgili her çalışma, kıymet verdiğimiz bu değerlerin korunması için. Bunu unutmamamız lazım, unuttuğumuzda yanlış uygulamalar yapılıyor. Her ne yapıyorsak, koruyabilmek, sürdürebilmek ve ömürlerini uzatabilmek için yapıyoruz.


Aslına bakarsanız, bir yapıyı olduğu gibi tutmak için bile bir dizi müdahalede bulunuyoruz. Bir taşı değiştirirken, bir yeri destekleyip sağlamlaştırırken orayı korumak ve ayakta tutabilmek için de müdahalelerde bulunuyoruz. Böyle bir iş, koruma işi. Hiç ellemeden bırakmıyoruz, ama bazı yerlere belki daha az dokunmak gereklidir, başka yerler daha büyük müdahaleler gerektirebilir. Bu, ek yapı ölçeğinde de olabilir, içine yeni şeyler eklenebilir. Bütün bunları yaparken, hatta oranın nasıl kullanılacağını düşünürken veya kimlerin kullanacağını düşünürken amacımızın yapıyı korumak olduğunu bilmeliyiz ki, yapacağımız müdahaleleri dengeleyerek ilerleyebilelim. Koruma mimarlarının en önemli meselesi budur. Esas prensip, elimizdeki değerli yapıyı korumak ve varlığını devam ettirmesini sağlamak. Yapacağımız her şeyi bu esasa göre değerlendirmemiz lazım.


Endüstriyel bir kültürel varlığın yeniden kazandırılmasıyla Ayasofya’nın korunması ve orada yapılacak olan çalışmalar arasında fark var değil mi?


BURÇİN ALTINSAY: Tabii, çok geniş bir yelpazede derecelenen yaklaşımlar olacaktır. Yüzlerce yıllık tarihî bir yapı için de çalışıyoruz. 20. yüzyıl mimarisini de korumaya gayret ediyoruz. 45-50 yıl öncesindeki bir yapı ve 10 yıl önce tamamlanan bir yapı da olabilir. Ayasofya’nın çok katmanlı değerleri var. Oldukça özel bir yapı. Bu denli nadide ve dünyada tek olan bir yapıya başka türlü yaklaşırsınız. Daha dikkatli demiyorum, ötekine de eşit dikkati veririz, ama yapının da talepleri farklıdır. Dolayısıyla endüstriyel bir miras söz konusu olduğunda durumu ve yapının sizden istediği de farklıdır. Sizin de kullanım bakımından yapıya yönelik beklentileriniz farklı olabilir. Koruma mimarları, yapının değerine ve durumuna özgü özel çözümler geliştirir, bu çözümler doğrultusundan tasarlar. Biz bu yanılgıdan çok çektik. Koruma mimarları, sadece taşla toprakla uğraşan teknik insanlar gibi algılanıyor, ama öyle değil. Koruma mimarlığı eğitimi de mimarlık üzerine alınıyor. Koruma mimarlarının mimari birikimi de var. Yeni bir tasarımı da, yeniyi eskinin yanına getirmenin tasarımını da, korumanın teknik denilen kısmını da yapabiliriz. Bizim işimiz, denge ve etkileşim alanı tasarlamak. Önceliğimizin koruma olması koşuluyla Ayasofya’da yapabileceklerimiz bellidir, daha esnek düşünülebilir. Ayasofya’yı dokunulmaz bir anıt gibi göremeyiz, dokunmak gerekir. Bunun için özel tekniklerimiz var, zarar vermeyecek yöntemlerle çalışabiliriz. Bu çalışmalara da açık olmak lazım. Yeter ki, var olana zarar verecek, onun kıymetli özelliklerini yok edecek ya da ortadan kaldıracak şeyler olmasın. Hassas bir denge içinde çalışmak gerekiyor. 


Türkiye kentleri, kültürel mirasın korunmasında Avrupa standartlarıyla ne kadar uyumlu? Alınması gereken acil önlemler nelerdir? 


BURÇİN ALTINSAY: Avrupa ülkeleriyle ya da Avrupa standartlarıyla karşılaştığımız zaman üzülüyoruz. Çünkü aramızda büyük bir fark var. Avrupa da bütünsel bir yapıda değil. Her ne kadar son yıllarda bunu sağlamaya çalışsalar da, ülkeler arasında sisteme dair farklar var. Batı’yla aramızda şöyle bir temel fark var. Onlarda sistem ne olursa olsun, temel koruma ilkeleriyle, koruma uygulamalarıyla ilgili kurallar ve ilkeler yerleşmiş. Artık daha karmaşık konuları tartışıyor, sonuç elde etmeye çalışıyorlar. Böyle bir anlayış birliği olunca uygulamada büyük yanlışlar olmuyor. Bizde ise, ciddi bir sistem sorunu var. Bu, yetki meselesi. Yani yetkiler yerelde, ama kültür varlıkları söz konusu olunca Kültür Bakanlığı’nda. Dolayısıyla yerel yönetimlerin yetkisi o kadar da yerel değil. Ülkemizde kültürel mirasa ve korumaya yönelik yaklaşım her zaman bilimsel ya da mesleki iyi uygulama ilkeleriyle tanımlanmıyor. Sistemin unsurları sıklıkla değişiyor. Siyasetle ilişkili, oysa bu alanın siyasetten bağımsız olması lazım. Kültür varlıkları ya da kültürel miras, siyasi hedeflerin ve yönelimlerin aracı değil. Süreç merkezi yönetime ve bakanlıklarla bu kadar bağlı olunca bu kurumların yönetimlerindeki değişimler süreksizlik yaratıyor. Bizim sistemimiz devamlılık kazanamıyor. Aslında hep söylüyorum, Türkiye’de oldukça köklü bir geçmişi sahip, zengin ve sağlam diyebileceğimiz koruma uzmanlığı birikimi de var. Fakat bu birikim, uygulamayı tanımlayan ve denetleyen kurumlara geçerken ya da uygulamayı bizzat yaparken deforme oluyor, içi boşalıyor. Bunu ben de çözemedim. Piyasa koşulları belirleyici oluyor, koruma yaklaşımı ilkelerinden taviz veriliyor. Bu nedenle kötü ve tutarsız uygulamalar görüyoruz. 


Denetlemede ilkeleri tanımlayan kurumlar yıllardır var, ama süreklilik ve kurumsallık kazanamamış. Kültür varlıklarıyla ilgili projeleri bölge kurulları değerlendiriyor, oradaki yapı da sürekli değişiyor. Uzmanlıktan ve bilimsellikten uzaklaşılıyor. Temel prensipler bir şekilde dağılıyor, çözülüyor ve ortadan kayboluyor. Hâlbuki dediğim gibi, pek çok uygulama birikimi var, yanlışlardan da birçok şey öğrenilebilir. Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Kültür Bakanlığı yıllardır bu işleri yapıyor, ama birliktelik, tutarlılık ve tarafsız bir ortam yok. 


Kentlerdeki rant baskısı, kültür varlıklarının üstünden bir türlü kaldırılamıyor. Bu baskıyı azaltacak destekler gerekiyor. Kültür varlıklarının hepsi anıt değil. Geniş çevremizi belirleyen asıl unsurlar, sivil yapılar ve konutlar. Bunların da çoğunluğu özel mülk, rant baskısı belirleyici. 


Hepimiz için evimiz, önce mülk. Mülk değeri, geçmişin, tarihî olanın, mimari değerlerin üzerine çıkıyor, o zaman da spekülasyona alet oluyor. Denetimlerde ciddi aksaklıklar var. Bizim sistemimizde denetleyen, uygulayan, prensipleri koyan kurumlar arasında hem kopukluk hem süreksizlik var. Çünkü süreç, günlük siyasete heba ediliyor. Olmaması gerekir. O yüzden Avrupa ülkelerindeki -en korumacı ülkelerden olan İngiltere’de bile kentlerin dokusunda değişimler söz konusu- koruma yaklaşımlarında belli bir seviye korunuyor, o seviyenin altına düşülmüyor. Böylesi bir yerleşiklik var. 


Korumada hedeflerinizin neler olduğu da önemli. Bizde turizm çok güçlü bir hedef. Kültür varlıkları her zaman turistik bir unsur olarak görülüyor. Dolayısıyla insanların bilincine de böyle yerleşiyor. Avrupa ülkelerinde sivil toplumun ve insanların farkındalığı daha yüksek. Bizde öyle bir tarihî yapı bilinci yok. Mesela bu varlıklarımızla gurur duyulmuyor. Oysa o ülkelerde bir tarihî dönem yapısında yaşamak gurur vesilesidir. Bu yapıların günümüze uyarlanabileceğini ve buralarda yaşanabileceğini göstermemiz lazım. 



Hiçbir ihtiyaca cevap vermeyen, uyarlamalara açık olmayan katı bir koruma çerçevesinden bakıldığında kimse o yapılarda yaşamak, bu zor ve karışık sistemle uğraşmak istemiyor, onu da anlamak zor değil. Onun için herkeste bu farkındalığın ve değerbilirliğin oluşması lazım. Bunun için yıllardır çalışılıyor, ama öbür tarafta mülk ve rant değeri insanları o kadar cezbediyor ki, kolaylıkla vazgeçebiliyorlar. Böylece tarihî dokuların ve mahallelerin turistik yerlere dönüşmekten ya da mutenalaşmaktan başka bir seçeneği olamıyor. Koruma projeleri, tepeden inme kararlarla üretiliyor. Oysaki halkın ne düşündüğünü, ne istediğini anlamak gerek. Mesela eski bir yapıda yaşamak istemiyorsa, bir tür değiş-tokuş olanağı tanınmalı. Kültürel varlıklar olarak değeri olan yapıları vahşi rant ortamının içinden çıkarmak lazım. Tabii bu sistemi oluşturan da, besleyen de üst politikalarımız. Bunca yasaya, koruma kurumlarının varlığına rağmen kültür varlıkları sıradan yapılardan ayrılıp özel statü kazanamadı. 


Yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması gerekiyor. Mesela burada ilgili belediyeye gidersiniz ve planlama dairelerinden projenizi onaylattırırsınız. Avrupa’daki belediye meclislerinde bizzat orada yaşayan insanların da sözleri geçiyor. Evinin yanına veya sokağına bir bina yapılıyorsa, oradaki anıtsal yapıya müdahale ediliyorsa, içinde kendisinin de olduğu veya gerçekten temsil edenlerin yer aldığı meclis, her bir durum için özel oturumlarla karar veriyor. Bizim kurullarda uzaktan veya masa başında karar alınıyor. Orada yaşayanlara ulaşan, onları da sürece dahil eden karar üretme pratikleri geliştirmek lazım. Yerel yönetimler, genellikle projeci bir yaklaşımla geliyorlar. İstanbul’un kültürel mirasına yönelik yaraları sarmak için büyük projelere girişmeden önce sorunları tespit ederek özel çözümler üretmek lazım. Yerinden yönetimle ve orada yaşayanlarla birlikte karar alma süreci planlanmalı. Belediyelerin elinde sınırlı da olsa bazı denetim araçları var. O denetim araçlarını aktive ederek kontrol edebilir. Karar alma sürecine ilgili alanlarda yaşayanları katabiliyorsanız, taleplerine kulak verebiliyorsanız, esnek haklar tanıyabiliyorsanız, başka olanaklar sunabiliyorsanız ekonomik girdileriyle iyi bir sistem tasarlayabilirsiniz. Tabii ki her yer için aynı kararları alamazsınız. Küba’da yapıldığı gibi, oradaki tarih evi gibi bir kılavuzluk odağı oluşturmak lazım. Çünkü insanlara yol gösterilmeli. Yerel birimlerde birlikte çalışılacak, birer kılavuz olacak odaklar oluşturmak gerekiyor. Yoksa tek tek projeler yaparak temelden bir çözüm üretmek mümkün değil. İleriye yönelik planlar da yapılıyor. Kolay süreçlerden bahsetmiyorum. Özellikle İstanbul gibi kentler için hiç kolay değil, İstanbul hakikaten zor bir kent. İleriye dönük planlarda bu sürecin nasıl idare edileceğine odaklanan, insanların sosyo-ekonomik durumlarını ve ihtiyaçlarını da dikkate alan çözümler tasarlanmalı. Sözünü ettiğim odaklar aracılığıyla her bir mahalle, kültürel mirasına aşina olur, kendi tarihî yapısına dair sorunlara yönelik kılavuzluk alabilir ve karar verme aşamasına gelindiğinde sürece katılabilir. Yerinden odaklar şart. Bütün mahallenin nasıl iyileştirileceğine dair kararlara oradaki insanlar katılır, takip eder, aşina olur. Bu şekilde farkındalık yükselir, sahiplenme artar. Mevcut ekonomik ortamın araçlarını kendi lehimize ve koruma lehine nasıl çevirebiliriz? Bu konu üzerinde düşünmek ve çalışmak gerekiyor. Bu işin oldukça kapsamlı ve karmaşık meseleleri var.





Önerilen Haberler