YÜKLENİYOR
MAHİR POLAT
Genel Sekreter Yardımcısı
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
İstanbul, dünya mirasının çok değerli somut ve soyut varlıklarına ev sahipliği yapıyor. Merkezi yönetimin baskısıyla da karşı karşıya. Kentlerin kültürel mirası yönetmedeki sorumluluğuna nasıl bakıyorsunuz? Bu kapsamda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin politikasında ve yapılanmasında neler değişiyor?
MAHİR POLAT: Bir kentte bir alanın yönetimi için yetki aldığınızda acil olarak bakmanız gereken konuları çıkarırsınız, bunlar muhteliftir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iki temel işi var. Bir tanesi, mevcut rutinde gündelik hayatın gereksinimlerini karşılayabilecek çözümler bulmak. Gündelik hayatın belli hizmetlerle yönetilmesi, rahatlatılması, yeni çözümlere kavuşturulması gerekiyor. Ulaşımdan Fen İşleri’ne, altyapıdan diğer birimlere kadar tüm birimler var gücüyle çalışıyor. Öte yandan, İstanbul gibi bir kentte vizyoner bir süreç başlatacaksanız, projeksiyon oluşturmanız gerekiyor. İstanbul’un ne yöne doğru bir değeri var? Özellikle hızlı modernleşme sürecinde tarihî alanların yönetimi kaderine bırakıldı. İstanbul ve Türkiye bu sürece ekonomik ve sosyal vizyonla hazırlanabilseydi, İstanbul’un ve Anadolu’daki birçok kentin tarihsel kimliği, dokusu bu denli tahrip olamayacaktı. Kentleşmenin ağır hasarlarını onarmaya çalışıyoruz, ama bu hasarların geri dönüşsüz olanları ve yeniden planlanabilirleri var. Anadolu’da istisnasız bütün kentler çok geniş, hatta İstanbul’dan daha köklü geçmişe sahipler. Tarihsel kentlerin oluşturduğu böyle alanları dünyada bir arada bulmak oldukça zor. Bu, Anadolu’nun kadim tarihidir. Bütün arkeolojik zamanlardan başlar, yaşam izlerini bugüne kadar kesintisiz sürdürürüz. Troya’dan Çatalhöyük’e, hatta Göbeklitepe’ye kadar. Göbeklitepe’de güçlü tarihsel izimiz var.
İstanbul gibi bir kentin en büyük hazinesi, tarihsel bağlamda siyasi, askeri, kültürel bütün normlarıyla en önemli iddiası şudur: Ben, dünyanın başkentiyim. Bunu tarih boyunca dünyadaki büyük imparatorluklar iddia edebilirdi. İstanbul, üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış, Türkiye Cumhuriyeti’ne lokomotif olmuş bir kent. İstanbul, Roma’nın, Bizans’ın,Osmanlı İmparatorluğu’nun 2.000 yıla yakın sürede en güçlü noktalarından birisi. Yine bu süreçte yaklaşık 1.600 yıl da kesintisiz başkent oldu. Bu, inanılmaz bir durum. Çünkü dünyada bu ölçekte var olmuş kent azdır. İstanbul, değerli geçmişinden bugüne getirdiği kültürel birikimiyle, sermayesiyle bir hazinedir. Buna basit bir açıdan turizm geliri gözüyle bakabiliriz. Daha vizyoner değerlendirirsek, medeniyetlerin kentlerden yol aldığını söyleyebiliriz. Bu topraklardan geleceğe ilerleyecek bir medeniyet vizyonu, tarihsel kökü olan bu kentlerin ilhamıyla büyüyebilir. İstanbul, Balkanlar’dan Mezopotamya’ya, Kuzey Afrika’dan Azerbaycan içlerine, hatta Güney Asya bölgesine kadar çevre ülkelerin sanatçısının ya da sermayesinin çekim merkezi olmuştur. Her bunalım döneminde İstanbul, göç kenti olmuştur. Bu, tarihsel bir güçtür. Bunu parayla ya da başka imkânlarla tesis edemezsiniz. İstanbul, sermayesini tarihten alıyor.
Daha geniş açıdan bakarsanız birinci vizyonunuz, turizm geliri gibi görece basitleştirilmiş ve maddi temele indirgenmiş bir yaklaşım olur. İkincisi, stratejik ve tarihsel güç olma yaklaşımıdır. Üçüncü en önemli yaklaşım da bütün altyapının ve rezervin, kentin insanını ve tüm ülkeyi tarihsel ilhamla, fikirle besleyen müthiş bir masa, sofra olmasıdır. Türkiye’nin geleceği, buradaki hazineden beslenecek. Genetik hafızanın, mekânın hafıza değerinin ve geçmişin büyük değerinin ne olduğunu bazen göz ardı ediyoruz, ama tarih boyunca bunun ne kadar büyük bir etkisi olduğunu gördük, yaşadık.
İBB için İstanbul, Türkiye’nin geçmişe ve geleceğe yönelik hazinesidir. Tarihî mirasın kendisi sadece kültür yönetimi konusu değildir. Fakat güçlü bir şekilde kültür yönetimine muhtaçtır. Kent, geçmişteki ağır tahribatlar nedeniyle değerli tarihsel alanlarını ve önemli semtlerini kurtaramadı. Ama öyle büyük ve muazzam birikimi var ki, şu an bile hâlâ aynı güçte sürdürülebilir, korunabilir ve geleceğe aktarabilir durumda. İstanbul’da 35.000’den fazla belgelendirilmiş, kayda geçmiş kültürel miras var. Dünya mirası kapsamına giren dört alan var. Bunlar, büyük ölçekli alanlar, tarihî miras alanları. Bence dünya mirası ilan edilebilecek en az on tane yer var. Bunlardan birincisi, Adalar. Diğeri, sunduğumuz ve görüşmelerini yaptığımız Eyüp. Antik su yolları da başka bir dünya mirası alanı. Yani Boğaziçi bandı, özel şekilde korunan alan. İnsanın kendi geçmişine ve tarihine karşı yaptığı bütün müdahaleye rağmen ayakta duran geniş bir birikim.
İBB için yeni dönem, kültürel miras dönemi. Bu, İstanbul’un en önemli sermayesini, hazinesini korumak ve gözetmek anlamına geliyor. İstanbul’daki 35.000 kültürel miras, oldukça geniş bir alanda. Yapılması gereken şuydu: Hiçbir ideolojik nosyon olmadan bu kentin kültürel geçmişini ve tarihini sahiplenerek, İstanbul’un bir hazinesi olarak görerek değerinin üzerine atıf yapmaktı.
Bu bağlamda ilk müdahalemiz İBB Miras’ın kurulmasıydı. İBB Miras, neden hayati bir öneme sahip? Çünkü İBB Miras, bu kentte hiçbir kategori farkı gözetmiyor, aslında izleri takip ediyor, izlerin üzerine örtülmüş toprağı yavaş yavaş kaldırmaya ve bunu insanlara göstermeye çalışıyor. İnsanlar, İBB Miras’la şunu fark etti. Bu kentte örselemeye ve tahribata yönelik vandalizmin karşısında hem kamu kurumları hem de onlarla duygu ortaklığı kuran kentli durabilir.
Teknik açıdan İstanbul’da müdahale edeceğimiz yerler bazen özel mülk oluyor. Gerekli çalışmaları doğru yönetim politikasıyla ihale etmeden İBB Miras personeliyle (restoratör, mimar, sanat tarihçi vs.) yapıyoruz. Emek üzerine kurulu bir proje. İnsanlar gece gündüz çalışıyor. Ekibimiz burayı devlet memuru zihniyetiyle yönetmiyor. Başka bir emek, başka bir sahiplenme var. Projenin içindeki insanlar da İstanbul uzmanı oldu. Aylardır sokak sokak geziyorlar. Bizim işaret ettiğimiz, yönlendirdiğimiz, takip ettiğimiz, ne zamandır gönlümüzde olan yerleri tekrar ortaya çıkarıyorlar. Orhan Veli’nin mezarını yapmak gibi işler de olabiliyor. Bu, kültürel mirası korumak mı? Evet. Biz kültüre, insana, yaşama ait her şeye kültürel miras gözüyle bakıyoruz. Kültürel miras mevzuatının ve yasalarının ne dediğine hiç bakmıyoruz. Kentler bize kültür olarak ne verdiyse, bizi nasıl beslediyse biz de bu cömertliğe cevap vermeye çalışıyoruz.
İBB Miras, çok değerli. Kültürel mirasın sürdürülebilirliğinde geniş kitlelerin de bunu benimsemesi kritik bir öneme sahip. Böyle bir açılımı olacak mı?
MAHİR POLAT: Evet, kültürel miras yönetiminde geniş kitlelerin işi sahiplenmesi, yürütmesi, yani katılım meselesi ilginç bir konu. Buna değinmek isterim. Katılım zannettiğiniz gibi formel yapılar kurmakla olmuyor, hatta bazen resmî yapılar kurduğumuzda katılımın kendisini bitiriyoruz. Bence katılım, kentin bir konuda duyduğu heyecanı ortaklaştırma duygusuyla başlıyor. Sosyal medya artık insanların birbirleriyle iletişim kurması, haberleşmesi için güçlü bir olanak. İnsanlar, bu olanaklardan faydalanıyor. Kurumların da faydalanması gerekiyor. İBB, resmî anlamda sivilleşti mi, katılım arttı mı sorularına yanıt vermek biraz güç. Çünkü bizim yaptığımız projelerin yarısından fazlası insanların bize işaret ettiği ve yapılmasını istediği mekanizmalardan gelen taleplerle oluşan ya da farkındalığın bize gösterdiği alanlar. Kent konseyimiz de kültürel mirası izleme komitesi kurdu. Ayrıca İstanbul kültürel miras gönüllü yapılanması var. Biz ikisiyle de koordineli çalışıyoruz. Kültürel mirasın restorasyon tipi yönetimi, yani fiziksel ihtiyaç o kadar kötü ki, yapılara fiziksel anlamda müdahale etmek zorundayız. Bu, teknik bir süreç. Restoratörlerin dokunması gerekiyor. Alanın iyileştirilmesi sürecinde ve sürdürülebilirlik aşamasında gönüllülüğün önemli olduğunu düşünüyoruz. Restorasyonunu yaptığımız bir alandan çıktığımızda alanın sağlıklı kalabilmesi, bakılabilmesi, tahrip edilememesi için gönüllülük mühim. Nasıl bir gönüllülük dediğinizde, konvansiyonel bir yapı mı onu ben de bilmiyorum. Ama bu yapının kendisi yeni katılımcılık konusunda örnek olabilir. Bunun nereye ulaşacağını şimdilik kestiremiyorum. İBB Miras, fiili açıdan tesadüfi biçimde çalışmıyor. Tarihî dokusu olan 8 ilçede, 18 rota belirledik. Bu rotalardaki tarihî yapılar, birbirlerine bağlanarak ilerliyor. 18 rotada 800 ayrı nokta var. Çeşme, duvar, tarihî bir yapı vs. İstanbul’da en önemli konu, tarihî çeşmelerin ya da tarihî alanların çöpe dönüşmesiydi. İlk müdahalemiz, bu alanlarda rutin olarak temizlik yapabilecek bir ekip oluşturmak oldu. İBB Miras’ın çekirdek kadrosu bu 800 noktayı her hafta bir kere dolaşıyor, gidip bakıyor, çöp varsa alıyor, tahribat varsa hemen müdahale ediyor, daha ağır bir tahribat söz konusuysa merkeze bildiriyor ve merkezden ekip gönderiliyor. Rutin gözlem yapılan alanlar: Fatih, Eyüpsultan, Beyoğlu, Beşiktaş, Sarıyer, Üsküdar, Kadıköy, Beykoz. Sürdürülebilirliğin böyle değerli bir tarafı var. Kültürel mirasın önceki işleyişi nasıldı? Alan çöksün, çöküntü olsun, fiilî bir müdahale yapılsın, restorasyon ihalesine kadar gelsin, ihalesini yapalım. Bu yüklü maliyetler, devleti yoran, kamu vicdanının el vermediği, kurgulanabilecek konulardı. İstanbul gibi 35.000 kültür envanterinin olduğu bir yere sadece kamunun parasını harcarsınız. Bu nedenle bizim için kritik olan, “önleyici” kavramıydı. Türkiye, önleyici kavramını hiçbir yerde hayata geçirmediği gibi, bu alanda da geçirmemiştir. O yüzden bina ve tarihî yapı yok olmadan, daha fazla mali külfet getirecek kadar tahrip olmadan, değeri kaybolmadan rutin olarak özenli bir şekilde bakımını yapıyoruz.
Dünyadaki tarihî kentler de binaları sürekli restore etmez, önleyici korumayla önlem alırlar ve tahribatın büyümesini engellerler. Biz, büyük alanlarla ve durumlarla karşı karşıya kaldık. Örneğin, dünya mirası kara surları bizim için çok önemli. Dünyada eşi benzeri yok. Dünya hazinesi ilan edildi. Şu an turistler, surlara gidemez durumda. Turizm politikasının konusu bile değil. Bırakın turisti, kentliler bile gezemiyor. Tenhalaşmış ve başka konuların mekânı hâline gelmiş alanlar. 21 burç ağır hasarlıydı ve yıkımı bekliyordu, 1999 depreminde iyice tahrip oldu. 21 burç için büyük çapta restorasyon çalışmaları başlattık.
Kara surlarının önemini şu örnekle anlatmak isterim. İstanbul’da turistik gün sayısı 2.4. İstanbul’u gezmek için 2.4 gün sunabiliyorsanız pek iç açıcı bir durum değil. Çünkü turizm gibi oldukça mühim bir gelir kaynağını büyütememekle ve değerlendirememekle bu kenti farklı açılardan yoksulluğa mahkûm ediyorsunuz. İstanbul’daki turizm ve kültür faaliyeti “hanutçu” denen, turizm yöneticiliği dışında kalan durumun sonucudur. İstanbul’a turist gelir, iki gün Sultanahmet’te belirli anlaşmaları olan destinasyonlara, dükkânlara götürülür, kalan zaman da ulaşım, yol vs. olur. Sultanahmet’in çevresine doğru genişleteceğimiz her türlü turistik rota, bu süreyi uzatacaktır. Bu, İstanbul’un turizm gelirini %40 oranında artırmak demek. Kara surları restorasyonunun büyük bir etki alanı var. Bu kadar yoksulun, iş bekleyen insanın yaşadığı bir kentte, böyle hazineleri bu kadar kötü yönetmek, çökmeye mahkûm etmek sadece kültürel miras kavramlarıyla ya da normlarıyla açıklanacak bir konu değil. Bambaşka bir handikap diyelim. Ama bunun açığa çıkması lazım.
İstanbul, dünya mirasıdır. Her türlü ideolojik, politik tartışmanın nesnesi hâline getirilmiş kültürel mirası bu yüklerden kurtarmak gerekir. Çünkü biz İstanbul’un sahibiyiz. Bütün kültürel ve etnik aidiyetlerimizle, bağlılıklarımızla bu kentin sahibiyiz. Bu kent, dünya kenti mirası ve Antik dönemden bu yana beri medeniyetlere ev sahipliği yapıyor.
Yarım Burgaz Mağarası, MÖ 400000 yılına kadar insan izlerinin izlendiği bir yer, bu konudaki akademik çalışmalar şunu ispat etmiştir: Avrupa insanı Avrupa’ya Yarım Burgaz Mağarası’ndan geçti. Defineci çukurlarıyla, tahribatlarla, özensizliklerle, içinde dizi setlerinin bombalar, fişekler patlatmasıyla yok ettiğimiz, dünyanın en önemli arkeolojik yerinden bahsediyoruz. Yarım Burgaz gibi bir alanı, dünyada milyonlarca insanı kendine çeken arkeolojik alan muadilleri karşısında defineci talanından, yıkımdan kurtaramadığımız gibi, bir de Kanal İstanbul rezaletini başına bela ettik. Kanal İstanbul ÇED Raporları, o alandaki kültürel mirasın taşınabileceğini öngörüyor. Yarım Burgaz’ın ne olduğunu bilmiyorlar, ya sahayı gezmemişler ya da bir kere içine girmemişler. Yani kentin geçmişten gelen tahribatı yetmiyormuş gibi, bir de yeni yıkımlar yaşanıyor. Mekân, insan yapısıyla, kültür ürünleriyle bütünleşiyor. İstanbul’un sahip olduğu hazinelerin nasıl bir potansiyele sahip olduğunun altını daha kuvvetli çizmemiz gerekiyor. Mesela çeşme restorasyonları, İstanbul’un kimliği için önemlidir. Niye olduğunu söyleyeyim: Osmanlı modern kenti ve Antik kentler mahalle dokusunu öyle bir ağla örerler ki, her mahallenin ortasında çeşme bulunur. Bugün İstanbul’un topoğrafik mahalle dokusunu tekrar çizebilmek ve anlayabilmek için o alanlardaki çeşmeleri kurtarmamız yeterli. Çeşmelerin bulunduğu yerler, Osmanlı’nın eski bir mahallesinin odağıdır ve küçük Osmanlı meydanlarıdır.
Bunu eleştirenler, yetmişe yakın çeşmenin restorasyonuyla su gibi evrensel bir hakkın kente ait olmazsa olmaz bir değer olduğunu fark ettiler. Duyarlılık göstermeye başladılar. Her bir çeşmede Osmanlı tarihî dokusunu ve meydanını vurguladık, çevreledik.
Kültürel mirasın korunması, dünyada da yerele bırakılan bir alan hâline geliyor ve çok önemli bir potansiyel oluşturuyor. Çünkü kamu diplomasisinin sebepleriyle bir kentin kültürel miras sebepleri birbiriyle örtüşmeyebilir. Bu durumun getirdiği fırsatlar nelerdir?
MAHİR POLAT: İnsanlık şöyle bir deneyimden geçti. Kültür alanı üretimi, küçük köy yerleşmeleriyle başladı. Küçük köyler, küçük siteleri, sonra küçük yapıları oluşturdu. Kent dediğimiz alan önceleri devletin kendisiydi, site devleti dediğimiz modellerdi. Büyük emperyal hareketlerle megapoller oluşmaya başladı. Bir şeyin ölçeği önemlidir. Ölçek, insan için temel bir kavramdır. İnsan kendi ölçeğiyle gözlemleyebildiği, duyumsayabildiği ve algılayabildiğiyle, huzurludur, adapte olabilir ve üretebilir, yabancılaşmaz. İnsanın ürettiği kent, kendi ölçeğinden çıkıp devasa ölçekteki mekanizmalara dönüştü. Aynı durum siyasette de, devlet normunda da söz konusu oldu. Devlet, insanların görüp yönetebildiği, anlayabildiği, algılayabildiği yapılardan, tanımlayamadığı, farkına varamadığı, karmaşık ve resmi yapılara dönüştü. İnsan hem kentle hem devletle olan ilişkisinde yabancılaşma yaşamaya başladı. Bu, insanlığın modern krizlerinden biridir. Bu durumun tarihsel geçmişi oldukça eskidir.
Bütün bu tartışmalar neticesinde şöyle bir noktadayız. İnsan, sivilliğini, kendi ölçeğini ve algılayabilirlik sınırlarını nasıl tespit edecektir? Yerel dinamik, insan ölçeğinde olmalı. Yerellikten bunu anlayalım. Çünkü bu alan, politik angajmanlarla sürekli yıpratılan bir tartışma alanı. İnsanlar kendi dokunabildiği, hissedebildiği ve görebildiği süreçleri anlamlı buluyor, bunun içinde olmaya çalışıyor. Sadece kültürel miras değil, kent yönetiminin kendisi de buna adapte oluyor. Şehir planlamanın da bu duruma yönelik bakış açısı üretmesi gerekiyor. Büyük ihtiyaçları bulunan ve devasa endüstriyel yapıları olan zamanlardan geçiyoruz. Kentler, büyük makine aygıtlarına dönüşmüş durumda. Yapılar, yapı alanları ya da semtler bu aygıtın içinde küçüldükçe insanlar kendilerini değersiz hissediyor. İnsan bu kadar değersiz olamaz. Siyasi mekanizmalar ve yönetim biçimleri bu sürece uygun bir şekilde adapte olmalı. Yerel yönetimler, yerel marjlar ve minörlük kavramı yeni dönemde insanlığın temel meselelerinden olacak. Bunu Türkiye’de de her alanda yaşıyoruz, görüyoruz. Merkezi yönetimin yereldeki ihtiyaçları, dertleri, yaratıcı enerjiyi görmesi neredeyse imkânsız. Bu açıdan yeni dönemde sivillik, yerellik ve insan odaklılık değerli olacak. Yeni kentler ve medeniyetler üreteceksek bu kavramlar önemli.
İBB’de, İstanbul’a ait yapıları, değerleri, varlıkları tekrar kazanmaya yönelik bir strateji görüyoruz. Sizin de emeğiniz büyük. En son Bulgur Han alındı. Bu alanların yeniden kente kazandırılmasıyla ilgili politikalarınız nedir?
MAHİR POLAT: Bireysel olarak bir şeyi sahiplenme, topluma karşı bir suçu da beraberinde getirir. Birey hukuku çok önemlidir. Biz birileri gibi, tanıdığımız birilerine bir yerleri satmıyoruz. İstanbul için bir yerleri alıyoruz. Satmakla almak arasında temel bir fark var. Kamu bir yerleri alır, satmaz. İstanbul’u satan bir ruhla mı yoksa İstanbul’a bir şey kazandıran bir ruhla mı bu kentin yönetilsin? İstanbul’un değerleri çarçur edilmiş, mezata düşmüş durumda. Kentin kimliğini ve saygınlığını mezattan toparlamaya çalışıyoruz. Bunu İstanbul’a tek kuruş kaybettirmeden yapıyoruz. Kamunun sattıklarını geri alması ve bir şey satmaması gerektiğine inanan bir kültürden geliyoruz. Vatandaşlara değerler kazandırıyoruz. Bu kent, bizim, 16 milyonun. Bugüne kadar kapıları kapatılan, tarihî dokusu olan, kimliğe, kültüre ve yaşama değer katan yerlerin kapısını açıyoruz.
Sanırım bu kapılar, mekânın ruhunu yansıtacak şekilde açılacak.
MAHİR POLAT: O ruhların peşinden gittik, bulduk, getirdik. Şimdi insanların önüne koyuyoruz. Ölüme terk edilmiş mekânların ruhunu canlandırmaya çalışıyoruz. Biz inşaatçı değiliz, kültür insanıyız. Herkesin bu farkı anlaması gerekiyor.