YÜKLENİYOR
Kültürel politika, kültürel diplomasi ve yumuşak güç dediğimiz kavramlar ne ifade ediyor? Bu kavramlar, ülkeler ve kentler için neden önemli? Kamu diplomasisinden farkı ve değeri nedir?
SERHAN ADA: Kültür politikasının ve kültürel diplomasinin sivil toplum, akademi gibi paydaşları var. Mesela Almanya’daki özel vakıflar, kültür konusunda oldukça aktiftir ve devlet mekanizmasının parçası olmaksızın kültürel diplomasinin bir parçasıdır. Oysa yumuşak güç, sizin sert güç olarak yapamadıklarınızı inandırıcılığınızla veya ikna ediciliğinizle zorlanmadan yapabilmeniz anlamını taşır ki, o da devletin alanına giren bir konu. Kültür politikası, her ne kadar devlet politikalarının bir parçası gibi görünse de, 2013’te yazdığımız “Sivil Toplum Gözüyle Kültür Politikası Raporu” örneğinde olduğu gibi, aslında toplulukların, yerel yönetimlerin, sivil ihtiyaçlarla hareket eden bazı girişimlerin de alanına girmektedir.
Kamu diplomasisi ise, konular hakkında sizin görmeniz istendiği şekilde bazı politikalar geliştirmektir. Bu da “birlikte düşünmek, kültürler arası gelişim, bizden farklı olanları anlamaya çalışarak birlikte bir şeyler yapmak” yaklaşımına çok uygun bir tutum değil.
Kültür politikası, bizim literatürümüze 2000’lerde girmiş bir kavram. Oysa Kültür Bakanlığı’nın 50 yıl önce kurulduğunu düşünürsek, biraz geç kalmışız demektir. Yine de hiçbir zaman geç değil. Hâlâ yapılacak çok şey var.
Zeynep Hanım, Dünya Miras Listesi’ne kaydedilmek bir kent için neden önemli?
ZEYNEP AKTÜRE: Öncesinde Serhan Hoca’nın söyledikleri bağlamında birkaç hatırlatma yapmak istiyorum. UNESCO’nun bütün sözleşmeleri, devletler düzeyinde. Devletler bu sözleşmelere gönüllü taraf oluyor. Çalışma yöntemi olarak kapsayıcılık esas alınsa da, üye devletlerin egemenlik hakkını tanıyan, kültür alanında devletin yetkilerini dikkate alan bir sistem bu. Herhangi bir kentte tescil altına alınmış bir alanda koruma imar planı yapma yetkisi nasıl Kültür Bakanlığı’ndaysa, miras listeleri konusunda da karar yetkisi devlet kurumlarında. Koruma imar veya alan yönetim planlamasında onların yetki devri sonucunda yerel yönetimler adım atabiliyor. Bu çerçeveden bakarsak, yerel yöntemlerin sorumlu oldukları yerleri Dünya Miras Listesi’ne kaydettirme çalışmalarında bu yetki paylaşımı üzerinden demokratikleşme umabiliriz. Bu da tamamen onların çalışma modeline bağlı. Gözlemlerim, aynı genel işleyişte olduğu gibi, yerelde de kararların tek merkezden verildiği yönünde. Katılımın çeşitliliği konusunda biraz endişe duyuyorum açıkçası.
Yetki devri, yerel yönetimlere önemli bir sorumluluk yüklüyor. Yerel yönetimler, kültür politikaları geliştirmek için neden daha çok inisiyatif almalı? Bunun bir stratejik plan dahilinde ilgili paydaşların katılımıyla yapılması daha doğru değil mi?
SERHAN ADA: Pandemi sürecinde kültür alanının, ulus devletin nezdinden hızla uzaklaştığı açıkça görüldü. Bu durumun devletin meseleyi görme niyeti olmaması, kaynaklarını -iyi veya kötü niyetle- başka yerlere yöneltmek zorunda kalması gibi birçok nedeni var. Dolayısıyla daha fazla kent, hatta orta ölçekli kentler önem kazanıyor. Metropollerin hızı ve yoğunluğu bağlamında yeryüzünün bu ağırlığı kaldırmasının mümkün olmadığını açıkça gördük. Türkiye’de sürekli Ankara’ya bakma gibi bir gelenek var. Yerel yönetimler de, dara düşen tiyatrocular da bunu yapıyor. Dolayısıyla esnek çözümler üretememek, sorunları dayanışmayla ele almamak, vatandaşa biraz daha yakın olmak için çaba göstermemek gibi başka sorunlar da ortaya çıkıyor. Hâlbuki yerel yönetimlerin oynayacağı rol, önemli bir potansiyel ve bunun farkına varanlar öne çıkacak. “Kültür kenti”, “kültür başkenti” vb. unvanlar gösteriş olsun diye verilmiyor. Tam tersine, o başlık altında gerçekleştirilen her şey, kentte kök salması, sürdürülebilir olması için yapılan uygulamalar. İstanbul, “2012 Avrupa Kültür Başkenti” ilan edildiğinde en büyük tartışma, bunun turistler için mi yoksa kent halkı için mi olduğuydu. “Avrupa Kültür Başkentleri”nin tarihi, vatandaşların gözetilerek yapıldığı uygulamaların kalıcılığını gösteriyor. İstanbul örneğinde büyük paralar harcanmış olsa da, maalesef kalıcı olamadığını görüyoruz.
ZEYNEP AKTÜRE: Dünya mirası ve somut olmayan kültürel miras listelerine girmek için varlığın kendi benzerleri arasında üstün bir değer taşıdığını, özgün olduğunu ve bütünlüğünü koruduğunu göstermek gerekiyor. Bir de varlığın geleceğiyle ilgili bir yönetim planı sunmak da lazım. Bu koşulların nasıl sağlanacağını özetleyen bir belgeyle başvurduğunuzda varlıklar öncelikle geçici listeye giriyor. Bizim geçici listemiz, dünyadaki en uzun liste. Çin gibi kendisini Batılı dünyada kültür varlıklarıyla göstermek isteyen bir ülkeninkinden bile uzun. Bunun nedenlerinden biri, sürecin iyi yönetilmemesi olabilir. Diğer bir neden, Kültür Bakanlığı’nın bu vesileyle hazırlanacak alan yönetim planları sayesinde aday olabileceği düşünülen alanların daha iyi korunabileceği yönündeki beklentisi. Alan yönetim planı, fiziki bir plan değil. Alan yönetimi, bütün paydaşların bir araya gelerek alanla ilgili bir vizyonda uzlaştığı ve o doğrultuda hedefler, stratejiler, politikalar, eylemler belirleyerek alanı yönetecek şekilde örgütlenmesi demek. Varlıklar sonuçta Dünya Miras Listesi’ne kaydedilmeyecek olsa da, asıl kazanım bence bu. Alan yönetimini bu hâle getirmeyi sağlarsak hem katılım gerçekleşecek hem de kurumlar ortak stratejilerle ilerlemeyi başarabilecek. Ancak ülkemizde alan yönetim planlamasının hedefi genelde bu olmuyor, sadece listeye girerek turizm gelirini artırmak hedeflenebiliyor. Dünya miras alanlarının en derin sorunlarından biri bu. Kaldı ki, hedefimiz turizm yoluyla kalkınmaysa özellikle miras alanlarını iyi yönetmemiz gerekiyor. Örneğin, listeye Çin’den pirinç tarlaları girmişti. Kırsal yerleşimlerle birlikte çok özgün bir yaşamın sürdüğü alan kalabalık insan gruplarını kaldıramadığı için listeye kaydedildikten iki yıl sonra turizm, alanın özgün değerlerini tehdit etmeye başladı. Aynı tehlike Türkiye’deki pek çok alan için de geçerli. Alan yönetim planları sadece adaylık sürecinin gereği olarak yapıldığında farklı paydaşların uzlaşı zeminini oluşturacak süreç, Türkiye’de çoğu örnekte olduğu gibi, kâğıt üzerinde kalıyor. Böylece, Serhan Hoca’nın da dediği gibi, bir yerin kendi yaşayanları için gelişme fırsatını da kaçırıyoruz.
SERHAN ADA: Burada “dünya mirası” tanımı önemli. Ülke mirası değil, dünya mirası denmesinin bir anlamı var. Orada başka insanlar oturuyordu; şimdi biz oturuyoruz, bizim de buraya dair birtakım haklarımız var, ama bu özel mülkiyetle devrolmuş değil. Oradaki “dünya” kelimesinin insanlara dair olduğunu her defasında hatırlamak lazım. Bir de alan yönetimi konusunda “bu işi bir uzmana veririz, o da iyi kötü birkaç toplantı düzenler ve raporunu yazar” gibi bir tavrın olmaması gerekir. Afrodisias’ta kazı alanının ötesindeki tarlalarına gitmek için köylüler bilet almak zorunda kalıyorsa, orası turistlere kapalı veya yönetici vakfın yılda birkaç kere üyelerini ağırladığı bir yere dönüyorsa, o zaman “sahip çıkmak” konusunda bir sorun var demektir. Böyle yaklaşılmadığında miras tamamen yanlış anlaşılıyor, üzeri kapatılıyor, sınırları çevreleniyor. Paylaşılması ve zenginleştirilmesi mümkün olmuyor. Zeynep Hoca’nın geçici miras listesinin uzunluğu ve sürecin denetlenmemesi konusundaki eleştirilerine katılıyorum. Asıl mesele, orada yaşayanların katılımını sağlamak, ortak mirası geliştirme konusunda fikirlerine başvurmak ve onları sürecin bir parçası yapmak.
UNESCO’nun ilkelerinde geniş katılımı sağlamak gibi bir zorunluluk var mı? Kültür mirası sürecinin geniş katılımla yönetilmesi konusunda bir yaptırımı yok mu?
SERHAN ADA: Toplulukların seslerini duymak ve birbirleriyle ilişkilerini kurmak açısından belirleyici bir rolü olduğu kanısındayım. Miras, geriye dönük değil, geleceğe yönelik bir şey. Örneğin, size kalan mirası har vurup harman savurabilirsiniz, “aman bu dağılmasın” diye etrafını da kapatabilirsiniz. Zenginleştirmek, paylaşmak için bir şeyler yapmıyorsanız, miras her hâlükârda kaybolur. Soyut mirasın çeşitliliğinin ortadan kalkmaması ve yeni ürünlere dönüşmesi için bir fırsat olduğunu kanısındayım.
ZEYNEP AKTÜRE: Ülkeler, UNESCO programlarına gönüllü olarak katılıyor. UNESCO’nun tavsiyesi, bütün paydaşların sürece katılması yönünde ama bu uygulanmazsa bir yaptırımı yok. Bu tamamen ülkelerin kendi sorumluluğunda. UNESCO, listedeki varlık iyi korunamıyorsa onu tehlike listesine alıyor. Mesela terör grupları tarafından bilinçli olarak tahrip edilen alanların pek çoğu bu durumda. İngiltere’nin bir liman kenti de tehlike listesinde, çünkü limanın tampon alanına, başta çizilen koruma çerçevesinin dışında yatırımlar yapılıyor. Böyle bir durumda üye ülke birkaç kez uyarılıyor ve bunun sonu listeden silinmeye gidiyor. Bu uygulamaların ötesinde bir yaptırım yok.
Somut olmayan kültür miras ve kültürel politika üretiminde yerel yönetimlere düşen görevler konusunda neler söylersiniz?
SERHAN ADA: “Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Geliştirilmesi Sözleşmesi”nde ilk defa sivil toplum adı bir maddede geçiyor, sanatçının adı da bir kategori olarak belirtiliyor. UNESCO Milli Komisyonu’nda çalıştığım için, üniversitedeki kürsü nedeniyle de bu sözleşme dahilindeki toplantılara katılabiliyorum. Bu toplantılarda, her ne kadar oy hakları olmasa da, karar metinlerine sivil toplum örgütleri önerilerde bulunabiliyor. Dünyadaki yoksul kesimin varlığının Covid-19 pandemisi sonrası daha görünür olacağı konuşuluyor.
Dijital altyapıdan, dijitalin yaratıcı imkânlarından yararlananlar/yararlanamayanlar ya da yoksullarla Elon Musk’un gemisine binip Mars’a gitmeye çalışanlar gibi, kültür alanında da bir bölünmenin olacağı apaçık görülüyor. Dolayısıyla yerel yönetimlere düşen görev, inisiyatif almak, kapasitelerini geliştirmek ve sorumlu oldukları toplulukların seslerinin çıkması için doğru ortamı hazırlamak.
2020’in Temmuz ayında, İzmir’in de imzacıları arasında olduğu “Roma Şartı” şu cümleyle başlıyor: “Biz halklar, kentiz.” Yani soyut mirasın insanların hayatındaki temsilleri oldukça önemli. Para veya sanal değerler üzerinden değil, gerçek ve insana yetecek değerler üzerinden yeni tanımlara ihtiyaç var. Kent olmak ve kent özellikleri göstermek, içinde yaşayanların seslerinin bütün uygulamalarda duyulması demek.
Somut olmayan kültürel mirasın katılım sağlamadaki rolüne dair olumlu örnekler var mı?
ZEYNEP AKTÜRE: Katılımcı süreci örnekleyen, somut olmayan mirasa dair neleri paylaşabiliriz diye UNESCO Başkanı Öcal Oğuz’la konuştuğumda Manisa’daki mesir macunu şenliklerini hatırlattı. Gerçekten de şenlikler, bir araya gelmemize vesile olan ve kültürel mirasın bugüne ait olduğunu deneyimlediğimiz etkinlikler. Miras kavramının zor taraflarından biri, onun “donabilen” bir şey olmaması. Yani zamanın herhangi bir noktasında “İşte bu varlığın evrensel değeri budur!” dediğinizde aslında kültürün ve kültürel değerin doğasına aykırı bir şey yapmış oluyorsunuz. Bunu Dünya Miras Listesi’nde özellikle vicdan mekânları denen yerlerde görüyoruz. Aslında bu liste özünde doğanın ve insanlığın en sıradışı yaratımlarının sıralandığı, tehdit altında olan yerlerin korunmasını hedefleyen “başarılar listesi.” Ama oraya kaydedilen vicdan alanları da var. Örneğin, Hiroşima’ya atom bombası atıldığında ayakta kalabilmiş tek betonarme yapı, Dünya Miras Listesi’ne kayıtlı. Kölelik alanları, kölelerin Afrika’dan gönderildiği noktalar, başka ülkelere giriş noktaları da öyle. Bunlar insanlığın geçmişle yüzleşme alanları. Bu yüzleşmenin sağlanması ve toplumsal bellekte bir dönüşümün gerçekleşmesi, UNESCO’nun kurulma hedeflerinin arasında bulunan barış kültürünün inşasını destekliyor. Sonuçta hedef, kurban olanın ve kurban edenin yüz yüze bakması ve geçmiş deneyimi aşabilmesi. Böylelikle söz konusu alanların anlamı ve değeri dönüşüyor. Bu da “değer”in zaman içinde değişebileceğini gösteriyor. Kültür dönüşen bir şey ve şenlikler de günlük hayatın dönüşümünün bir parçası, böylece kültürün doğasına uygun bir şey yapmış oluyoruz. Fakat yine somut olmayan kültürel miras listesinde kayıtlı “sema” örneğine baktığımızda değişimin, içsel bir etkinliğin devlet töreninin parçası hâline gelmesi yönünde gerçekleştiğini görebiliyoruz. Kapadokya’daki yeraltı restoranlarında yemek aralarında düzenlenen ve o kültürün gerçek taşıyıcılarının eleştirdiği sema gösterileri de böyle bir örnek.
Kültürel miras, devlet politikasının ötesinde bir konu değil mi? Özellikle bizim gibi bir ülkede devletin kendi bakış açısıyla eleme yapması büyük bir risk değil mi?
SERHAN ADA: Tam da bu nedenle yerel yönetimler önem kazanıyor ve çeşitlilik mümkün oluyor.
Dersim-Ovacık’a gittiğimde oranın Alevi inancı için önemli bir merkez olduğunu gördüm; fakat alanın düzenlemesi yapılmıyor ve kültürel motifler yok oluyor. Bu, çok üzücü bir durum değil mi?
SERHAN ADA: Bu konuda partiler üstü, hoyrat bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Tarihin katmanları arasında var olanların unutulmadığı bir miras kayıt süreci olarak Ani Harabeleri örneğini önemli buluyorum.
ZEYNEP AKTÜRE: Biz devlet politikası olarak Dünya Miras Listesi’nde daha fazla yerimiz olsun istiyoruz. Aslında bu anlayış bizi daha kapsayıcı adımlar atmaya da zorluyor. Listeye kaydedildikten sonra Dünya Miras Komitesi oturumlarında Ani’yle ilgili sorular ve eleştiriler gelebiliyor. Bunu baskı yerine fırsat olarak algılamak da mümkün. Belki sivil toplumun kolayca başaramayacağı şekilde, kapsayıcılık yönünde bazı adımları bu uluslararası süreç sayesinde atma yönünde ilerliyoruz. Listelere baktığınızda somut kültürle orada yaşayan insanların özleştirildiği örnekler karşınıza çıkabiliyor. Kanada bu anlamda ilginç bir ülke. Dünya Miras Listesi’ne kabul edilme noktasında bir varlık konusunda yerli grupları yeterince ikna edemedikleri ve sürece katamadıkları düşüncesiyle listeye kaydedilmeyi bir yıl ertelemek istemişlerdi. Bunun gibi Dünya Miras Listesi sürecini geçmişle yüzleşme aracı olarak kullanmayı devlet politikası düzeyinde benimsemiş ve tekil örneklerde gerçekleştirebilmiş ülkeler var. Fakat ayrıntıya baktığınızda o ülkelerin toplumsal ve tarihî sürecinin bizimkinden farklı olduğunu görüyorsunuz. Yakın dönemdeki mübadele örneğini düşünelim. Anadolu’dan giden Yunanların anıları belki de burada yaşayanlardan çok daha kuvvetli, çünkü bir enstitü kurup anılarını biriktirmişler. Onlardaki bellek süreci bizimkinden farklı işliyor. Ülkemize baktığımızda ise, arkeolojik alan üzerinde olduğu için “yerleşilemeyen” yerler olduğunu görüyoruz. Oradaki köylüler, oturdukları evin, ektikleri tarlanın mülkiyetine sahip değil. Sizin olmayan bir yeri miras olarak ne kadar sahiplenebilirsiniz? Benzer bir durum Diyarbakır, Sur için de vardı. Yapıların sahipleri artık orada yaşamıyorlardı, yaşayanların büyük bir bölümü de kırsal kesimden zorla göçüp oraya yerleşmişlerdi. Dolayısıyla yaşanan çatışmalardan her açıdan çok etkilendiler. Miras açısından düşünüldüğünde, çatışma yokken de durumları zorluydu, çünkü kültürel mirasa ayrılan kaynaklardan yararlanabilmek için mülk sahibi olmanız lazım. Hâlbuki ülkemizdeki tarihî kent merkezlerinin çoğundaki fiili durum böyle değil. Bizim ülkemiz çok katmanlı, tarihsel geçmişi zengin, insan gruplarının dolaşımının olduğu bir ülke. Bu yüzden dünya mirası söylemlerinde sık duyduğumuz “süreklilik, sahiplenme” üzerine kurulu süreçleri kolay benimsemeyebiliyoruz. “İstanbulluyum” diyenlerin aslında kaç kuşaktır orada olduğunu sorguladığınızda bunu anlıyorsunuz. Bu, bizim gerçeğimiz. Belki yerel yönetimlerin karşısındaki en büyük zorluk da bu. Kimin katılımının ne şekilde sağlanacağını, paydaşların hangi açılardan paydaş olduğunu saptamak ve bunun üzerinden katılımcı bir süreç yürütmek yerel yönetimler için gerçekten zorlu bir süreç.
Dünyada tarihsel geçmişi ülkemize benzer olup olumlu bir süreç yürüten yerel yönetim örnekleri var mı?
ZEYNEP AKTÜRE: Lizbon’un EXPO süreci incelenebilir. Lizbon, geçmişte birçok yerden, özellikle Afrika’dan yoğun göç almış bir kent. EXPO’ya kenti hazırlamak için gelen yatırımın bir kısmı, tarihî dokunun dönüştürülmesi için kullanıldı. Porto’nun da tarihî kent merkezi, yerleşik grupların yerleşikliğini sürdürmesini sağlayacak şekilde yenilendi. Üniversitelerin ve öğrencilerin desteği alındı, yerel sanayicilerin dönüşümde paydaş olmasını sağlayan katılımcı bir finans modeli uygulandı. Hâlihazırda orada yaşayanların yerinden olmadığı, orta gelir gruplarının veya kentin dışına kaçmış insanların gelip yeniden oraya yerleşmesinin sağlandığı bu model benim ilgimi çekti. Dünya Miras Listesi’nde bir alan değil, ama kapsayıcılık açısından iyi bir örnek.
Büyük kentlerin kültürel mirasları yok olma tehlikesiyle baş etmeye çalışıyor. Bu noktada süreç yönetimi, doğru planlama ve idarecilerin bilinci büyük önem kazanıyor. Yurtdışında başarılı koruma uygulamaları ve çalışmaları olduğunu biliyoruz. Türkiye’de bu örnekler ne kadar uygulanabilir ya da uygulanıyor?
ZEYNEP AKTÜRE: Bazen başarılı örnekleri incelerken daha ziyade sonuca odaklanıyoruz. Göbeklitepe için İngiltere’deki Stonehenge örneğine bakıyoruz diyelim. Ülkemizin idari yapısı, alanın kendisine özgü durumu ve bunun yasalardaki karşılığı İngiltere’den o kadar farklı ki! İngiltere’de korumanın birinci adresi olan kurum, bir sivil toplum kuruluşu. Devletten fon alıyor, ama kendi uzmanlarıyla devlet işleyişinden bağımsız bir kurum olarak çalışıyor. Bizdeyse herhangi bir kişinin mülkiyetindeki alanda çıkan arkeolojik eserler yasa gereği devlet malı sayılıyor. İngiliz sisteminde o varlıkları korumak ve kamuyla buluşturmak belirli kurallar çerçevesinde mülk sahibinin sorumluluğunda. Dolayısıyla iyi örnek olduğunu düşündüğümüz bir modeli Türkiye’de uygulayabileceğimizi düşünmek her zaman gerçekçi olmayabilir. Bu, tarihî kent merkezlerinde yapılan uygulamalar için de geçerli. Bizde korumanın çerçevesini çizen yasa, sürecin nasıl işleyeceğini de belirliyor. Bu işleyiş, bizim dışarıdan getirmek istediğimiz herhangi bir modele izin vermiyor olabilir. Bizim kent yönetimi geçmişimizle İtalya’nınki bir değil örneğin. İtalya’da kent mimarlarının bulunduğu, kentteki yapılarla ilgili kararların sivil toplum örgütlerinin de üyesi olduğu bir konsey tarafından alındığı bir geçmiş var. Yani onlar eskiden de alan yönetimini bir noktaya kadar yapıyorlardı. Biz, bu işleyişe uyum sağlamakta zorlanıyoruz. Türkiye’de merkezin tercihleri, merkezden bağımsız işleyen bir alan yönetimi yönünde olmadığı için kapsayıcılıkta sıkıntılar yaşıyoruz.
Uygulama biçimleri yöntem olarak ilham verici olabilir diye düşünüyorum. Kent, kendi yöntemini bulma konusunda o örneklerden ilham alabilir. Bu nedenle yerel yönetimlerin yetkilendirilmiş olması önemli.
ZEYNEP AKTÜRE: Yerel yönetimler için somut kültürel miras listesine kaydolmak bir sonuç gibi görülsün isterim. Bizim asıl amacımız, alanları korumak ve iyi yönetmek. Geçici listeye kayıtlı varlıklardan “üstün evrensel değerinin” gösterilmesinin mümkün olmadığını düşündüğüm yerler var. Listeye kayıt için adaylık dosyasında savunulan üstün evrensel değerin, alanda somut varlıklar üzerinden deneyimlenebilir olması gerekiyor. Bir yerin çok önemli ve değerli olduğunu biliyor olabiliriz, ama bu önem ve değerin somut biçimde deneyimlenmesi ayrı bir konu. Örneğin, Hıristiyanlık açısından önemli bir yerde korunmuş tek bir kilise kalmışsa, adaylık sürecinde oranın Hıristiyanlık için taşıdığı üstün evrensel değer üzerinden ilerlemek çok zor. Yerel yönetimler, değerli olduğunu düşündükleri alanların yönetimi için Dünya Miras Programı’nda tavsiye edilen işleyişi bir araç olarak görebilir. Hedefimiz liste olabilir. Esas uğraşımız, alan yönetimini katılımcı ve sürdürülebilir hâle getirmek olmalı. Uzun erimli kazanımlar ancak böyle mümkün.
Aslında esas değerli olan, sürecin kendisi değil mi?
ZEYNEP AKTÜRE: Evet. Genç kuşakların bu sürece katılımının çok önemli olduğunu ve kültürel miras özelinde yapılan bilinçlendirme programlarının çeşitlendirilmesi gerektiğini de söylemek istiyorum.