YÜKLENİYOR
ONUR ATAY
Mimar
Urban.koop Kurucu Ortağı
Sizi ve Urban.koop’u tanıyabilir miyiz?
ONUR ATAY: Mimarım. Uzun süre Kadıköy Belediyesi’nde görev yaptım. Şu anda Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nda inovasyon ekibiyle çalışıyorum. Yaratıcı, inovatif endüstrilerin maddi ve profesyonel anlamda nasıl destekleneceği yönünde programlar üretiyoruz. Şimdilerde Türkiye’den ve yurtdışından farklı paydaşların, partnerlerin, donörlerin yer aldığı “Boost” adındaki programın yürütücülüğünü yapıyorum.
Urban.koop’u yaklaşık bir yıl önce kurduk, ama kooperatifin geçmişi 5 yıl önceye dayanıyor. Gerek Kadıköy Belediyesi’nde gerek İstanbul’daki başka ilçe belediyelerinde çalışan, başka kurumlarda ve sivil toplum örgütlerinde olan arkadaşların bir araya geldiği bir kooperatif örgütlenmesi Urban.koop.
Günümüzde yerel yönetimlerin, kamusal alanla ilgilenen sivil toplum örgütlerinin yetersiz kaldığı alanlar var. Mekâna ve kamusala dokunma, bu alanlara dair yenilikçi strateji geliştirme konusunda eksiklik söz konusu. Bu tespit aslında sadece bize ait değil. Yerel yönetimlerin ve siyasetin içinde yer alan insanların da farkında olduğu bir durum. 2013 yılında, Kadıköy Belediyesi’nin partnerliğinde açılan Tasarım Atölyesi Kadıköy projesinde yer aldım. Orada vatandaş katılımlı projeler ve atölye çalışmaları yapmaya odaklandık ve çok çalıştık. Bunları yaparken hem İstanbul içerisindeki kültür-sanat vakıflarıyla hem de uluslararası kurumlarla beraber çalışarak farklı projeler gerçekleştirdik. Önceliğimiz her zaman gençlerin, kamusal alanları aktif olarak kullanan insanların sözlerini yönetim kademesine nasıl ulaştırabileceklerine ve işin eylem kısmına nasıl dahil olabileceklerine dair stratejiler üretmek oldu. Urban.koop da bu anlayışla gelişmiş bir kooperatif. İlk başta bir kooperatif olarak değil de bir sosyal girişim gibi düşündük. Sivil toplum örgütlerinde, Tasarım Atölyesi Kadıköy’de ve benzeri kurumlarda çalışmış insanların bir araya gelip emeklerini örgütleyebilecekleri, daha adil, katılımcı, paylaşımcı bir şekilde organize olabilecekleri bir formatı nasıl kuracağımız üzerinde durduk ve bir kooperatif olarak ilerlemeye karar verdik.
Gençlerin kamusala dahil olabileceği kesişim noktalarını tasarlayabileceğimiz, belediyelere strateji oluşturma konusunda destek olabileceğimiz, tecrübelerimizi tabana yayarak gençlerle dirsek teması içinde bir şeyler başarabileceğimiz bir kooperatif hayal ettik. İstanbul’da, Anadolu’nun farklı yerlerinde ilçe belediyeleriyle iletişim içerisindeyiz ve turizm planlarından yıllık kültürel planlarına kadar çoğu noktada danışmanlık vermeye, içerik oluşturmaya çalışıyoruz.
Ben mesleğim ve pratiğim gereği mimarlık ve planlama öğrencileriyle ya da kente dokunan disiplinlerin eğitim kısmında yer alan insanlarla, gençlerle sürekli temas hâlindeyim, bu insanların nereye yönelecekleri konusunda birçok soru işareti olduğunu görüyorum. Mimarlık, kent ve yapılaşma sektörü bugün kan ağlıyor, maddi anlamda yetersiz. Bu alana yönelik yetiştirilen gençler de sıkışmış durumda. Bu işin sosyal açıdan kapsamını yeniden oluşturmak, profesyonel olarak bu insanların önünü açmak, mimarlığı, planlamayı ve tasarımı daha farklı ölçeklerde yapabileceklerini göstermek, emsaller yaratmak bizim için çok değerli. Tasarım Atölyesi Kadıköy, İDEA Kadıköy ve benzeri projelerde bunu iyi-kötü başardığımızı düşünüyorum. Buralarda edindiğimiz tecrübeleri, kooperatif ekseninde belediyelerle, diğer kamu kurumlarıyla ve sivil kurumlarla yapacağımız işbirlikleri içerisinde yeniden üretebileceğimizi, hatta ölçeğini artırabileceğimizi düşünüyorum. Şu âna kadarki dönüşlerin ve işbirliklerinin ilerlediği rota da bize bu ışığı gösteriyor.
Yerel yönetimler odağında düşündüğümüzde onlara tasarım konularında dışarıdan destek veren bir yapılanma diyebilir miyiz?
ONUR ATAY: Sadece tasarım değil. Konu hakkında tabana yayılan, katılımcı bir bilgi dağarcığı oluşturulması için uğraşıyoruz. Muhataplarını ve faydalanıcılarını dikkate alan, tabiri caizse “yaraya parmak basan” projelerin ortaya çıkacağı ve insanların da bu projeleri şeffaf bir şekilde görebilecekleri bir arayüz oluşturmaya çalışıyoruz. Bugün en halkçı olduğu iddia edilen projede bile vatandaş bir görsele ulaşamıyor. Bir yerin geleceği hakkında bilgi sahibi olamıyor. Üç yıl sonra tamamlanacak bir meydan projesinin neye benzeyeceği konusunda bihaber. Bu çok kötü. Kentle bağımızı koparan, kent içindeki aktörlere ve karar vericilere dair beklentileri, güveni azaltan bir durum bu. Kamusal alanı, sokakları kullanan meslek sahiplerinin en önemlileri, taksiciler ve dolmuşçular. Onlar, kentlerin altyapısının bir noktaya ulaşabileceğini, tamamlanabileceğini düşünmüyor. Altyapı çalışmalarının sonsuza kadar süreceği, kimsenin bitirmeye yetemeyeceği konusunda hemfikirler. O yüzden de bu süreci kapsamlı bir şekilde ele almak ve değerlendirmek gerekiyor.
Kamusal alanların tasarımında ve düzenlemesinde katılım için kritik faktörler neler?
ONUR ATAY: Sürecin başlangıcı ve bitişi önemli. Başlangıçta kullanıcıya erişme, onun isteğini belediyenin veya karar vericilerin stratejisiyle kesiştirme konusunda büyük eksiklerimiz var. Veriler toplanıyor, anketler yapılıyor, ama bunların damıtılması, işlenebilecek ve kullanılabilecek veriye dönüştürülmesi konusunda eksik kalıyoruz. Bu açıdan, yapılan çalışmaların diyalog anlamında sürekliliğinin olması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Kadıköy’de bir proje yapacağımızı düşünelim. Bir bölgenin kullanılırlığını değerlendirirken ilçe dışından gelenleri, orada yaşayanları, işletme sahiplerini, toplu taşıma sistemini kullananları, gençleri, bebek arabası kullanan ebeveynleri düşünmemiz lazım. Dolayısıyla saha araştırmasının sürekli, şeffaf, tabana yayılan bir biçimde yapılması önemli. Vatandaştan gelen talebin bir şikâyete dönüştüğü ve bu şikâyetin bir yere varmadığı, yapıcı değil, yıkıcı olduğu konusunda bir ezber var. Burada karar vericilerin çuvaldızı kendilerine batırması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlara doğru sorular sorunca doğru cevaplar alabiliyoruz. Önemli olan, doğru soruları sorabilmek. Son dönemde buna dair özel sektör girişimleri var. Türkiye’de “Big Four” diye anılan danışmanlık şirketleri, kent ölçekli araştırmalarını ve projelerini geliştirmiş, artırmış durumdalar. Yurtdışı kaynaklı çoğu fonun danışma kısmında büyük danışmanlık şirketlerini görüyoruz artık. Bunu neden genç mimarlar, tasarımcılar ve kent sosyologları yapmasınlar ki? Bunun için hem kamuda hem de sivil sektörde bazı yönleri geliştirmemiz, genç istihdamını bu yönde tasarlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Bir de sürecin bitişi önemli. Ne yazık ki, sosyal ya da kamusal hiçbir projenin etki ölçümüne bakmıyoruz. Etki ölçüm raporları, bir projenin, uygulamanın ve etkinliğin sonucunu belirleyen en önemli kriter. Türkiye’de bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşları var. Kamunun da etki ölçümüne daha fazla odaklanması gerektiği kanaatindeyim. Urban.koop olarak biz de elimizden geldiğince bunu yapmaya çalışıyoruz. Kullanıcıların geribildirimini, eksiklikleri veya fazlalıkları nasıl gördüklerini onlardan dinlemek istiyoruz. Bunun da yöntemleri çok basit. Basit soru setleriyle, kısa toplantılarla, kısa münazaralarla geribildirimler kayıt altına alınabilir. Buralardan çıkan veri, genel bir tablo içinde değerlendirilebilir. Benim serbest danışman olarak yaptığım projenin raporu İBB’ye yarayabilir. İBB’nin yaptığı rapor, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yarayabilir. Bu döngüyü yaratabilirsek kamuyu daha iyi tanıyacağımızı düşünüyorum. Sosyal etkinin değerlendirilmesi, raporlanması ve görselleştirilmesi oldukça önemli.
Yerel yönetimlerle çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
ONUR ATAY: İstanbul’da bir ilçe belediyesiyle genç odaklı bir geçici kampüs projesi üzerinde çalışıyoruz. Belediye envanterinden çıkaracağımız -böylece kamu bütçesini yormayacak- malzemelerle, ileri dönüşüm odaklı, aynı zamanda atölyelerin de gerçekleştirileceği bir proje olacak bu. Bu projeden çok umutluyuz. Şu anda görüşmeleri devam ediyor. Çalışmaları da umarım yakın zamanda duyuracağız.
Duyurduğumuz projeler de var. Mesela Balıkesir’de Havran Belediyesi’yle çalıştık. Havran, geçmişi olan ve geçmişine değer veren bir ilçe. Havran Belediyesi’yle tarihî kent dokusu üzerine çalıştık. Buradaki dokunun “Cittaslow”, yani yavaş şehir ilkeleri doğrultusunda nasıl yorumlanabileceğine dair bir strateji raporu hazırladık ve bir rehber oluşturduk. İleride de umarım bölgeyi kesen, teğet geçen veya bölgeye değen farklı turizm rotaları üzerine çalışacağız. Bunun içerisinde bisiklet rotası, trekking rotası, yürüme rotası gibi farklı rotalar da yer alacak. Bunu da elimizden geldiğince turistik bir perspektifle değil, bölge halkının benimseyeceği şekilde tasarlamayı ve uygulamayı hedefliyoruz. Aksi takdirde dışarıdan yabancı bir el gelmiş ve sermaye ölçeğinde biraz daha geliştirmiş oluyor.
Balıkesir ölçeğinde farklı belediyelerle de işbirliği üzerine çalışıyoruz. Balıkesir, diğer Ege ya da Marmara illerine kıyasla potansiyelini öne çıkaramamış bir yer. Bu anlamda diğer ilçelerle işbirliği yaparak turizm planı oluşturma yönünde bir strateji üzerinde çalışıyoruz.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı işbirliğiyle bienal kapsamında dijital atölyeler yaptık. Kale Tasarım ve Sanat Merkezi bünyesinde atölyeler gerçekleştirdik. Özellikle pandemi döneminde kamusal alanlar yeniden nasıl değerlendirilebilir, birlikte nasıl kullanılabilir konusunda farklı atölyeler ve çalıştaylar düzenledik. Aslında bizim kamusalımız, yani balkonlarımız nasıl, dün nasıldı, bugün nasıl gelişti, gelecekte nasıl olabilir gibi farklı atölyeler ve çalıştaylar gerçekleştirdik. Kısacası kamusalın yeniden yorumlanması, katılımcı belediyecilik, aktif vatandaşlık, turistik yaklaşım ve yeniden yapılandırma konularında çalışmaya ve işbirlikleri kurmaya devam ediyoruz.
İklim krizi ve pandemi hayatımızda yeni bir sayfa açtı. Bu kapsamda bir araya gelinen, ortak belleği oluşturan kamusal alanlar neye dönüşüyor sizce?
ONUR ATAY: Evlere tıkıldığımız pandemi dönemini bir kenara bırakırsak, genel olarak kamusal alanın sınırlandırıldığını, parkların azaldığını, buluşabileceğimiz mekânların kafelerle sınırlandırıldığını, ticarileştiğini net bir biçimde görebiliyoruz. Bu durumun, insanları kamusal alanı kullanma konusunda korkaklaştırdığına, zayıflattığına, insanların alışkanlıklarını bu gerçeğe göre dönüştürdüğüne dair bir iddia var. Ben buna inanmıyorum. Ucu delinmiş pet şişeyle her sabah dükkânının önünü sulayan “toz kalkmasın, dükkânımın önü temiz olsun, temiz görünsün” diye uğraşan esnafların olduğu bir yerde yaşıyoruz. Esnafın dükkânının önünde komşusuyla tavla oynadığı, sürekli mekânın içinde durmaktan haz etmediği, yaz-kış dışarıyla temas içinde olmak istediği bir ülke burası. Bir sosyal dokuya sahibiz. Bunu hiç unutmamak gerekiyor. Mesela 15 yıl önce bir furya olarak inşa edilen ve bugün boşaltılan AVM’ler, bugün sokaklaşmaya, açık alanlar şeklinde tasarlanmaya başladı. İnsanlar sokaklarda gezmek, bulutları görürken bir yandan da dükkânların vitrinlerine bakabilmek istiyor. Terk edilen AVM’lerden, periferdeki boş duran o çok iddialı mega projelerden de anlıyoruz bunu. Bu anlamda artık kamusal alanların değerinin fark edilmeye başladığını düşünüyorum.
Son dönemde gerek sahillerin daha fazla kullanılmasıyla gerek bisiklet yollarının yapılmasıyla gerek meydanların teşvik edilmesiyle insanların buna alışmaya başladığını görüyorum. Pandemiyle birlikte dışarıda olmanın, dışarıdaki etkileşimin önemini ve değerini yeniden hatırlattığı bir dönemi yaşıyoruz. Buradan büyük dersler çıkaracağımıza inanıyorum. İşletmecilerden sokağı kullananlara, parkta veya bahçede vakit geçiren genç-yaşlı çok sayıda insana kadar herkes bunu görmeye başladı. Örneğin, ben biraz soylulaştırılan bir mahallede yaşıyorum ve uzun zamandan beri orada yaşayanların kafelerden, gençlerden şikâyet ettiğine şahit oldum. Bugün aynı insanlarla sokakta karşılaşıyorum, vizörleri ve maskeleriyle son derece korunaklı bir şekilde sokaklarda geziyor, yasak olmasına rağmen bazen parkları kullanıyorlar. Onlarla konuştuğumda bunun bir ihtiyaç ve gelişen bir kültür olduğunun farkına vardıklarını görüyorum. Pandeminin bir getirisi olarak görmek mümkün bunu.
Merkezi yönetimin ve yerel yönetimlerin zaman zaman kamusal alanlara mütecaviz projelerle girmeye çalıştıklarını biliyoruz. Bu konuda toplumsal farkındalık açısından sivil topluma düşen sorumluluklar nedir? Gezi Parkı deneyimini kamusal alana sahip çıkmak bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
ONUR ATAY: O dönemde sürece aktif katılan biri olarak dayanışmanın, birbirini dışlamadan, ötekileştirmeden aynı kamusal mekânda bir arada bulunmanın değerini deneyimlediğimizi düşünüyorum. Bu deneyimin bugüne ne kadar taşındığı konusunda fazla bir şey söyleyemem, ama sivil toplumun bunu iyi değerlendirdiğini görebiliyorum. Sivil toplum örgütleri, kent planlamasının, kent dinamiklerinin ve çalışmalarının nasıl da vazgeçilmez bir parçası olduğunu Gezi Parkı deneyimiyle anladı. Bugün sivil toplum ölçeğinde yapılan çağrıların mimarlara, tasarımcılara ve plancılara da açık olduğunu görüyoruz. Teknik görünen kent planlamasının, kent dokusunun oluşturulmasının çok büyük bir sosyal boyutu da olduğu görülüyor artık. Sivil toplumla kent planlamasının barıştığı, birbirini anlamaya başladığı bir dönemden geçiyoruz. Ben Urban.koop’un da bunun bir meyvesi olduğu kanaatindeyim. Herkes İçin Mimarlık, Sokak Bizim Derneği de çok değerli çalışmalar yapıyor. Gezi deneyiminden sonra elimizde kalan bakiyenin yansımalarını görüyoruz. Dışarıdan gözlemlemesi zor olsa da, işin içine girdiğimizde bu etkinin büyüklüğünü anlayabiliyoruz. Kapalı mekânlara sıkışmış olan kültür-sanat ortamı bile artık kamusala çıkmak istiyor, açık alanlarda sergiler ve performanslar düzenleniyor.