"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Prof. Dr. Zeynep Merey Enlil: Turizm Politikalarının Yeni Eğilimleri Gözetmesi Gerekiyor

  • 14 Haziran 2021

Prof. Dr. ZEYNEP MEREY ENLİL


Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi 

Şehir ve Bölge Planlama Bölümü



İklim krizinin sektörlere etkisini konuşurken pandemi süreci başladı. Turizmde nasıl bir dönüşüm olacak? Hangi konular önemli olacak?


ZEYNEP MEREY ENLİL: İklim krizi ve pandemi, iki büyük kriz. Önemli sorunlara işaret ediyorlar. Biliyorsunuz, pandemi öncesinde iklim krizi önemli bir dönüştürücü faktördü. İklim krizinin etkilerini henüz çarpıcı bir biçimde yaşamıyoruz, toplum olarak pek farkında da değiliz. Bu meseleler, akademik camiada bile birkaç yıldır ele alınıyor. Kamuda da aynı şekilde. “İklim Uyum Planı” yapan belediyeler var, ama yaygın değil. İklim krizinin etkilerini ilerleyen süreçlerde güçlü bir biçimde yaşayacağız. Bilimsel çalışmalar, 1.5 derecelik ısınmanın etkilerinin bile ne denli vahim olacağını gösteriyor. Turizmi de iklim değişikliğinin neden olacağı sorunlar çerçevesinde ele almak lazım. Kuraklık, bu sorunların başında geliyor. Bu durumun Türkiye büyük bir tehdit olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin çölleşeceği öngörülüyor. İklim değişikliğinin etkisiyle yağış rejimlerinin değişmesi, sıcaklıkların artması, denizlerde su seviyelerinin yükselmesi, deniz sularının asidifikasyonu ve deniz suyu sıcaklığının artması bekleniyor. Bu değişiklikler, Akdeniz havzasında, özellikle kıyı alanlarında etkili olacak. Bu da Akdeniz havzasındaki turizm destinasyonlarının kayıp yaşamasını beraberinde getirecek. Plajların kaybı söz konusu olacak. Deniz suyu sıcaklığının artmasına bağlı olarak deniz canlıları zarar görecek, hatta yok olacak, biyoçeşitlilik azalacak. Aşırı sıcaklar, deniz, güneş, kum destinasyonlarının çekiciliğini olumsuz yönde etkileyecek. 


İklim değişikliği sadece deniz turizmi için değil, kış turizmi için de bir tehdit. Küresel ısınmanın etkisiyle kar yağışlarının azalması, kış sporlarına dayalı turizm merkezlerini olumsuz etkileyecek. Tüm bunların dolaylı etkileri de olacak. İstihdam kayıplarından tutun, turizm tesislerinin atıl kalmasına, işletmelerin kapanmasına dek birçok farklı sonuçları olacak. Bunları öngörmek ve tedbir almak gerekir. Risk haritası çıkarmak ve bu haritaya göre iklim eylem planları geliştirmek lazım. İklim değişikliğinin etkisini nasıl azaltabiliriz, iklim değişikliğine uyum için ne tür stratejiler geliştirebiliriz? Turizmi de bu çerçevede ele almalıyız. Bu, ciddi bilimsel çalışmalar yapmayı gerektiriyor. 


İklim eylem planları hazırlamak ve kapsamlı raporlar yazmak tek başına bir anlam ifade etmiyor. Bu planları hayata geçirmek şart. Bunun için başta kamunun böyle bir niyetinin olması, bir irade beyanında bulunması önem taşıyor. Bunun yanı sıra vatandaşın ve özellikle de yatırımcının bilinçlenmesi, farkındalık kazanması gerekli. Ama kamunun rolü başat. Kamu öncü olacak, yol gösterecek, kural koyacak ve uygulamayı denetleyecek. Bazı yerel yönetimler bu çabayı gösteriyor. Ama yerel yönetimlerin inisiyatifinin dışında tepeden inme birçok karar olabiliyor. Dolayısıyla merkezi yönetimin de aynı hassasiyette ve bilinçte olması, yerel yönetimlerle birlikte çalışması, yönetim organları arasında eşgüdüm sağlanması ve ortak irade göstermesi oldukça önemli. 


Öte yandan, turistlerin iklim değişikliğine nasıl tepki vereceği, davranış biçimlerinin nasıl değişeceği de belirsiz. Bu sürecin nabzını iyi tutmak gerekiyor.


İklim krizine eklenen pandemi sürecini ele alırken pandemi öncesinin sorunlarını hatırlamakta fayda var.  Pandemi öncesi dünyadaki kitlesel turizmi, aşırı turistikleşmeyi, korunması gereken kültürel ve doğal değerleri, turizmin bu değerlere yaptığı baskıyı, koruma-kullanma dengesinin nasıl sağlanacağını konuşuyorduk. Turizm açısından çekici olan kültürel miras alanları, tarihi kent merkezleri, doğal alanlar ve özellikle kıyı alanları, ülkemizde aşırı turizm baskısı, aşırı kullanım tehdidi altında olan alanlardı. Aşırı turistikleşme, turizmin her şeyi ele geçirmesi, yaşam maliyetlerinin ve gayrimenkul değerlerinin artmasına, buna bağlı olarak bölge sakinlerinin bu yerleri terk etmek zorunda kalmasına, oradaki özgün nüfusun, özgün değerlerin yitirilmesine, yerin ruhunun yok olmasına, turist için cazip olan unsurların kaybolmasına neden oluyordu. Bunu yönetmeye çalışıyorduk. Kültürü ve doğayı araçsallaşmaktan nasıl kurtarırız, turizmin kıskaç altına aldığı kültürel ve doğal değerlerimizi nasıl korur, turizmi bu değerlerle dost bir şekilde nasıl geliştirebiliriz gibi sorunlarla karşı karşıyaydık. 


Şimdi farklı bir durum var. Pandemi, her şeyi bıçak gibi kesti. Bize turizmin ne kadar kırılgan bir sektör olduğunu da gösterdi. Ekonomisi turizme dayalı kentler pandemi sürecinde zarar gördü. Oralarda ekonomi çeşitlenebilseydi, daha dirençli olabilirlerdi, ama en büyük gelir kaynağı turizm olduğunda o yerleşimlerin, bölgelerin etkilenmesi daha şiddetli oluyor. Pandemi sonrasında insansızlaşan, ıssızlaşan miras alanlarıyla, çöküntü alanına dönüşme riski taşıyan tarihî kentsel alanlarla, kent merkezleriyle ve pandemiden yara almış bir turizm sektörüyle karşı karşıyayız.  Bir aşırı uçtan öbür uca savrulmuş durumdayız. Bunu nasıl yöneteceğiz? Bu ıssızlaşmadan, insansızlaşmadan nasıl çıkacağız? Tarihî kentsel alanları terk edilmiş birer çöküntü alanı olmaktan nasıl koruyacağız? 


Pandeminin yarattığı bu radikal durumu soluklanma, nasıl bir turizm istediğimizi durup düşünme ve birlikte tarif etme fırsatı olarak değerlendirebiliriz. Aşırı turistikleşmiş, ticarileşmiş, turist istilasına uğramış, özgün nüfusunu kaybetmiş alanların artık turistler için bir cazibe unsuru olmaktan çıkmaya başladığını biliyoruz. Tam da bu yüzden pandemi bize yeniden düşünme fırsatı veriyor. Pandemi sonrasında nicelik yerine niteliğe odaklanan daha iyi, sürdürülebilir bir turizm politikası inşa etme gayreti içinde olmalıyız. Yani kentlisi için yaşanabilir ve kaliteli bir kentsel yaşam çevresi, turist için de her zaman caziptir. Bu nedenle turiste ya da turizme öncelik vermek yerine kent sakinlerine öncelik vermek, onların refahını düşünmek, yaşam çevresini iyileştirmek gerekiyor. Günümüzün değişen turist profilleri gözetildiğinde böyle bir kent ve çevre,  o yerleşim alanlarını daha cazip kılacaktır. 


Seyahat pratikleri de değişiyor. Türkiye gibi ülkeler, kitle turizminin destinasyonlarıydı. Bu değişime uyum nasıl olacak ya da olmalı?


ZEYNEP MEREY ENLİL: Deniz, kum, güneş derken kitle turizmini kastediyorum. En büyük problem, her şey dahil sistemi. Bunu yıllardır anlatmaya çalışıyoruz. Ancak başka öncelikler politikaları belirliyor, bu uygulamadan vazgeçilemiyordu. Pandemi, bu tablonun değişmek zorunda olduğunu yatırımcıya ve politika yapıcıya anlatacak diye umuyoruz. Gerçi bu tür bir zihniyet değişikliğinin izlerini henüz göremiyoruz. İnşaatların hâlâ doğal ve kültürel değerleri tahrip ettiğini, ikinci konut alanlarının ve devasa turizm tesislerinin yapıldığını üzülerek izliyoruz. 


Oysaki dünyada farklı eğilimler var. Turistlerin hangi amaçla seyahat ettiği, anlayışları, beklentileri ve profilleri hızla değişiyor. Turist tercihleri ve davranışları açısından baktığımızda kitle turizmine alternatif uygulamalar pandemi öncesinde de vardı. Pandeminin bu eğilimleri güçlendirdiği söylenebilir. Araştırmalar, kitlesel turistten farklı yeni bir turist tipine dikkat çekiyor. Bu yeni turist tipi daha deneyimli, bilgili, bağımsız ve seçici. Kitlesel turistlerin rağbet ettiği “turist balonu” ya da “turist köpüğü” olarak adlandırılan alışılmış “turistik” çekim odaklarının dışına çıkmak istiyorlar. Hatta bu tür “aşırı turistikleşmiş” yerlere gitmeyen, buralardan kaçınan, alışılagelmiş turist rotalarının dışına çıkan, ziyaret ettiği coğrafyanın özgün kimliğini keşfetmek isteyen, ziyaret ettiği kentlerin “sıradan gündelik yaşamını” tanımayı ve yerel kültürü deneyimlemeyi amaçlayan bir turist profili bu. Bir turistten ziyade bir gezgin. Bu grup, kitlesel tüketim ürünleri yerine farklı ve özel olana, tarihî ve kültürel miras alanlarına, kültür ve sanat aktivitelerine yöneliyor. Tüm bunları kendi kültürel sermayesinin bir parçası olarak gören bir turist profili söz konusu. 


Yeni turist profili, bireysel hareket etmeyi tercih ediyor. Bu tercihte dijitalleşmenin etkisi de büyük. Kitlesel turizm acenteleri ve şirketleri yoluyla kitlesel seyahat yok olmadı elbette, ama eğilimlerin değişmeye başladığını görüyoruz. İnsanlar, çeşitli turizm portalları üzerinden rezervasyonlarını kendileri yapabiliyor. Seyahatlerini, nerede, ne kadar kalacaklarını, nereye gideceklerini, hangi rotaları izleyeceklerini dijital ortamda kendileri planlayabiliyorlar.  Dijitalleşmenin sağladığı bu olanakların bireysel seyahat etme kapasitesini ve arzusunu geliştirdiğini görüyoruz. Eskiden olanaklar kısıtlıydı. Dolayısıyla kitlesel tur organizasyonları insanlara kolaylık sağlıyordu. Ama şimdi her şeyi kendimiz kolayca yapabiliyoruz. Pandemi, bu eğilimi daha da güçlendirdi. 


Değişen turist profilleri açısından dikkat çekilmesi gereken diğer bir nokta, LOHAS (Lifestyles of Health and Sustainability) olarak anılan  “Sağlıklı ve Sürdürülebilir Yaşam Biçimi” ilkesini benimseyen ve giderek büyüyen tüketici hareketi. Bu kişiler, genellikle iyi eğitim almış, gelir düzeyi yüksek, sağlık konusunda bilinçli, çevreye ve toplumsal meselelere, insan haklarına ve toplumsal adalete duyarlı, etik kurallara uygun olarak yaşayan ve tüketen kişiler. Bu özellikleri nedeniyle son derece seçici, eleştirel gözle bakan tüketiciler oldukları, bu ilkeleri gözetmeden üretilmiş ürünleri tüketmedikleri, benimsedikleri bu etik değerlere uygun olmayan yerlere gitmedikleri, bu ilkeleri gözetmeyen tesislerde kalmadıkları belirtiliyor.  Hareketlilik düzeyi yüksek olan ve sayıları giderek artan bu kesimin de turizm stratejilerini belirlerken göz önüne alınması gerekiyor. 


Pandemiyle birlikte sağlık ön plana çıktı, sağlığı korumak birinci öncelik oldu. İnsanlar, sağlık açısından güvenli ve kalabalık olmayan yerlere seyahat etmeyi tercih etmeye başladı. Dolayısıyla yüzlerce kişinin aynı havuza girdiği, aynı salonda yemek yediği büyük, çok yıldızlı oteller, her şey dahil sistemler pek revaçta olmayacak. Bunun yerine kalabalıktan uzak olana, küçük işletmelere ve doğaya yönelik ilgi daha da artacak. Bu durum kırsal ve doğal alanların hızla tüketilmesi riskini de beraberinde getiriyor. Turizm politikalarının bu eğilimleri gözetmesi, bu alanları korumaya yönelik tedbirleri alması gerekiyor. 


Öte yandan, sağlığa ilişkin kaygılar nedeniyle otele gitmek yerine ev kiralamak da pandemiyle birlikte öne çıkan bir eğilim olmaya başladı. Özellikle kıyı kentlerinde ikinci konutlar için yeni bir pazar doğdu. İkinci konutlar, yılın büyük bir bölümünde atıl kalan bir yapı stokuydu. Bu şekilde turizme kazandırılması bir yandan olumlu. Diğer yandan, otellere alternatif olmaları bakımından sektör için tehdit olabilirler. Bu konutların yenilikçi iş modelleri çerçevesinde değerlendirilerek dengelenmesi önem taşıyacaktır. 


Hâlâ cazip bir turizm destinasyonu olabilmek için sağlıkla ilgili tedbirleri almak, güvenliği sağlamak da mühim. Her ne kadar sağlık açısından bazı tedbirler alınsa da, otellere belli kriterler doğrultusunda güvenli turizm sertifikası verilse de, ülkenin genel havası o güveni vermediği sürece maalesef turist de gelmiyor. Şeffaf olmak, güven vermenin ve güvenilir olmanın ön şartı. 


Bireysel hareket etme eğilimi, kentleri öne çıkarıyor. Bu durum kentleri yönetmede ve turizm politikası üretmede yerel yönetimlere nasıl bir sorumluluk yüklüyor? 


ZEYNEP MEREY ENLİL: Yerel yönetimler, turistten önce kentliyi düşünmek durumunda. Yani kentliyi odağa koyduklarında, önce kent sakinlerinin refahını, yaşam ve çevre kalitesini artırmaya öncelik verdiklerinde turist için zaten cazip bir yer yaratmış olurlar. Bunu söylemek lazım.

 

Artık turistlerin seyahat amaçları arasında kültürel mirasın, kentlerin özgün kimliğini deneyimlemenin, kültürün, sanatın önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Bu doğrultuda pandemi öncesinde ortaya çıkan önemli bir eğilim, “Short City Breaks” ya da “Kısa Kent Tatilleri” olarak adlandırdığımız üç-dört günlük, kent kültürünü deneyimlemeye, kentlerin özgün havasını solumaya yönelik turizm türüydü. Yerel yönetimler, kentin kimliğini, kültürünü deneyimlemeye yönelik turizm türlerini ve buna ilişkin yatırımları teşvik etmek, kaliteyi artırmak gibi konularda katkıda bulunabilir. Ancak burada yerel yönetimler tarafından dikkate alınması gereken iki önemli husus var. Birincisi, kentin özgün kimliğinin bir parçası olan ve kentleri turist açısından cazip kılan kültürel mirası, tarihî kentsel alanları araçsallaştırmaktan kaçınan, bu alanları aşırı turist istilasına karşı koruyan dengeli politikalar geliştirmek. İkincisi, turizm açısından cazip hâle gelen bölgelerde, özellikle tarihî kentsel alanlarda yaşayan kent sakinlerinin yerinden edilmesini önlemek. Konutların, butik konaklama tesislerine dönüştürülmesi, Airbnb gibi kısa süreli kiralamaya yönelik dijital platformlar aracılığıyla turizm pazarına sunulması, kent sakinlerinin yerinden edilmesine neden olan önemli unsurlar arasında. Barcelona, Berlin, Lisbon gibi kültür turizmi açısından önemli destinasyonlar olan kentlerde yüksek fiyata kısa süreli kiralamalar nedeniyle konut fiyatları artmış, kent sakinlerinin turistikleşen kentin merkezi alanlarında ödenebilir fiyata kiralık konut bulma şansı azalmış, bu kentlerde baş gösteren konut sıkıntısı yerel yönetimleri kısa süreli kiralamalara karşı birtakım sınırlamalar getirmek ve tedbirler almak zorunda bırakmış.  Dolayısıyla yerel yönetimlerin bu tür kiralamaların yarattığı ya da yaratabileceği olumsuz etkileri yönetmesi, denetleyebilmesi, yani kayıt altına alabilmesi lazım. Nerede, hangi oranlarda kısa süreli kiralamalara izin verilebilir, nerede verilemez, bunun kurallarının konması gerekir. 


Öte yandan, bireysel hareket etme eğiliminin ve kültür turizmine yönelik seyahatlerin ön plana çıkması, yerel yönetimlerin kentteki kültür/sanat ortamını desteklemesine, geliştirmesine katkıda bulunacak politikalar benimsemesini önemli kılmaktadır. Kültür/sanat üretimine ortam sağlamak, projeleri, çağdaş bir anlayışla kurulacak müzeleri, yenilikçi sanatçıları, sanat topluluklarını, festivalleri, kültürel/sanatsal etkinlikleri desteklemek, mekân yaratmak, tarihî yapıların kullanımını teşvik etmek, bu amaca hizmet edecek stratejiler olarak benimsenebilir.


Kentin kültür yaşamına ve kültür/sanat üretimine yapılacak yatırımlar, kentlinin yaşam kalitesini artırmaya yönelik yatırımlardır. Önceliğin kent sakinlerinde olması gerekir. Kent, önce kent sakinleri için vardır. Ancak yaratılacak değer dolaylı olarak turizme de hizmet edecektir. Hatta kültürün ve sanatın yerel kent yaşantısının bir parçası olması, sadece turist için imal edilmiş olmaması, onları turistler için daha da cazip kılacaktır.


Pandemiyle birlikte başka bir yaklaşım daha ortaya çıktı: "Eve yakın olan yere git, fazla uzağa seyahat etme, uçakla değil, arabayla ya da bisikletle ulaşabildiğin yere git.” Bu anlayışın desteklendiğini ve önerildiğini görüyoruz. Bu yaklaşım hem daha güvenli olması bakımından, hem de iklim krizinin etkilerini ve karbon salınımını azaltması açısından destek görüyor. AB ülkeleri Paris Antlaşması’nı imzaladı, bu yönde politikalar geliştiriyorlar. Mesela 5 milyonluk Norveç bile karbon ayak izini nasıl azaltırım diye uğraşıyor. Biz 80 milyonluk ülkede böyle bir hedefi kendimize ne kadar dert ediniyoruz? Bunu kendimize sormamız lazım. Öte yandan, pandeminin yaygınlaştırdığı eve yakın olan yere seyahat etme yaklaşımı egemen olduğu sürece biz hangi turist profiline, kime hitaben, nasıl bir strateji geliştireceğiz? Bunu düşünmemiz gerekiyor. Bu durum, yerli turistin önemini artırıyor. Birçok ülkede iç turizmi canlandırma stratejileri izleniyor. İç turizmi canlandırmanın da ötesinde kentin yerlisinin, kent sakinlerinin kentini keşfetmesi ve kendi kentinin işletmelerini ayakta tutmaya yardımcı olması yönünde kampanyalar yapılmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla turizm politikalarını oluştururken yerel yönetimlerin bunları da dikkate alması gerekir. 


Turistlerin yeni bir etik anlayışı var. Bu anlayış, pandemiden önce vardı. Ancak pandemiyle birlikte giderek güçlenen bir eğilim hâline geliyor. Sürdürülebilir yaşamı dert edinen, gittiği yerde kaynak kullanımlarının nasıl olduğuna dikkat eden, doğayı tüketen yerlere gitmeyi reddeden bir anlayış bu. Bundan bir ders çıkarmak lazım. Çünkü turistler, doğası ve çevresi tahrip edilmiş, doğal/kültürel değerleri gözetilmeden yapılaşmış, betonlaşmış yerlere gitmeyi reddediyor. 


Bu değişimler, turizmin artık kitlesel turizmi destekleyen, doğal/kültürel değerleri sadece pazarlama unsuru olarak gören, doğayı, kültür mirasını ve yereli öncelemeyen bir bakış açısıyla planlanamayacağını göstermektedir. Bunun yerine doğaya saygılı, kültürel mirası “turistikleştirmeyen”, yerin özgün kimliğini ve ruhunu titizlikle koruyan, kent sakinlerine yabancılaşmayan, kentlinin ihtiyaçlarını önceleyen, yaşanabilir, kaliteli bir kentsel çevre kurmayı hedefleyen, kimseyi yerinden etmeyen, kültürel değerleri “ticarileştirmeyen”, kültürel mirasla turizm arasında dengeli, sürdürülebilir bir ilişki kurmayı hedefleyen bir bakış açısına ihtiyaç olduğuna işaret ediyor. 


Turizmi, yerel ekonomiyi destekleyen bir sektör olarak yeniden konumlandıran, kapsayıcı, katılımcı bir süreç izlemek, kırılgan grupları gözetmek, desteklemek gerekiyor. Sürdürülebilirlik temel ilkesi çerçevesinde tarihî ve doğal çevreye, yerel kültürlere saygı gösteren, yerel ekonomiye katkı sunan, iklim değişimine duyarlı olan, karbon ayak izini azaltmaya odaklanan, yenilenebilir enerji kaynaklarını tüketmeye özen gösteren “sorumlu turizm” anlayışını benimseyen turizm politikalarının yaygınlaşmasına ihtiyaç var. Yerel yönetimlere bu açıdan önemli bir rol düşüyor.




Önerilen Haberler