"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Helil Kınay: Çevre Mühendislerinin Bakış Açısı Zorunlu ve Yaşamsaldır

  • 21 Haziran 2021


İzmir için “Çevre Durum Raporu” hazırlandı. Rapordaki kritik başlıklar neler?


HELİL KINAY: Çevre sorunları, sanayileşme, kentleşme ve nüfus artışı neticesinde geçmişten günümüze artarak devam ediyor. Kâr hırsına dayanan ve sürekli tüketime yönlendiren yönetim anlayışı, doğanın varlıklarını ortadan kaldırıyor. İnsan eliyle yürütülen tüm faaliyetler, küresel ölçekte felaketler yaratmaya devam ediyor. Ekolojik yıkımı yaşadığımız süreç, geri dönüşü olmayan yaşamsal bir sorun olarak büyüyor. 

 

Ekolojik yıkımı dünyada olduğu gibi, ülkemizin doğal varlıklarında, biyolojik çeşitliliğinde havasında, suyunda, toprağında yaşıyoruz. 30 yılı aşkın süredir Çevre Kanunu ve Çevre Bakanlığı geçmişine sahip olan ülkemizde çevre kalitesinin korunup geliştirildiğini, ülke yönetiminde ekonomik kalkınmayla doğal varlıkların korunmasını esas alan yönetim politikalarının etkin olduğunu söyleyemiyoruz.


Kentleşme, sanayileşme, tarım, madencilik ve diğer tüm sektörlerin yarattığı çevresel risklerin planlanması, doğru yönetilmesi ve çevresel yüklerinin bütünsel bir planlama anlayışıyla değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu süreçler, çevre mühendisliği meslek disiplininin var olma nedeni ve ana uzmanlık alanıdır. Aynı zamanda planlama ve denetim oldukça önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Çevresel altyapı süreçleri ve çevre yönetimi, sağlıklı çevrede yaşamaya yönelik çalışmaların en önemli parçasıdır. Kentlerin planlanmasında, yönetim süreçlerinin bütün aşamalarında, çevre boyutunun değerlendirilmesinde ve doğru yönetilmesinde çevre mühendislerinin bakış açısı zorunlu ve yaşamsaldır.

 

Merkezi yönetime ve yerel yönetimlere baktığımızda su temini, atık su, atık yönetimi, hava kalitesi, iklim değişikliği, gürültü, enerji ve planlama gibi çevresel süreçleri yürütecek çevre mühendisi istihdamı yetersizdir. Çevre mühendisi istihdamını artırmak yerine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından farklı uygulamalar ve birkaç günlük eğitimler, uygulamalar kapsamında çevre görevlisi adı altında tanımlamalar yapılmaktadır. Çevre mühendisliğinin çalışma alanlarında çevre yönetim süreçleri etkisiz hâle getirilmektedir.

 

Su kaynakları, yeraltı suları, toprak ve hava kirlenmiş durumdadır. Yapılan bilimsel araştırmalar, ilgili kamu kuruluşları değerlendirmeleri ve TÜİK istatistikleri, bu gerçeği gözler önüne seriyor. Yüzey sularının %80’i, yeraltı sularının büyük kısmı kirli. Vatandaşların %50’si sağlıklı içme suyuna ulaşamıyor. Kentlerdeki hava kirliliği boyutları artıyor. Yeşil alanlar yok denecek kadar az. Tarım alanları ve meralar, yapılaşma, sanayi, enerji vb. yatırımlarla amaç dışı kullanılıyor.

 

Ormanlar, tarım alanları, meralar ve doğal karakteri korunması gereken alanlar, mevzuatlarla madencilik, sanayi, enerji turizm, konut vb. faaliyetlere açılarak kaybediliyor. Orman mevzuatı kapsamındaki izinler, yangınlarla kaybedilen orman alanlarına en büyük zararı veriyor. 

 

Son yıllardaki faaliyetler, çılgın projeler ve izinler sonucunda ülkenin her yerinde doğa ve yaşam talanıyla karşı karşıyayız. Nükleer santral macerasına da sürükleniyoruz.

 

Geçtiğimiz yıllarda Kaz Dağları, Salda, Akkuyu, Sinop, İğneada, Kuzey ormanları, Aliağa, Bergama, Trakya, Alakır Vadisi, Alpu Ovası, Gediz Ovası, Gördes, Menderes, Murat Dağı, Munzur Dağı, Çataltepe, Karadeniz, Aydın, Karaburun, Yarımada, Ovacık, Soma ve Yatağan’da yürütülen ekolojik yıkım projeleri, pek çok yerde artarak devam ediyor. Kanal İstanbul, Çeşme ve İkizdere son örnekler. 

 

Bergama altın madeninin yarattığı, yaratacağı çevresel risklerle ilgili hukuki ve toplumsal mücadele devam ederken  Efemçukuru altın madeninin İzmir’in su kaynağı olan Çamlı Baraj Havzası’nda, Çukuralan altın madeninin Balıkesir’in su kaynağı olan Madra Barajı Havzası’nda, Gördes nikel madeninin İzmir’in ve Manisa’nın su kaynağı olan Gördes Havzası’nda, Çaldağ’da işletilmesi planlanan nikel madeninin Gediz Havzası’nda, Kışladağ altın madeninin Uşak’ta yarattığı çevresel risklerle bu projelere verilen ÇED olumlu kararlarıyla ilgili meslek odamızın da içinde bulunduğu hukuki süreçler de sürüyor. Öte yandan, işletmelerin yarattığı olumsuz etkileri de yaşıyor, görüyoruz.


Ülkenin her yanında yaşanan kent ve doğa talanını, çevre sorunlarının birçok örneğini Homeros’un “Gök kubbenin altındaki en güzel şehir” olarak tanımladığı İzmir’de de yaşamaya devam ediyoruz.

 

Doğayla uyumlu, yaşanabilir kent hedefini ortaya koyan İzmir, bu hedefe ulaşmaya yönelik çalışmalar yaparken çevre problemleriyle boğuşuyor. Her yılki Çevre Durum Raporu değerlendirmelerinde sorunların çözülmediğini, büyüyerek devam ettiğini, mevcut sorunlara yenilerinin eklendiğini görüyoruz.


Kentsel altyapı tesisleriyle ülkenin diğer kentlerinden önde ve öncü konumda olan İzmir, TÜİK’in “Belediye Atık Su İstatistik Anketi” sonuçlarına göre, Avrupa Birliği standartlarındaki arıtma sayısıyla, kişi başına düşen atık su arıtma miktarıyla, AB standartlarındaki arıtım oranıyla Türkiye’de ilk sırada yer alıyor. Kentleşme ve yapılaşmanın getirdiği altyapı yetersizlikleri, su kayıpları, sel, kuraklık, susuzluk gibi olumsuzluklar, körfezde koku problemi olarak karşımıza çıkıyor. 


Arıtma tesisleriyle, yatırımlarıyla TÜİK verileri kapsamında başarılı olan İzmir, kentin yoğun yapılaşmasını karşılayamayan altyapı eksiklikleriyle karşı karşıyadır. Kent yöneticileri tarafından kentin altyapı yatırımlarının yapılaşma sürecine yetişemediği ifade edilmektedir. Altyapı kaynaklı koku sorununa yönelik planlamalardan bahsederken kentin yapılaşma ve kontrolsüz büyüme  sürecinde altyapının planlanamadığını, altyapı ve arıtma tesislerinin kapasitelerinin yetersiz kaldığını unutmamak gerekir. Sonbahar dönemindeki yağış azlığı, kuraklık, sonrasında yaşanan yağış ve sel süreci bunun en önemli göstergesidir.


Kentleşme ve sanayileşme sorunlarından birisi olan hava kalitesinde ve atık yönetiminde de karnemiz iyi değil. İzmir, Aliağa’dan ve sanayi tesislerinden kaynaklanan, plansız kentleşmenin getirdiği hava kalitesi problemleriyle uğraşıyor. Bölgemizdeki termik santral projeleri ise, bütünsel yaklaşımdan uzak planlama süreçleriyle devam ediyor. Harmandalı depolama alanı, ülkenin ilk düzenli depolama tesisi. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin atıktan enerji elde etmeye yönelik projesi kapsamında alan, plansız kentleşmeyle yapılaşmanın ortasında kalmış durumda. Ortaya çıkan problemlerle uğraşıyor. Diğer taraftan, kaynak olarak görülmesi gereken günlük 4.500 ton çöpünü değerlendirecek ve bertarafını gerçekleştirecek entegre katı atık bertaraf tesislerine yönelik süreçleri tamamlamaya çalışıyor.


Kentsel altyapı süreçlerindeki eksikliklerine rağmen  ülkenin en iyi durumdaki kentlerinden olan İzmir, kentin her yanında çevre problemleriyle mücadele ediyor.


İzmir’in içme, kullanma ve tarımsal sulama amaçlı su kaynakları olan Gediz, Küçük Menderes, Kuzey Ege Havzaları’nda su kalitesi en kötü seviyede ve kirlenmeye devam ediyor. Planlanan önlemlerin uygulanması hâlinde bile kısa ve orta vadede etkili sonuç alınamayacağı öngörülüyor. Benzer süreç, yeraltı suları için de geçerli. Kalite, miktar ve yönetim sorunları, yaşam kalitemizi etkilemeye devam ediyor. 

 

 

Aliağa, petrokimya tesisleriyle, demir-çelik endüstrisiyle, diğer sanayi tesisleriyle, mevcut ve planlanan termik santrallerle çevresel açıdan risk bölgesi. Bölgede yapılan çalışmalar, çevresel kirliliğin boyutlarını, etkilerini ve olumsuz verileri ortaya
koyuyor. Aliağa, İzmir’deki hava kirliliğinin en önemli etkeni. Su ve toprak kirliliği de ciddi boyutta.


1960’lı yıllardan bu yana bölgenin çevresel kirlilik kapasitesini aştığı bilinmektedir, ancak kömürlü termik santral yatırımlarıyla ilgili süreçler devam etmektedir. Odamızın da takip ettiği hukuki süreçlerde elde edilen kazanımlara rağmen ÇED olumlu belgesi iptal edilen termik santrallere ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yeniden verilen ÇED olumlu belgeleri ve dava süreçleriyle santraller çalışıyor.


İzmir, bütünsel planlama ilkeleri hiçe sayılarak yaşadığı gelişim sürecinde kentsel dönüşüm adı altında kontrolsüz yapılaşmalara maruz kalmaktadır. Gökdelenlerle, AVM’lerle,  altyapı eksiklikleriyle, trafikle, gürültüyle boğuşan kent, “Ege’nin İncisi” olmaktan uzaklaşıyor.


Ekonomik kaygı odaklı, ekolojiyi, çevresel yaşam kalitesini dikkate almayan, bölgenin yaşam kalitesini olumsuz etkileyecek tüm projelerin ÇED süreçlerinde ortak senaryonun tekrarlandığını görüyoruz. ÇED adı altında içi boşaltılmış onay belgeleriyle yürütülen çalışmalara ilişkin açılan davalarla, bilirkişi raporlarıyla ÇED süreçlerinin yetersizliğinin ispatlanması ve kazanılan davalar neticesinde sanki bu süreçler hiç yaşanmamış gibi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından aynı projelere yeniden ÇED belgeleri düzenlenmesi, alıştığımız yöntemler. ÇED oyunu aynı yöntemle her projede devam ediyor.


Turizm projesi, planlama adı altında kalkınma, istihdam gibi sihirli kavramlarla kentin ekolojik ve korunması gereken alanları ranta kurban ediliyor.

 

Gemi söküm tesislerinde yapılan işlemlerin kontrol edilemediğini KUITO ve ETHANE gemilerinde gördük. Aliağa’ya söküm için geleceği iddia edilen Fransız Donanması’na ait savaş gemisiyle süreç, tekrar karşımıza çıktı. Gemi söküm tesislerinin yarattığı kirlilik sürüyor.


Gaziemir’de 2007 yılında tespit edildiği ortaya çıkan radyoaktif atıklarla ilgili süreç devam ediyor. Ülkeye girişi yasak olan nükleer atıkların oraya nasıl geldiği, kimler tarafından getirildiği hâlâ bilinmiyor. Hukuki süreçler söz konusu. Acil müdahale edilmesi gereken Gaziemir, nükleer atıkla yaşıyor.

 

Ege’de su havzalarındaki ve deltalardaki kirlilik konusunda saptamalarınız nedir? Kirliliğin boyutu ve acil önlemler konusundaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

 

HELİL KINAY: Ülkedeki su havzalarına yönelik Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından yapılan değerlendirmelere ve çalışmalara göre, yüzey sularının %80’i, yeraltı sularının büyük kısmı kirlenmiş durumda. Sağlıklı suya ulaşmada, gıda, tarım ve sanayi için kullanılan su kaynaklarında miktar ve kalite sorunları var.

 

Su kaynakları, atık sularla, arıtma tesislerindeki yetersizliklerle, sanayiyle, madencilikle, enerji faaliyetleriyle, tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan atıklarla kirletiliyor. Altyapı, yönetim ve denetim eksiklikleri, kirliliğin boyutunu da büyütüyor.


TÜİK verilerine göre, 2018 yılında ülkedeki 1.399 belediyeye karşın yalnızca 1.357 belediyenin kanalizasyon şebekesi hizmet vermektedir. 644 belediyenin atık su arıtma tesisi bulunmaktadır. Bu 644 tesis arasında AB standartlarında arıtma yapan tesis sayısı ise, 203’tür. 2018 yılında arıtılan 4.2 milyar metreküp atık suyun 2.03 milyar metreküpü bu tesislerde arıtılmıştır. Aynı yıl belediye şebekeleriyle deşarj edilen atık su miktarının 4.2 milyar metreküp olduğu dikkate alınırsa, belediyelerde üretilen atık suyun %87.5’inin arıtıldığı, ancak AB standartlarında arıtılan atık su oranının %47 olduğu ortaya çıkmaktadır. Atık su arıtma tesisiyle hizmet verilen belediye nüfusunun toplam belediye nüfusuna oranı %68’dir.  Vatandaşların %32’sinin oluşturduğu atık su, arıtılmadan alıcı ortamlara verilmektedir. Arıtılan atık suyun ancak yarısı sağlıklı koşullarda arıtılmaktadır.


Bu noktada paylaşılan veriler ve ilgili kurumların raporlarındaki değerlendirmeler, kentlerdeki altyapının yetersizliğini ve kentlerin kirletici bir kaynak olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Mevcut kirlilik yükünü yönetemeyen kentler, yapılaşmaya ve nüfus yüküne karşı da önlem almamaktadır. Kentimizde ise, içme suyu arıtma tesisiyle hizmet verilen nüfus, %75’tir. Atık su arıtma tesisiyle hizmet verilen nüfus, %99 olarak görülmektedir. Tüm kaynaklarda olduğu gibi, İzmir’in su ihtiyacını karşılayan kaynakların miktarının, kalitesinin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve korunması büyük öneme sahiptir. Yüzeysel ve yeraltı su kaynaklarının bulunduğu bölgelerde alan kullanımına yönelik baskıların ve kirlilik tehdidinin yanında iklim değişikliğinin getireceği süreçlere de kentin hazır olması gerekmektedir.


Bölgemizde en önemli su havzaları olan Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes, Kuzey Ege Havzaları’nda su kalitesi değerlerinin kötü olduğu görülmektedir. Havzalarımızda yüzey ve yeraltı sularına yönelik kirlilik baskısı artmaktadır. Kontrolsüz yeraltı suyu çekimleriyle su varlıkları büyük risklerle karşı karşıya kalmaktadır.


Su havzalarının daha hassas korunması önem kazanmıştır. İçme ve kullanma suyu havzalarının korunmasına ve yönetimine ilişkin planlama süreçleri yaşamsal öneme sahiptir.  


İzmir’in içme suyunun %40’ını sağlayan Tahtalı ve Gördes su havzalarındaki kirlenme baskısının artması, kirlilik seviyesi zaten yüksek olan Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes Nehirleri’nin ve Kuzey Ege havzalarının daha da korumasız hâle gelmesi, yaşamsal risklerin başında gelmektedir.


Nehir Havzası Yönetim Planı raporlarında belirtildiği üzere su kalitesi sorununa ilişkin birçok sebep gösterilmiştir. Bunlar; evsel atık su deşarjları, düzensiz katı atık depolama, yetersiz endüstriyel atık su arıtımı, zeytincilik işletmeleri kaynaklı sızıntı suları, kontrolsüz pestisit ve gübre kullanımı, madencilik faaliyetlerinin oluşturduğu kirlilik, jeotermal faaliyetlerin oluşturduğu kirlilik olarak sıralanabilir. Bu kapsamda oluşturulan eylem planlarına ve uygulama süreçlerine yönelik önlemlerin uygulanmaması hâlinde su kalitesinde iyileşmenin standartlarını sağlamak mümkün değildir.


Havza bütününde su kalitesinin iyileştirilmesine ilişkin tedbir ve önlemler değerlendirilmiştir, ancak bölgede yapılacak planlamaların getireceği etkilere, alınması gereken önlemlere, kısıtlara ilişkin değerlendirme eksik kalmıştır. Çok parçalı bir yapıya sahip olan su yönetimi sürecinde Tarım Orman Bakanlığı, Su Yönetimi Genel Müdürlüğü, DSİ Genel Müdürlüğü, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve birçok kurum, kendi çalışma alanları içerisinde çalışmalar yapmaktadır, aralarında koordinasyon sağlanamamaktadır. Yetki ve sorumluluk karmaşası da göz önünde bulundurulduğunda yapılan planlar, kirlilik izleme ve tespit çalışmaları, kirlilik önleme eylem planları sözde kalmıştır, nehir havzaları bazında etkili uygulamalar gerçekleşmemiştir.


Bakanlıklar tarafından hazırlanan eylem planlarının amaçları ve hedefleri doğru olmakla birlikte oluşturulan yol haritasının uygulanma aşamasında sorunlar olduğu açıktır. Eylem planında kamu ve özel sektör özelinde yapılması gerekenler ortaya konmuştur. Ancak uygulamaların ve denetimlerin ne aşamada olduğunu gösteren bir bilgi bulunmamaktadır. 


“İçme ve Kullanma Suyu Havzalarıyla İlgili Yönetmelik” değişiklikleriyle kirliliği önlemek amacıyla orta ve uzun mesafeli koruma alanları ve bu alanlarda yürütülecek faaliyetler sınırlandırılmıştır. Orta ve uzun mesafeli koruma alanlarında “Maden Yasası” kapsamında yürütülecek madencilik faaliyetlerine izin verilmiştir. Bu düzenlemeyle akarsuların ve göllerin etrafında enerji üretiminin önü açılmıştır. Arıtılmış su deşarjı, tarım ve hayvancılık uygulamaları, altyapı ve ulaşım tesisleri gibi konularda farklı yönetim birimlerinin görüşleri doğrultusunda koşullu izinlerin önü açılarak işletme sırasında izin koşullarının sürekliliğinin sağlanmaması riski göz ardı edilmektedir. Doğal sit alanları mevzuat değişiklikleriyle, tanımındaki düzenlemelerle yaşam kaynaklarının korunması devre dışı bırakılmaktadır. Suyun özelleştirilmesinin önü açılmaktadır. Bununla birlikte şirketlerin faaliyetleri kolaylaştırılmaktadır.


“Bütünleşik Havza Yönetimi” sürecinde idari yapılanma, mevzuat, izleme, kontrol süreçlerinin etkin yürütülmesi ve havzaların çevresel kalitesinin iyileştirilmesi çalışmaları kapsamında havzada bulunan mevcut tesislerin iyileştirilmesi, altyapı eksikliklerinin giderilmesi, planlanan faaliyetlere ilişkin bütüncül bir değerlendirme yapılması ve koruma izleme politikası yürütülmesi gerekmektedir.


Marmara Denizi’ndeki müsilaj, denizlerdeki kirliliği ve atık yönetimindeki sorunları gündeme taşıdı. Bu durum, yıllara dayanan ihmallerin sonucu. İzmir Körfezi’nin de kokusu ünlüdür. Ege’deki ve İzmir Körfezi’ndeki kirlilik hangi boyutta? Merkezi yönetimin ve yerel yönetimlerin acil eylem planları ne olmalı? Bu konuda kamuyla ortak çalışmalarınız var mı?


HELİL KINAY: Marmara Denizi’ndeki kirlilikle, yayılan müsilajla, deniz yüzeyindeki kirliliğe müdahale çalışmalarıyla, resmi kurumlar tarafından yapılan açıklamalarla, acil müdahale planlarıyla, değerlendirmelerle birlikte ekolojik bir yıkımın tanığı olarak süreci izliyoruz.


Marmara’da yaşanan sorunun temel sebebi, atık suların büyük oranda arıtılmadan (sadece fiziksel ön arıtmaya tabi tutularak) deşarj edilmesi sonucunda çok büyük miktarda organik kirleticinin Marmara Denizi’ne ulaşmasıdır. Yaşanan felaket, ülkenin en fazla kentleşme, nüfus ve sanayi yüküne sahip olan bölgede kentlerden, sanayiden, tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan kirleticilerin yıllardır Marmara Denizi’ne taşınmasıyla birlikte çevresel kirliliğin ve taşıma kapasitesinin aşıldığı bir sürecin sonucudur. 

Müsilajı yüzey temizliğiyle toplamak, sorunu halının altına süpürmekten öteye geçmiyor. Yapılan açıklamalarda ve acil müdahale planlarında arıtma süreçlerinin hayata geçirilmesi, denetimlerin yapılması vb. eylemleri görüyoruz. Yasalarla zorunlu olan ama yıllardır yönetimi, yatırımı ve denetimi yapılmayan bu süreçlerin sorumlularıyla üretilen çözümlerin sağlıklı ve yeterli olup olmadığı hakkında düşünülmesi gerekmektedir.


Her kıyı bölgesinde, müsilaj bizi de etkiler mi sorusu soruluyor. Müsilaj, Marmara Denizi’nde yaşanan kirlilik nedeniyle ortaya çıkan bir sonuçtur. Ana sebep, kaynakların her geçen gün daha çok kirletilmesidir. Ülkedeki yüzey sularının %70’inden, yeraltı sularının %40’ından fazlası kirlenmiş durumdadır. Kamu kurumlarının resmi raporları ve verileri, atık suların arıtılamadığını, evsel, sanayi, madencilik, tarımsal kaynaklı kirleticilerin suları kirlettiğini göstermektedir. Gediz, Büyük Menderes, Küçük Menderes Nehirleri’nin su kalitesi dördüncü sınıftır, kirli ve kullanılamaz durumdadır. Marmara Denizi’nde müsilaj olarak ortaya çıkan kirlilik, Gediz, Büyük Menderes, Küçük Menderes’te balık ölümleriyle, kullanılamaz durumdaki su kalitesiyle ortaya çıkmaktadır. 


Yüzey suları, nehirlerle ilerlediği yol boyunca yerleşim, sanayi, tarım ve diğer faaliyetler kaynaklı kirleticileri alarak göl, deniz ekosistemine taşımaktadır. Bu nedenle de balık ölümleriyle, kirlilik haberleriyle karşı karşıya kalıyoruz.


İzmir Körfezi’nin yaşadığı süreç, Marmara’dan farklı değildir. 2000’li yıllarda İzmir’de Büyük Kanal Projesi’nin devreye alınmasıyla birlikte kentin atık sularının körfeze deşarjı önlenmiştir. İzmir Körfezi’ni yaşatabilmek için yürütülen çalışmalar devam etmektedir. 


İzmir Körfezi’ne deşarj edilen atık sular, ileri biyolojik arıtma işlemi sonrasında deşarj edilmektedir. İzmir Körfezi’ndeki sıcaklık artışına bağlı olarak geçici süreli alg patlamaları olmaktadır. Akıntının düşük olduğu görece kapalı koylardaki, körfezlerdeki sıcaklık artışıyla, denize giriş yapan arıtılmamış, kirlilik yükü yüksek olan yüzeysel sularla taşınan kirlilik gibi etkilerle bu örneklerin yaşanma olasılığı artmaktadır. Kentin artan nüfus yüküyle birlikte oluşan altyapı ve arıtma kaynaklı sorunlar, yetersizlikler ve sanayi-tarımsal kaynaklı kirleticilerin miktarındaki artış, bu riskleri de artıracaktır.


Marmara örneğinin İzmir’de yaşanmaması için kentin mevcut atık su arıtma tesislerinin sağlıklı işletilmesi, artan nüfus ve kirlilik yükünü karşılayacak biçimde kapasite artışının sağlanması ve yatırımların ivedilikle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Tarım ve sanayi kaynaklı organik kirlilik yükünün azaltılması için gerekli önlemler ivedilikle alınmalıdır.


Deniz ekosistemine yönelik müdahaleler de denizlerdeki ekolojik yıkımı hızlandırmaktadır. Ekonomik değeri yüksek olan deniz patlıcanının aşırı avlanması sonucunda ağır metaller, askıda ve çözünmüş katılar, durgun olan sularda artış
göstermektedir.  Bahar aylarında  su değişim hızının düşük olması, iklim
değişimi  ve küresel ısınma nedeniyle su sıcaklığının +2-3 OC yüksek olması,
evsel ve endüstriyel atık suların  tam arıtılmadan denizlere ve körfezlere verilmesiyle aşırı nutriyent (azot ve  fosfor) beslemesi altında olan bu hassas ekosistemlerde aşırı alg büyümesi sonucu ötrofikasyon meydana gelmektedir.


Ayrıca tarımsal alanlardan da göl ve  deniz kıyı ekosistemlerine bol miktarda azot, fosfor  gelmektedir. Besin maddesi varlığının artmasıyla, deniz suyu sıcaklıklarının yüksek
seyretmesiyle çoğalan fitoplankton hücrelerinin ekosistem içinde
oluşturduğu organik maddeleri parçalayacak oksijen kalmamakta,
organik maddeler anaerobik bakteriler tarafından parçalanmaktadır. 


Deniz yüzeyinde oluşturduğu yapı dolayısıyla görüntü kirliliğine ve kötü kokuya
neden olan salyaları oluşturan fitoplankton, mevcut anaerobik bakterilerin  EPS dediğimiz hücre dışı polimerik salgılarının artması, salya oluşumuna neden olmaktadır. evsel atık su arıtma tesislerinin hayata geçirilmemesi, atık suların
arıtılmadan denize verilmesi, Marmara Denizi’nde su değişim hızının düşük
olması ve giderek düşen çözünmüş oksijen miktarı, ötrofikasyon seviyesini
yükselterek ekolojik kaliteyi düşürmektedir. 


Marmara Denizi’ne gerekli arıtım yapılmadan gerçekleştirilen atık su
deşarjları da ötrofikasyonun ana nedenlerini oluşturmaktadır. Bulaşkan bir
yapıya sahip olan müsilaj, hareket edemeyen midye,
istiridye gibi canlıların üzerine çökmektedir, deniz çayırlarını örterek
ışıkla temaslarını kesmektedir.


Aşırı avlanma gibi faktörlerin de eklenmesiyle birlikte deniz ekosistemindeki bozulma, balıkçılıkta, turizmde, gıdada da sorunları beraberinde getirecektir.


İzmir Körfezi’nde ileri biyolojik arıtma yapılması, riski düşürecektir. Körfezi besleyen, Ege Denizi’ne ulaşan Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes gibi akarsuların doğduğu noktadan denize ulaştığı noktaya kadar geçtiği yerlerdeki yerleşim alanlarının arıtılmamış atık suları, tarım ve sanayi kaynaklı kirleticiler denize ulaşmaktadır. 


Kirliliğin temel kaynağını çözmeden, gerekli altyapı ve arıtma süreçlerini çevre mühendisleri gibi uzman personelle yönetmeden, mevcut tesislerin denetimlerini etkin şekilde yapmadan tehlikeyi bertaraf etmek mümkün değildir. Planlama, uygulama ve denetim mekanizmalarında çevre mühendislerinin mutlaka yer alması gerekmektedir.

 

Ülkenin doğal varlıklarında, biyolojik çeşitliliğinde, havasında, suyunda, toprağında ekolojik yıkım yaşıyoruz. Ekonomik kalkınmayı ve doğal yaşamın korunmasını esas alan yönetim politikaları bulunmadığı için sorunlar çözümlenemiyor.

 

Doğanın ve emeğin sömürülmesinin yıkıcı etkilerini yaşıyoruz. Ranta ve talan karşı verilen mücadeleyle çevre sorunları ve toplumsal sorunlar arasında doğrudan bir ilişki vardır. Çevrenin korunmadığı bir demokrasi olamayacağı gibi, demokrasinin olmadığı bir ülkede de çevrenin korunamayacağını açıktır.

 

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi olarak sözümüzü tekrarlıyoruz. Doğal varlıkların korunarak geliştirilmesi, yaşamsal bir olgudur. Çevre korumanın en kalıcı teminatı, sosyal gelişimin sürekli kılınması ve katılımcı, çağdaş bir yönetim anlayışının hayata geçirilmesidir.

 

Bu anlayış ve inançla Mersin Akkuyu’da ve Sinop’ta nükleer santrallere, Aliağa’da, Soma’da, Yatağan’da kömürlü termik santrallere, Gaziemir’de nükleer atıklara, Bergama’da ve Eşme’de siyanürlü altın madenciliğine, Gördes’te ve Turgutlu Çaldağ’da nikel madenciliğine, İkizdere’de, Kanal İstanbul’da, ülkenin her köşesinde ekolojik yıkıma karşı mücadele yürüten  toplum kesimleriyle dayanışma kararlılığımızı dile getiriyoruz. Bu süreçte taraf olduğumuzu, yaşamın ve kamu yararı tarafında olduğumuzu tekrarlıyoruz. Örgütlü birliğimizi güçlendirerek  yurttaşların esenliğini ve doğal varlıkların korunmasını esas alan yönetim ve çevre politikalarının hayata geçirilmesi konusundaki kararlılığımızı, ülkemizi adalet, eşitlik, barış ve bilim temelinde yeniden kurmaya, insana, doğaya, yaşama sahip çıkmaya yönelik inancımızı kamuoyuyla paylaşıyoruz.



Önerilen Haberler