YÜKLENİYOR
Türkiye’deki arıtma sistemlerini değerlendirir misiniz? Bu konu özellikle deniz kenarında bulunan ve nehirlerle ilişkisi olan yerler açısından büyük bir sorun. Katı atıkların toplanması da aynı şekilde. Tablo nasıl? Konvansiyonel arıtma ve yenilikçi teknoloji nedir? Dünya bu işleri nasıl çözüyor? Avrupa Birliği, bu alanlarda ciddi teşvikler sağlıyor. Türkiye bunları yeterince değerlendirebiliyor mu? Belediyelerle çalışmalarınızı ve İSKİ’deki patentli projenizi anlatabilir misiniz?
GÜÇLÜ İNSEL: Bu, oldukça geniş ve çok paydaşlı bir konu. Deşarj kriterini sağlamak üzere bir mevzuat yayınlanıyor. Bu mevzuat aslında planlamadır. Burada kent ölçeğinde bir planlama gerekir. Arıtma tesislerini su kanalizasyon idareleri yapıyor, ama arazinin sağlanması, altyapının oluşturulması ve kentsel dönüşüm entegrasyonunun sağlanması lazım. Bu tesislerin o bölgeye uygun bir şekilde seçilmesi ve altyapısının o bölgenin fizibilitesine uygun yapılması gerekiyor. Bu, bir altyapı tesisi. Tesis yaklaşık elli yıl boyunca orada çalışacak. Bir tesis yaptığınızda uzun yıllar hizmet verecek, enerji ihtiyacı ve problemleri olacak. Sorunsuz arıtma tesisinden bahsetmek mümkün değil. Mutlaka sorun çıkaracaktır. Bu nedenle fizibilite yapılması gerekiyor. İhale kanunumuza göre tek seferde en düşük fiyatı veren, arıtma tesisini yapabiliyor. Dolayısıyla “Alelade bir inşaat yapayım geçsin,” diye düşünülüyor. Tesisler atıl oluyor, kapasitesi yetmiyor. Fizibilite, geleceğin ihtiyaçları konusunda önceden ipucu sunar. Arıtma tesislerinin ilk yatırım maliyeti yüksek olabilir, kamu ihale kanunlarına göre bu uygun olmayabilir, ama işletme maliyeti ucuz ve faydası çok olabilir. Burada toplumsal faydaya bakmak lazım. Bizde kararlar genelde müteahhitlere bırakılıyor. İdare bir karar verir, ihaleyi ona göre açar, ama önce herkesten teklif alıp sonra ihale açtığınızda işin bilimsel, mühendislik, planlama yönü dikkate alınmamış oluyor.
Planlama konusunda da iki eksiğimiz var. Birincisi, deşarj kriterlerini Avrupa’dan alıyoruz. Marmara Denizi örneğini düşünelim. Bu bölgenin deşarj ve arıtma tesisi tasarım kriterlerinin buraya özgü olması lazım. 1991 yılında Avrupa Birliği’nin yayınladığı deşarj kriterlerini olduğu gibi alıp ülkemize uygulamaya çalışıyoruz. Buranın yerel koşullarına uygun çözümler üretmemiz gerekiyor. İkincisi, ihalelerde genellikle yine Avrupa’daki mühendislik standartları kullanılıyor. “Avrupa’da yapılan tesis burada aynı şekilde çalışır” düşüncesi hem çevre kalitesi hem de tesisin yapım şekli ve teknoloji uygulaması açısından yanlış. Bizim ihtiyaçlarımız, kültürümüz, uygulamalarımız, kanalizasyon sistemimiz ve altyapımız farklı. Bu koşullara uygun tesislerin yapılması gerekiyor. Aslında bilgi birikimimiz var, kullanılması lazım, ama yöneticiler buna rağbet etmiyor. Bu durumun politik olduğunu düşünüyorum. Marmara’da ve genel olarak Türkiye’de yapılan birçok tasarımın doğru olmadığını gördük. Tesis tasarımını yaptınız diyelim, ama yerel koşullar uygun olmadığında standardı sağlamıyor. Müsilajın en büyük sebebi olan azot ve fosfor, Marmara Denizi’ne gidiyor. Bu konuda önlem alınması şart. Halk vergi veriyorsa, girdiği denize deşarj yapan arıtma tesislerinin de ne boşalttığını bilmeli. Bu süreç Avrupa’da uygulanıyor, ama Türkiye’de bu konuda şeffaflık yok.
Yerel yönetimlerde yöneticilerin genelde “her şeyi biz biliriz” gibi bir yaklaşımı oluyor. Bu yaklaşımın değişmesi lazım. Tesislerin deşarj kriterlerini sağlayamadığını, tasarımların yerel koşullarla uyumlu hâle getirilmesi gerektiğini aktarmak için 9 Ekim 2017’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı müsteşarıyla görüştüm, ancak konuyla ilgili sorumluluğu alamayacağını ifade etti. Sorumluluk alınmalı, yoksa müsilaj gibi ciddi problemlerle sürekli karşılaşabiliriz. 2014 yılında bir büyükşehir belediyesinin Atık Su Dairesi Başkanlığı’na gidip, “Arıtma tesisinizin ikinci kademesi çalışmayacak, bunu böyle tasarlamayın, deneylerimiz bunu gösteriyor,” demişiz. Gelen yanıt, “Arıtma tesislerine şu an karar verildi, ihale sürecine girildi, geri dönüşü yok,” oldu. Marmara Bölgesi’nin başka bir yerinde yine bir atık su arıtma tesisi yapılmış, ama belli başlı vanalar takılmamış. Yola tekerleksiz bir arabayla çıkmak gibi bir şey bu, ancak proje böyle onaylanmış. Bu, partiler ötesi bir sorun, bir anlayış meselesi. Hangi parti olursa olsun, bu anlayışın değişmesi gerekiyor, politik malzeme yapılmamalı.
Denetim ve şeffaflık sorunları da var. Sonuçta bir zorlama olmalı ki, arıtma tesisleriniz konusunda doğru ve teknolojiye uygun kararlar verin. Denetim yapmazsanız, tesislerin de müsilajı engellemesini bekleyemezsiniz. Önemli başka bir konu da veri analizleri. Tesislerde birçok veri tutuluyor, ama değerlendirilmiyor. Eski veriler analiz edilmeden yeni ihalelere çıkılıyor. Oysaki bu veriler yeni tesisleri ölü yatırım olmaktan kurtarabilir!
Bildiğim kadarıyla Çevre Bakanlığı tarafından arıtma tesislerine yerleştirilen uzaktan kontrol ve veri iletim sistemleri var. Veriler iletiliyor. Sonra ne oluyor?
GÜÇLÜ İNSEL: Evet. Tesislerde sıcaklık, pH, iletkenlik, çözünmüş oksijen parametreleri ölçülüyor. Arıtma tesisinin işletilip işletilmediği “by-pass” yapıp yapmadığı kontrol ediliyor. Ancak deşarj kriterlerinin takibi için uzaktan kontrol sistemi yetersiz kalıyor. Bu sefer de numune alınıyor, laboratuvarlarda analizleri yapılıyor. Uzaktan kontrol parametreleri bile doğru proses tasarımı için kullanılabilir. Şu anda müsilaja sebep olan azot ve fosfor parametreleri için uzaktan ölçüm mevcut değil.
Tesislerin çoğu istenilen performansı sağlayamıyor. Bir tesis tasarımında neden yanlış yapılmış, bu kararları kim almış? Bunu bilimsel olarak kanıtlıyorsunuz, ama aksiyon alınmıyor. Ben bir hata yapıyorsam, birisinin bana “Sen hata yaptın,’ diyebilmesi lazım. Bizdeki tesislere baktığınız zaman hepsi birbirinin aynısı, sadece boyları farklı. Onun dışında mühendislik katkısı maalesef yok. Dolayısıyla performans beklemek mümkün olmuyor. Mutlaka oraya uygun proses seçilmeli. Dünyada uygulanan onlarca proses var. Biz proses anlamında altmış-yetmiş yıl geriden geliyoruz. “Kopyala-yapıştır mühendisliği” sıklıkla uygulanan ve sevilen bir anlayış. Tesis yaptırıldı gibi gösteriliyor, ama aslen yanlış yapılıyor. Ayrıca bu altyapı tesislerinin bu işi en az beş-on yıl yapan firma tarafından işletilmesi lazım. Öyle projeleri de gördük. O zaman verilen teklifler de maliyet açısından birbirine yaklaşıyor. İSKİ örneğine baktığınızda tesis altı ay, bir yıl işletildikten sonra işletmeciler değişiyor, devrediyor. Ertesi yıl bir daha devrediyor. Gelen firma, bir çivi bile çakmıyor ve tesisler eskiyor, bozuluyor. Bu sorunlar çözülmeli. Türkiye’de birçok akademisyen ve mühendis var, teknoloji üretebilir konumdayız, ama onların bilgileri maalesef kullanılmıyor. Bir proje yapılırken projenin o kuruma katkısının ne kadar olduğunu da sorgulamak gerekiyor.
Konvansiyonel arıtma ne kadarlık bir arıtma sağlıyor? Konvansiyonel teknoloji ve yenilikçi teknoloji arasındaki farklar nelerdir? Bizdeki arıtma sistemleri genelde konvansiyonel sanırım.
GÜÇLÜ İNSEL: Konvansiyonelden ne kastettiğiniz önemli. Mesela Avrupa’da azot-fosfor giderimi artık konvansiyonel. Bizim koşullarımızda azot-fosfor giderimi ileri biyolojik arıtma diye değerlendiriliyor. Her konuda teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki, siz zamanın neresinde kaldıysanız onu ileri teknoloji olarak değerlendiriyorsunuz.
Biyolojik arıtma teknolojisi, dünyada 1910’larda uygulanmaya başladı. O zamanlarda alıcı ortamlar kirliliği kaldırabildiği için seyrelmenin kullanıldığı derin deniz deşarjı uygulanıyordu. Aslında derin deniz deşarjını arıtılan suyu uzaklaştırmak için de kullanabilirsiniz. Ancak arıtılmamış atık suların derin deniz deşarjıyla uzaklaştırılmasına “arıtma” denmesi yanlış. Izgaradan geçirip suyu pompa istasyonuyla denizin iki buçuk-üç kilometre açığına basıyorsunuz ve seyreltiyorsunuz. Bir süre sonra deniz, beni kurtarın diye bağırmaya başlıyor.
Türkiye’de “konvansiyonel arıtma” dendiğinde sırf organik karbon giderimi yapmak için bakterileri kullanan bir arıtma türü anlaşılıyor. Proseste atık suyla bakterileri karıştırdıktan sonra hava veriliyor, organik madde gideriliyor, bakteriler de çökeltilip arıtılmış su deşarj ediliyor. Ancak içinde azot ve fosfor kalıyor. Yani İstanbul’un atık suyunda yaklaşık yetmiş miligram litre azot ve on miligram litre civarında fosfor var diyelim. Sadece konvansiyonel karbon giderimi yaparsanız, fosfor ve azotun yaklaşık %20’sini giderebilirsiniz, geri kalanı denize gidiyor. Büyük nüfuslar düşünüldüğünde bu korkunç bir yük oluyor. Bunların Marmara Denizi’nin koşullarına göre planlanıp kontrol altına alınması lazım. Deşarj kritelerini yeniden belirlemek gerekecek, bu değerler belki AB standartlarının altında kalmalı. Toplam azot için 10 mg/L istenirken bizim yediye, altıya, hatta Hollanda’nın bazı bölgeler için yaptığı şekilde daha da düşürmemiz gerek. Ama elimizdeki teknoloji de değişmeli. Kanal İstanbul Projesi, bölgedeki nüfusu ve kirlilik yükünü daha da artıracaktır. Teknoloji ve mevcut uygulama aynı olup nüfus artarsa, müsilaj haricinde başka problemler de oluşur.
Ege ve Akdeniz için de aynı şey geçerli o zaman.
GÜÇLÜ İNSEL: Tabii ki. Onların avantajı, uluslararası sular olması. Orada başka faktörler de devreye giriyor. Hidrolik koşullarda seyrelme daha uygun, ama oralarda da bozulma başlayacak, başladı gibi de görünüyor. Çocukluktan beri Marmara Denizi’yle içli dışlıyım. 1980’lerde Marmara’da her türlü balığı tutuyorduk, yiyorduk, komşuları da besliyorduk. 1995-1996’dan sonra işler kötüleşmeye başladı. Bunu politikalar üstü bir konu olarak ele almak lazım.
İşin bir de sanayi kısmı var. Örneğin, Ergene Projesi’nin yapılma şeklini biliyoruz. Meriç’i, dolayısıyla Yunanistan’ın dava edeceği şekilde Ege’yi kirletmemek için zaten iyi koruyamadığımız Marmara’yı gözden çıkardık Oradaki beş organize sanayi bölgesi sularını birleştirip Marmara’ya deşarj edecek. Altyapıları kuruldu, deşarj tam olarak başlamadı. Acaba o yüklerle beraber Marmara’nın durumu ne olacak? Uzmanların yanı sıra yerel yönetimleri, sanayicileri, konunun bütün paydaşlarını da sürece dahil etmek lazım. Marmara Bölgesi etrafında yaklaşık 250 civarında atık su arıtma tesisi, 1.000’den fazla katı atık depolama alanı, 500’den fazla münferit sanayi tesis, 70 kadar organize sanayi bölgesi bulunuyor. Sadece atık su sorunu yok, başka havzalardan gelen kaynaklar ve tarım uygulamalarının atıkları var. Dolayısıyla bir bütün olarak havza bazında yönetim uygulamak gerekiyor. Bakanlıklar havza koruma eylem planları hazırladı. Bunların nasıl uygulamaya geçtiğiyle ilgili mutlaka bilgilendirme gerekiyor. Türkiye’de 11 tane hidrolojik havza var. Bu havzaların su ve atık su yönetim biçimleri farklı olabilir. Biz öncelikle Marmara’yı detaylı biçimde kendi içinde değerlendirmeliyiz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bunun için attığı adım yol gösterici olacak.
İSKİ’yle devam eden projenize gelmek istiyorum. Bu proje nedir ve neyi değiştirmeyi hedefliyor?
GÜÇLÜ İNSEL: Ben 1996 yılında arıtma tesisinde şantiye mühendisi olarak işe başladım, işim de kaynaktı. Doğrudan kaynak yapmaya gönderdiler, çevre mühendisi olduğum için şaşırmıştım, öyle başlamak gerekiyormuş. Sonrasında şantiyelerden hiç kopmadım. Tesislerle ilgili birçok çalışma yaptık. Doktora tezimi hem İTÜ’de hem Belçika’da uygulamalı matematik proses kontrol konusunda yaptım. Tesislerin yapay zekâya esas simülasyonla kontrolü ve karar verme mekanizmaları üzerine çalışmıştım.
Arıtma tesislerimizdeki ölçümlerimize göre bakterilerimiz Avrupa’ya nazaran iki kat daha yavaş çalışıyor, dolayısıyla daha tembel. Bu bakteriler, azotu nitrata çevirerek azot giderim sürecini başlatan bakterilerdir. Özellikle büyükşehirlerde ve endüstriyel atıkların kanalizasyon sistemine fazla karıştığı çevrelerdeki birkaç tesiste çalışma yapmıştık. Bizim ölçtüğümüz değerlere göre, mevcut arıtma tesislerinde bu bakterilerin hızları düşük olduğu için kapasite yetersiz kalıyor. Yani bir bebeğiniz var, bebeğiniz günde bir biberon süt içiyor, ama siz diyorsunuz ki, ben iki biberon vereyim. Dolayısıyla bebek ya kusacak ya da zarar görecek. Bizdeki durum da o. Belli koşullar altında o atığı verdiğiniz zaman bakteri onu gideremiyor. Buradan yola çıkarak bir teknoloji geliştirmek istedik. Arıtmada görev yapan farklı bakteri türleri var. Az önce bahsettiğim konvansiyonel sistemlerde bu bakterilerin hepsi aynı ortamda görev yapıyor. Bizim önerdiğimiz sistem, azot gideren bakterileri ayırarak daha küçük hacimde onların ne yapacaklarını bilmesini sağlıyor.
Bu bakterilerin ayrılmasını sağladığımız zaman sistemlerin kontrol edilme kapasiteleri yükseliyor. Tek şeritli bir yolda öndeki yavaş aracın yarattığı trafiğe kıyasla üç şeritli bir yolda isteyen aracın istediği hızla gittiği bir otoyol örneği verebilirim. Ancak yöneticiler eski sistemin devam etmesinin daha uygun olacağını düşündüler. “Çalışan bir tesis var, bir şekilde çalışıyor ve benden öncekilere kimse bir şey demedi, bana da kimse bir şey demez,” gibi bir yaklaşım var. Yeniliğe kapalıyız. Teknolojilerin kendi gördüklerimizle sınırlı olduğunu düşünüyoruz, kötü tecrübeyi yaşadıktan sonra karar veriyoruz. Bunlar çok büyük yatırımlar, öncesinde her şeyi düşünmek gerekiyor.
Kentlerde atık su arıtma tesisi için bir kişiye kabaca 0.2-0.3 metrekarelik alan gerekiyor. Bu da İstanbul gibi dev bir kentte yaklaşık 700 futbol sahası kadar alan ayrılması gerektiğini gösteriyor. Büyük kentlerde alanlar kısıtlı. Örneğin, İstanbul için bir tesisin kurulacağı arazinin değeri bir buçuk milyar dolar. Konvansiyonel bir arıtma tesisinin ilk yatırım maliyetinin yaklaşık on katı kadar. Bu alanların etkin kullanımı, belediye açısından da çok önemli. Mevcut durumda elimizde fazla alan olmadığından alanı verimli kullanılabilmek için biz (İTÜ’den bir ekip) yeni bir proses geliştirip patentini aldık. Bunu pilot tesis olarak yaptık, ancak uygulamaya geçirme fırsatımız olmadı. Yurtdışında bu gibi projelerin gerçek hayatta kullanılabilmesi için destek veriliyor veya yönetimler hemen uygulamaya geçiriyor. Bizde bunları uygulamaya geçirecek kapasitede mühendisler, bilim insanları var, ama Türkiye’de özellikle kentsel arıtmalar için ısrarla eski teknolojiler uygulanıyor. Bu nedenle teknoloji üretimi anlamında sıkıntı yaşıyoruz. Karar vericilerin yeniliğe açık olması ve mühendislerine güvenmesi gerekiyor. Aksi takdirde yurtdışındaki teknolojinin bize dayatılmasına razı gelerek bu teknolojiyi sadece kullanan konumunda oluruz.
Sizin sisteminiz kullanılırsa, arıtma tesisi kapasitesi üç katına mı çıkacak?
GÜÇLÜ İNSEL: Aynı alandaki tesise belli yatırımları yaparak kapasiteyi iki katına çıkarabiliyoruz. Sistemimizin başka bir avantajı da var. Örneğin, sulama suyunda azot ve fosfor bulunması bitkiler için faydalıdır, ama denize verdiğinizde ekosistemi bozar. Bu sistemde azotu ve fosforlu suyu gerektiği kadar çekebiliyorsunuz. Otomobillerdeki benzin ve elektriğin kullanıldığı hibrit sistem gibi. Başka ne avantajı var? Yavaş, hızlı ve hassas bakterileri sistemden izole ettiğiniz için endüstriyel deşarjlardan etkilenmiyor. Uygulama şekli yerel koşullara göre konfigüre edildi. Yani tasarımı, atık suyun özelliğine göre yapılıyor. Bununla ilgili yurtdışından talepler de oldu, öncelik elbette kendi ülkemizde.
Siyah su dediğimiz atık su türü ve bir de gri su var. Bu iki suyu karıştırarak kanalizasyona boşaltıyoruz. Kuraklık tehdidi altında olan bir coğrafyada bu durumu nasıl yönetebiliriz?
GÜÇLÜ İNSEL: Evlerimizde farklı kaynaklardan atık su çıkıyor. Siyah su dediğimiz atık su, tuvaletler gibi organik atık kaynağından oluşuyor. Gri su ise, banyodan, mutfaktan çıkıyor ve daha az kirletici. 2010 yılında yaptığımız bir çalışmaya göre, evlerden çıkan atık suyun hacim olarak %60’ını siyah su, %40’ını gri su oluşturuyor. Kirlenmenin büyük bir kısmını siyah su oluşturuyor, ama geri kalan kısım daha seyreltik. Gri suyu basit bir arıtmadan geçirerek tekrar kullanabiliyorsunuz. Miktar olarak %40 dersek, toplam suyun yarısına yakınını geri kazanabiliyoruz demektir. Şu anki kent altyapı sisteminde iki suyu karıştırıp arıtmaya çalışıyoruz.
Örneğin, otellerde kişi başı su tüketimi günde dört yüz litreden az değil. Dolayısıyla tutarla çarptığınızda işletme için ciddi bir maliyet olduğu açık. Bu nedenle otel gibi işletmeler bu yatırımlardan kaçmıyor. Kent ölçeğine geçmek için altyapının baştan planlanması gerekiyor.
İstanbul’da da ürettiğimiz atık su, kişi başı yüz elli litre civarında. Gri su ayırımıyla bunun altmış litresini geri kazanabiliyoruz anlamına geliyor. Dolayısıyla altyapınızın da buna göre kurulmuş olması lazım. Daha konsantre bir şekilde siyah sudan enerji elde etmek de mümkün olabiliyor. O zaman oradaki karbonu biyogaza ya da enerjiye daha kolay dönüştürüyorsunuz. Bu sefer işin yaklaşımı, paradigması değişiyor. İşte o zaman konu kaynakta ayırma işine geliyor. Evlerdeki altyapı tesislerinin her bir suyu ayırabilecek bir sistemde olması gerekiyor. Su kullanımı açısından bakıldığında, kentsel dönüşümde altyapıyı değiştirmeden üstyapıyı değiştirmenin bir anlamı olmuyor. Kaynakları eski sistem üzerinden tüketmeye devam ediyorsunuz.
Diğer yandan, idrardaki en büyük kaynak üre, azotun neredeyse tamamı oradan geliyor. Ürenin ayrıştırılması için özel tuvaletler de var. Bu noktada konu binaların, sitelerin özel arıtma tesisatlarının olmasına ve sistemin de buna göre kurulmasına geliyor. Yapılacak olası bir yatırımın yakın gelecekte kişilerin su tasarrufuna, su bütçesine, İstanbul’daki ve içindeki havzaya yansıması ne olacak, bunun yerel yönetimler tarafından düşünülmesi gerekiyor. Bu yenilikçi yaklaşımlara maliyet anlamında ne gözle bakılacağını bilemiyorum, ancak kaynakta bir kazanım olması açısından bunlar önemli olabilir. Atık su arıtma tesislerinde gübre elde edilmesi mümkün, ama mevcutta bizim tesislerin altyapısı kaynak geri kazanımına henüz uygun değil.
Anladığım kadarıyla bu arıtma sistemleriyle ve mevcut teknolojiyle Marmara’yı kurtarmak mümkün olmayacak. Palyatif çözümler bulunacak. Ergene Projesi de hayata geçmedi. Sanıyorum o da konvansiyonel bir sistem.
GÜÇLÜ İNSEL: Ergene Projesi, endüstriyel atık su projesidir. Orada kentsel atık su yönetimine uygun bir ileri biyolojik arıtma yapıldığını biliyoruz. Peki endüstriyel arıtmada ileri arıtma ne demek? Azotu, fosforu gideriyorsunuz, ama renk ve bazı kimyasallar kalıyor. Sonuçta renk de yönetmelikte olan, kirletici bir parametre. Marmara’nın mevcut durumuna baktığınızda, seyrelmeyle renk gidermek mümkün olmayacak. Ergene’de yapılan projede ileri biyolojik arıtmanın haricinde sistemler de olabilir, yine de temiz su çıkacağını düşünmüyorum. O tesislerin kapasitesinin belirlenmesi bile oldukça kapsamlı. Tesis planlaması da önemli. Bildiğim kadarıyla sanayideki tesislere bir anket formu dağıtılıp ne kadar atık su oluşturdukları soruldu. Bilginin de bilimsel çerçevede toplanması lazım. Bazı şeyleri oldu bittiye getirirseniz, sonuçları çok ağır oluyor. Oraya yapılan tesis, Marmara’ya ne kadar yük getirecek? Etkileri ne olacak? Bununla ilgili bir çalışmanın daha önceden yapılmış olması gerekiyor.
Son bir şey daha söylemek istiyorum. İstanbul’a Karadeniz’den gelen azot-fosfor yükünün yarısı Tuna’dan geliyordu. 1992 yılında Tuna’da yapılan bir çalışmaya dayanarak arıtma yapmaya gerek olmadığı gibi bir yaklaşım var. Bu doğru değil. Bilimsel esaslara dayalı yeni verilere ve koşullara göre karar vermemiz gerekiyor.
Marmara Denizi’nin belli bölgelerinin hassas olmaması kabul edilebilir değil. Belki de Marmara’nın tamamının hassas olarak kabul edilmesi lazım. Tek bir su ortamının belli sahillerine azot-fosfor deşarjına imkân verir, belli bölgelere vermezseniz bir sürü soruna yol açarsınız. Standartlar tekrar belirlenmeli. Bu standartların Marmara genelinde hem yönetimsel hem teknik anlamda uygulandığından emin olmak lazım.
Organize Sanayi Bölgeleri de çok önemli. Sanayinin çoğu İzmit bölgesinde. Bu bölgenin müsilaja olan etkisi bilinmeli. Evsel çöp depolama alanlarından kaynaklanan atık suların da azot yükleri oldukça yüksek. O azotu hammaddeye çevirip katma değeri yüksek ürün elde edilmesiyle ilgili İSTAÇ’a bir proje önerisi sunduk, iki yıldır bekliyoruz. Bu yöntemle aslında para harcayan değil, kazanan bir kurum oluyorsunuz. Bunların tümü, yenilikçi yaklaşımlardır. Yine de bu aşamada ilk yapmamız gereken, mevcut arıtma tesislerimizi düzeltmek ve düzenli olarak kontrol etmek.
Silahtarağa Projesi’nin tasarımında bir firmaya danışmanlık yapmıştım. Silahtarağa Projesi, membran biyoreaktörler kullanılarak atık suyun ileri arıtılmasıdır. Ancak bu prosesin gerekliliğiyle ilgili fizibilite yapılması gerekiyor. Tesisin Haliç’e yapılmasının gerekçesi belirtilmeli. 1999 Master Planı’na göre, Haliç’e kesinlikle azot, fosfor girişinin olmaması gerekiyor. Oraya arıtma tesisi koyduğunuzda arıtmayı %100 yapamıyorsunuz, su akımının çok az olduğu Haliç’e azotu ve fosforu tamamen giderilmiş su veremiyorsunuz. Bölgenin sulama suyuna veya geri kazanılmış suya ihtiyacı olabilir, kapasiteyi düşürüp sadece sulama için gerekli olan suyu elde edebilirsiniz. Kent ölçeğinde ihtiyaçların, gerekçelerin ve gerekliliklerin bilimsel açıdan ortaya konması lazım.
O hâlde Haliç’i koruyan bir durum oldu.
GÜÇLÜ İNSEL: Daha önceki bilimsel raporlarda da belirtilen o. Ancak ileride ihtiyaçların ne olacağını koşullar gösterecek. Havzaları bölerek arıtma tesisinin alanlarını rahatlatmak da bir mühendislik yaklaşımıdır. İstanbul gibi büyük kentlerdeki sorun, atık su yönetimi en sona bırakıldığı için alan kalmaması. Bu planların bütüncül olarak yapılması lazım. Burada süreçler hep bir politik çıkmaza giriyor. Herkes önceki yönetim bunu koysaydı iyi olurdu, şimdi ne fark eder diye düşünüyor. Bu konulara yaklaşımın politik olmaması, bilimsel ve toplumsal faydaya hizmet etmesi gerekiyor.