"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Selahattin Beyaz ve Raşit Fırat Deniz: Kanal İstanbul’un Su Yolunda Müsilaj Daha Fazla Olacak

  • 28 Haziran 2021

Selahattin Beyaz

Çevre Mühendisi

Çmo İstanbul Şube Su Ve Atık Su Komisyonu Başkanı

 

Raşit Fırat Deniz

Çevre Mühendisi

Çmo İstanbul Şubesi, Yk Üyesi


Derin deniz deşarjı, büyük bir buluş gibi yıllarca itibar gördü ve uygulandı, fakat bir çözüm olmadığı artık anlaşıldı. Neden çözüm değil? Denizlerimizdeki, nehirlerimizdeki kirlilik sorununu nasıl çözeceğiz? Mevcut teknoloji neden yeterli değil?

SELAHATTİN BEYAZ: Derin deniz deşarjı, atık suların denizin derin akıntılarına boşaltılması demek. Bilim insanları, kamu kurumlarının atık su yönetim birimlerinde çalışan insanlar bunca yıl neden derin deniz deşarjını özendirdi? Çünkü maliyeti ucuzdu. Altyapı yapmanıza, borular döşemenize gerek yoktu. Bir halının altını süpürme operasyonuydu. Bir de akan su kir tutmaz diye düşünülüyordu. Böylece atık sular, Marmara Denizi’nin dip akımlarına verildi. Marmara, uzunca bir süre direndi, ama geçen yıl Küçükçekmece, Haliç taraflarında yaşanan plankton patlaması ve bu yıl müsilaj sorunuyla artık dayanacak gücü kalmadığını gösterdi. Müsilaj, bir sonuç. Önümüzdeki yıllarda daha farklı süreçler söz konusu olacak. Belki oksijensiz mikroorganizmalar çoğalacak ve canlı hayat yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Dolayısıyla derin deşarj, denizin dip akımına atık suları vererek kirlilikten kurtulduğunu sanmaktan başka bir şey değil. Şöyle bir uygulama kabul edilebilir olurdu: İyi bir atık su artıma tesisi yapıp azot, fosfor ve karbonu arıttıktan sonra içinde hiçbir mikroorganizmanın kalmadığından emin olduğunuz tatlı suyu Karadeniz’in dip akıntılarına deşarj edebilirsiniz. Atık sular, doğrudan denizlere veya boğazın alt akımına verildiği için bugünkü sonuçlarla karşılaşıyoruz.


Kirlenen nehirlerin atıkları da Marmara’ya taşındı değil mi?



SELAHATTİN BEYAZ: Tabii. Marmara Denizi’ni besleyen birçok nehir ve kirletici kaynak var. Bunların bir tanesi, Kütahya’dan başlayıp Bandırma Erdek’ten Marmara’ya boşalan Susurluk Çayı. Dikkat çekmiyor, ama önemli bir etken daha var. Tuna Nehri, Güney Almanya’dan doğuyor, Avrupa’da uzunca bir yol katedip Bulgaristan’dan Karadeniz’e dökülüyor. Tuna Nehri, 100 tane Sakarya Nehri büyüklüğünde bir nehir. Karadeniz’e gelen tatlı su akımlarının yarısı Tuna Nehri’nden geliyor. Nehir, Almanya’dan sonraki kısımlarda oldukça kirli. Hatta kirliliği şöyle tanımlayabiliriz: Tuna’nın taşıdığı azot miktarı, 15 milyon kişiye eşdeğer kirliliğe sahip. Dolayısıyla İstanbul’un evsel atık suları kadar Tuna’nın da Karadeniz’e getirdiği azot kirliliği yükü var. Bu yükün yarısı Boğaz’dan geçiyor, yarısı da Karadeniz’de dağılıyor. Üçüncü etken, Tekirdağ’da yapılan “Derin Deniz Deşarjı Projesi.” Oradan Marmara’ya yaklaşık 3 milyon kişinin atık suyuna eşit olan kirlilik yükü gelebilir.  


Su havzalarındaki ve göllerdeki kirlilik ne durumda?



SELAHATTİN BEYAZ: İstanbul’un yaklaşık %46’sı, yani neredeyse yarısı, havza alanı. Bu alanlar, yapılaşmaya açıldığı için giderek yok oluyor. İstanbul’da yüzey sularıyla içme suyu ihtiyacımızı karşılıyoruz. Yüzey suları, havzalarda, Büyükçekmece, Sazlıdere Barajı gibi yerlerde toplanıp arıtılıyor ve kullanıma veriliyor. 


Melen Havzası Projesi, İstanbul’un su sigortası olacak ve 2071 yılına kadar su ihtiyacını karşılayacak bir proje olarak sunuldu. Bu proje, 2000’li yıllarda, 1 milyar dolarlık Japon kredisiyle başladı. Bugün İstanbul’un su ihtiyacının yaklaşık dörtte biri Melen Havzası’ndan karşılanıyor. Havzadaki kirlilik, suyun niteliğini dördüncü sınıfa düşürüyor. Çünkü Düzce’de yaşayan 400.000 insanın atık suları, Düzce’deki nehirlerden İstanbul’un suyuna karışıyor ve biz bu suları içme suyu olarak kullanıyoruz. Her gün 400 ton çöp suyu Küçük Melen’den Büyük Melen’e ve sonrasında İstanbul suyuna karışıyor. Havzaların kirlilik durumuyla ilgili “İstanbul’u Düzce’nin atık suyuna muhtaç ettiler,” diyebiliriz.


Acil eylem planı ne olmalı? Tehlikenin boyutu nedir? İstanbul’un günde 3 milyon küp su ihtiyacı olduğunu düşünürsek, süreç nereye doğru gidiyor?



SELAHATTİN BEYAZ: Marmara, bir iç deniz. Bütün atık veya arıtılmış suları deşarj ettiğimiz bir yer. Yaklaşık 1.000 kilometre sınırı ve kıyısı olan Marmara Denizi’nin çevresinde 25 milyon insan yaşıyor. Yani tüm ülke nüfusunun hemen hemen üçte biri. Her üç kişiden biri Marmara Bölgesi’nde, bu kıyıda yaşıyor. Türkiye sanayisinin ve kirlilik oluşturan sanayinin de %50’si Marmara Bölgesi’nde. Dolayısıyla Marmara’ya gerek endüstriyel gerek evsel kirleticilerin foseptiği gibi davranılıyor. Havzaların acilen korunmaya alınması ve yapılaşmaya kapatılması lazım. Kanal İstanbul etrafında oluşacak yeni yapılaşmayla birlikte kente 7.5 milyon kişinin katılması söz konusu. Marmara Denizi’nin hiçbir şekilde bu yükü taşıma kapasitesi yok. Bu kent, beş-on yıl sonra yaşanamayacak hâle gelebilir. Müsilaj, toplamayla çözülecek bir konu değil. Milyonlarca metreküp atık suyu boşalttığınız denizden 3.000 metreküpünü geri alıyorsunuz. Bu bir başarı değil. Başarının kriteri, kirletmemektir, ekolojik yaşamdır. Marmara Denizi’ne yapılan deşarjların acilen kesilmesi gerekiyor. İstanbul, arıtma fakiri bir şehir. Yaklaşık %40 azot, fosfor ve karbonun arıtıldığı arıtma tesislerinin yanında %60’ı hiçbir arıtma işlemine tabi tutulmadan doğrudan denize, Marmara akımına veya Boğaz akımına veriliyor. Arıtma tesislerinden önce altyapının iyi planlanması ve Marmara Denizi’ne arıtılmış veya arıtılmamış hiçbir atık suyun deşarj edilmemesi lazım.

Arıtmanın kalitesinin oldukça önemli olduğunu anlıyoruz. Dünya metropolleri de benzer sorunlar yaşıyor, ama kirlilik sorununu çözüyorlar. Yeni teknolojiler varken, eski tip teknolojiyle devam etmek riski nasıl artırıyor?

 
SELAHATTİN BEYAZ: Bu teknolojiler, bilinmeyen teknolojiler değil. Türkiye’deki mühendisler de biliyor. Sıkıntı, atık su yönetimi birimlerinin ve merkezi yönetimin zihniyetinde. Suçu, atık su yönetimlerinin başına getirilen, Ergene’yi ve Marmara’yı, Türkiye’nin su ve atık su yapısını bu hâle getiren kişilerde aramak lazım. Kirleticilerin içinde karbon, azot ve fosfor var. Müsilajın nihai sonucu, yüksek oranda azot ve fosforun alıcı ortamlara verilmesi, fitoplanktonların aşırı miktarda üremesi ve ölü hücrelerin, salyaların ortaya çıkması. Karbon, azot ve fosfatı giderecek arıtma tesisleri yapmamız gerekiyor. Zor bir teknoloji değil. Biyolojik arıtma sistemleri yapalım, ama bu sistemlerin azot ve fosforu giderecek teknolojide olması gerekiyor. Ataköy, Paşaköy, Tuzla, Ambarlı gibi birkaç tesis var. Bu tesisler, kentin atık sularının ancak %40’ını arıtabilecek kapasitede. Diğer atık sular ise, ön arıtma olarak tanımlanan, aslında ön arıtma niteliği bile taşımayan, basit çubuk ızgaralardan sistemler. Balta Limanı’nda yapılan bir biyolojik arıtma tesisi var. Adı biyolojik arıtma tesisi. Ne kadar hazindir ki bu, hızlı bir biyolojik arıtma tesisi. Karbonun %50’sini arıtıyor. Azot ve fosforu hiç arıtmıyor. Üç yıldızlı, beş yıldızlı arıtma, hiper arıtma ne derseniz deyin. Azot, fosfor ve karbon giderilmediği sürece adın önemi yok. Gideremezseniz, doğadaki canlılar onu bir yapı malzemesi, besi maddesi olarak kullanır ve böylece aşırı miktarda çoğalırlar. Çoğaldıkça ekolojik yaşam alanına hâkim oluyorlar, salgılar salıyor ve diğer canlıların üzerinde baskı kurup yok olmalarına neden oluyorlar.

 

Raşit Bey, sizin görüşlerinizi de alabilir miyim?


RAŞİT FIRAT DENİZ: İnsanların çevre konusundaki zihniyeti çok önemli. Hem atık su arıtımına hem de katı atık yönetimine entegre bir şekilde baktığımızda “kirleten öder” prensibinin yerleştiğini görüyoruz. Bu aslında insanları çevreyi kirletmekten alıkoymak için tasarlanan ve desteklenen bir prensip. Fakat neo-liberal politikalarla beraber kurumların, şirketlerin veya kamunun üzerindeki denetim azaldıkça, “kirleten öder” prensibinin çevreye ödettiği büyük bedelleri görüyoruz. Çünkü burada vurgulanan, çevre, ekoloji veya denge değil. Kirleten öder prensibinde asıl vurgulanan, “Evet, kirletebilirsin, ama ödeyeceksin.”  Prensibimiz, “Hayır, ilk başta sen kirletmemelisin,” olmalı. Kirlettikten sonra ödemenin bir anlamı yok, çünkü dünyadaki kaynaklar tükenme aşamasında. Dünyanın tükenebileceğini anlıyoruz artık. Bu anlayışın değişmesi ve tüm odağın ekolojik denge üzerinde olması gerektiğini düşünüyorum.



Müsilaj gündemi, Kanal İstanbul’un müsilajı ortadan kaldıracağı açıklamasıyla hareketlendi.  Kanal İstanbul böyle bir rol oynayabilir mi?


SELAHATTİN BEYAZ: Prof. Dr. Beyza Üstün’ün yönetiminde ve önderliğinde “Kanal İstanbul ve Yeni Şehir” adında bir kitap hazırladık. Kitapta özellikle Marmara Denizi ve Karadeniz konusunda derin bir analiz yaptık. Kanal İstanbul’da Karadeniz’den Marmara’ya doğru tek yönlü bir akım olacak. Karadeniz’i tatlı sular besliyor. Tatlı sular, Boğaz’ın üst akımlarıyla Marmara’ya doğru akıyor. Bir kısmı Kanal İstanbul’dan akacak, ama Karadeniz’den Marmara’ya doğru bir akım olacak. İlginç olan, Tuna Nehri’nin Karadeniz’e boşaldığı kısmın Kanal İstanbul ağzına çok yakın olması. Orada da “bosphorus dönencesi” denen bir durum var. Yani girdabın suyu döndürerek Kanal İstanbul’a ve deniz su kanalına akıtması söz konusu. Tuna Nehri’nin atık sularının kirletici parametrelerinin  yaklaşık %50’si Karadeniz’e, %50’si de Marmara akımına karışıyor. Kanal İstanbul, su yolu akımına tamamen hâkim olacak gibi. Tuna Nehri, yüksek orandaki azot ve fosfor kirleticilerini getiriyor. Dolayısıyla bırakın azalmayı, Kanal İstanbul’un su yolunda müsilaj daha fazla olacak, hatta azottan dolayı sürekli bir üre kokusu hâkim olacak. Sorunu ortadan kaldırması mümkün değil.

Atık yönetimi, bütün yerel yönetimlerin ortak sorunu. Sadece denizlere, nehirlere boşaltılan atıklar değil, çöp suyu da önemli bir mesele. Bu konuda belediyelerin üzerine düşen görevler ve alınması gereken acil önlemler nedir?

 

RAŞİT FIRAT DENİZ: Belediyenin atıklarla ilgili tabi olduğu kanunlar, yönetmelikler ve bunlara dayanarak tanınmış yetkileri var. İlçe belediyelerine atığın bertarafıyla ilgili bir yetki verilmemiş. Bu yetki, büyükşehir belediyelerinde. İstanbul gibi, 39 ilçenin birbirine benzemediği bu kadar büyük bir kentte atık yönetimi yapmak kolay değil. Bu nedenle İBB’nin bünyesinde İSTAÇ gibi devasa bir kuruluş var. Bu kentin atıkları, entegre bir şekilde bertaraf edilmeli.. “Sıfır atık”, tepeden inme bir mevzuat. Diğer birçok mevzuatı açıkta bırakıyor ve belediyelerin işini zorlaştırıyor. Yine de atıkların ayrıştırılması konusuna odaklanmamız gerekiyor. Çöp vergisi verip geri çekilmek yerine atıklarımızı evimizde ayrıştırmamız lazım. Bu, atık yönetiminde en önemli noktalardan biri. Ayrıştırmayla ilgili bilinçlendirme kampanyası yapılması önemli. Her belediye kendi yönetim alanındaki atıkların ne derece ayrıştırıldığını bildiğinde, bu atıklarla ilgili yeni projeler de tasarlayabilir. 


Atık meselesi, iklim değişikliği krizi için de kritik bir konu. İklim değişikliği krizi sadece bulunduğumuz toprakları değil, bütün dünyayı etkiliyor. Dünya Bankası ve BM verilerine göre, belediyelerin sınırlarında dünyadaki insanların %70’inden fazlası yaşıyor. Yani en fazla karbon emisyonuna sebep olan ve iklim krizini en fazla etkileyen yerlerin başında geliyorlar. Bu bağlamda atık yönetimleri önemli bir yer tutuyor. İSTAÇ’a günlük 16.000 ton atık gidiyor. İSTAÇ verilerine göre, sadece Avcılar Belediyesi’nden günlük 400 ton çöp gidiyor. Bu çöpler de düzenli depolama sahalarına gömülüyor. Buradaki atık karakterizasyonunu incelediğimizde yarısından fazlasının geri dönüştürülebilir atık olduğunu görüyoruz. 


İklim değişikliği krizinde su sorunuyla birlikte toprak sorunu da öne çıkıyor. Bir önceki gün 5 derecelerin yaşandığı, ertesi gün 15 derecelere çıktığı bir ortamda toprakla ilgili sorunları görüyoruz. Atıkları kaynağında ayrıştırmamız ve geri dönüştürülebilir atıkların depolama sahalarına gitmemesini sağlamamız gerekiyor. Burada belediyelere büyük bir iş düşüyor, çünkü bilinçlendirme, bilinçlendirmenin yapılış biçimi ve teşvik çok önemli. Siz herhangi bir şey aldığınız zaman onun ambalajına da para ödüyorsunuz. 1 liraya bir paket mendil aldığınızda onun geri dönüştürülmesi için 30 kuruş daha ödüyorsunuz. Bu nedenle belediyelerin teşviki, depozito sistemini uygulaması ve bilinçlendirme çalışmalarını sürdürmesi şart. Milyonlarca dolarlık tesisler kurmamıza, çok ileri bir teknoloji aramamıza gerek kalmadan bu katı atıkları evlerde ayrıştırma konusunda insanları ikna edebilirsek hem geleceğimiz hem de ekonomi için değerli bir iş yapmış oluruz diye düşünüyorum. 


Belediyelerin tabi olduğu yükümlülükler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından belirleniyor. Son dönemde en önemli konulardan bir tanesi, Çevre Ajansı. Bakanlığa bağlı olan, belediyelerin katı atık yönetimlerini onlar yerine yapan bir yapı tasarlanıyor. Yüzlerce belediyenin işini yürütebileceği bu ajans taslağı birçok belirsizlik yaratıyor.

Sivil toplumun bu süreçlerin içerisindeki konumu hakkında fikrinizi almak istiyorum. 

 
RAŞİT FIRAT DENİZ: Konuştuğumuz süreçlere meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının dahil edilmesi gerekiyor. Paydaşlar ne kadar fazla sayıda olursa, bu sorunların çözümü daha kolay olur.  Son 15 yıldır sürekli doğa karşıtı projeler üretiliyor. Meslek odaları, sivil toplum kuruluşları gibi siyaset üstü kurumlar planlı ve bilinçli bir şekilde bu projelerin süreçlerine dahil edilmiyor. O yüzden bu çevre sorunlarını yaşamaya devam ediyoruz. Örneğin odamız, müsilaj sorunuyla ilgili plana dahil edilmedi. Paydaşlıklar kurulduğunda sorunların daha kolay çözülebileceğini, daha büyük bir paydada bulaşabileceğimizi düşünüyorum.


Önerilen Haberler