YÜKLENİYOR
Doç. Dr. GÜL KÖKSAL
Mimar
Haliç Dayanışması Gönüllüsü
Atıl alanların
kamusal alanlara dönüştürülmesi, özellikle metropollerin önemli gündem
maddeleri arasında. Bu alanların her zaman “tarihî” kapsamı olmasa da, kültürel
ve sosyolojik değeri olabiliyor. Tarihî yapıların ya da endüstriyel mirasın
kente yeni işlevlerle kazandırılması, yeniden kamusal alana dönüşmesi sürecinde
sizce kritik faktörler ne? Sizin kullandığınız “kent suçları” kavramı var. Bu
faaliyetler sizce ne zaman bir kent suçuna dönüşüyor?
GÜL KÖKSAL: Öncelikle kullanılmayan alanlar üzerinde
durmak isterim. Atıl sıfatını biz ekliyoruz aslında. Geçmişte bir amaç
doğrultusunda inşa edilen ve işlevini yerine getiren yapılar, yerleşkeler,
tesisler bir süre sonra özgün işlevini yerine getiremiyor. Kullanılamaz hâle
geldikleri için gündelik hayata kazandırılmaları gibi bir durumla karşı karşıya
kalıyoruz. Bu anlamda önemli payı alan yerlerden biri, sanayi yerleşkeleri.
19. yüzyıldan itibaren Avrupa’da ve Türkiye’de inşa edilen
sanayi yapıları, 20. yüzyılın ortalarına kadar aktif kullanılıyor. Bu yapılar,
Avrupa’da özellikle 20. yüzyılın ortasından sonra çeşitli nedenlerle üretimin
üçüncü dünya ülkelerinden ve Uzak Doğu’dan getirilmesi, grevlerin yapılması
veya üretimin maliyetli olması gibi nedenlerle işlevsiz kalıyor. Türkiye’deki
işlevsizleşme süreci 1990’lar itibarıyla İstanbul’da sıklıkla örneğini
gördüğümüz gibi neoliberal kapitalist politikalarla da karşımıza çıkıyor. O
alanların işletilmemesi kararı alınıyor. Bu yerleşkeler kurulduktan sonra
etrafında kentleşme başlıyor, çünkü binlerce insan tam zamanlı çalışıyor.
Sürekli bir hareketlilik var. İnsanlar barınma ihtiyaçlarını üretim yerine
yakın, çalışma koşullarına uygun olacak şekilde kendileri inşa etmiş. Üretim
yerleri kent dışında bile olsa, bir süre sonra orada kentleşme başlıyor. Etrafı
böyle büyüdüğü için bir yanıyla kent merkezi oluyorlar. Sanayi yapıları,
rasyonel üretim gereği maksimum faydayı ve sermaye birikimini sağlamak, artı
değeri üretmek amacıyla tam zamanlı çalışıyor. Aynı zamanda ulaşım imkânlarının
en elverişli olduğu yerlerde kuruluyorlar.
Buhar gücünün kullanılmaya başlamasından önce su kenarları
tercih ediliyor, çünkü deniz yoluyla ulaşım yapılıyor. 19. yüzyıldan itibaren
hammaddenin ve malzemenin daha kolay aktarılması için ağırlıklı olarak
demiryolu bağlantısı tercih ediliyor. Tabii karayolu da etrafına ulaşıyor. Dolayısıyla
bu alanlar, ulaşım ağının ortasında yer alan, özellikle 20. ve 21. yüzyılda
toprak değeri çok yüksek olan bir alana dönüşüyorlar. Böylece kentleşme, nüfus
yoğunluğu ve bu alanların tarihî değer kazanması söz konusu oluyor. Ayrıca emek
açısından orada yaşayan, çalışan insanların kurduğu bağlar ve yaşam alanlarıyla
birlikte somut olmayan değerler var.
O yaşam alanları sadece konutları değil, ibadet yapılarını,
okulları vs. içeriyor. Bu alanlar işlevsiz kaldığında önemli bir potansiyel
olarak karşımıza çıkıyorlar. Şunu da eklemem gerekiyor. Sanayi alanları, uzun
süre kapalı kapılar ardında üretim yapılan alanlar. Bunlar, çoğu kez çevreye ve
doğaya zarar veren yerler. Zehirli gazlar ortaya çıkabiliyor. Hatta özel bir
peyzaj oluşuyor, anomali söz konusu oluyor, doğa dönüşüyor. İş kazaları,
cinayetleri de olabiliyor. Bu alanlar, geçmişimize dönük bilgiyi taşıyan bir
yer hâline geliyor. Özel mimari biçimleri olabiliyor. Bir de üretim gereği bu
alanlar genellikle hacimli oluyor. Kent içinde devasa alanlar oluşuyor. Etrafta
yoğun bir yapılaşma olunca birçok engele rağmen pırıl pırıl bir alana
dönüşüyor.
Sıkışık kent dokusunda insanların kamusal ve açık alanlara
her zaman ihtiyacı var. Hele ki pandemi süreci açık alanların ne kadar önemli
olduğunu bir kere daha gösterdi. Türkiye’nin gerçeği, deprem. Bu nedenle
toplanma alanlarına ihtiyaç olduğunu da biliyoruz.
1980’lerden itibaren Avrupa’da, 1990’lardan itibaren de
Türkiye’de önermelerini görmeye başladığımız sanayi/endüstri mirası, endüstri
arkeolojisi mirası ifadeleriyle bu alanlara bir değer atfedildiği, gündelik
hayata katıldığı uygulamaları görüyoruz. Bu süreçte çeşitli kurumların ve
akademik araştırmaların katkısı var. Aynı zamanda sivil hareketlerin, taban
hareketlerinin de bu alanların korunmasında, yaşatılmasında emekleri ve
çabaları söz konusu. Türkiye’de ve dünyada da bunun örneklerini görebiliriz.
Çünkü diyorlar ki, biz yıllarca bu alanların kirini, pasını çektik. Şimdi bu
alanları, ortak kullanım alanları olarak görelim. Buradan da sorunuzdaki kent
suçu konusuna geçebiliriz. Aslında bunu kent hakkı üzerinden konuşmakta fayda
var. 21. yüzyılda nüfusun büyük bir kesiminin, %50’den fazlasının kentlerde
yaşadığını, bu oranın 2050’lerde daha yüksek bir seviyeye ulaşacağı
öngörülüyor. Tarım politikalarının etkisiyle kırın dönüşmesi, kent-kır
sınırının ortadan kalkması nedeniyle daha ziyade kentlerde yaşıyoruz ve bütün
hayatımız burada biçimleniyor. Dolayısıyla kent, bizi de biçimlendiriyor.
Kentin sahip olduğu rutin, gündelik hayatımızı da etkiliyor.
Çalışma hayatı ve özel hayat birbirinden ayrılmış durumda. Kent hakkı, kentteki
bütün imkânlardan faydalanmanın ötesinde çok katmanlı bir kavram. Kentle
aramızdaki ilişki ve değişim/ dönüşüm mekanizmaları bizlerin olduğu kadar yerel
yönetimlerin, merkezi yönetimin, her idarecinin ve yöneticinin de
sorumlulukları kapsamında. Bu ortak sorumluluklar arasında yurttaşlara, doğaya,
ekosisteme, hayvanlara ilişkin yapılması gerekenler, türlerin devamı için
alınması zorunlu önlemler, eşit ve adil bir çevre tasarımı, paydaşlığı ve
katılımcılığı sağlama, planların ve projelerin her aşamasını takip etme,
gerekli durumlarda itiraz edebilme yer alıyor.
Kent hakkı, katılımdan, dönüşümden ve mülkiyetten
bağımsızdır. Kent hakkı, kentte yaşayanların, göçmenlerin, kiracıların, tüm
canlıların kentteki yaşam sisteminin bir parçası olması anlamına geliyor. Bu
süreçte adalet ve demokrasi kavramları öne çıkıyor. Suç, bahsettiğimiz sürecin
olmadığı durumlarda karşımıza çıkıyor. Kent suçu ifadesini bir tür polisiye
gibi, aktörünün belli olmamasından hareketle yeterli bulmayanlar da oluyor.
21. yüzyılda müdahalelerin ölçeği büyüdüğü için kentin ve
bölgenin morfolojisini, tipolojisini, biçimini etkileyecek mega projeler
yapılandırılıyor (Kanal İstanbul gibi).
savaş zamanında kullanılan bir ifade (Bosna-Hersek’teki
savaş, Filistin’de ve Orta Doğu’da yıllardır süren savaşlar gibi). Mega
projelerle her canlının yaşamına doğrudan müdahale edildiği için kıyım, yıkım
tabiri kullanılıyor. Suç olarak nitelendirdiğimiz çoğu şeyi gerçekleştiren de
genellikle merkezi ve yerel yönetimler, sermaye grupları gibi karar vericiler.
Hukuk izin vermediği hâlde hukukun delindiği, uygulanmadığı durumlar da oluyor.
Endüstriyel alanlar, tarihî değeri olsun ya da olmasın
herkese eşit, adil, mülkiyetten bağımsız bir yaşam alanı oluşturmak için fırsat
sunuyor. Hele ki tamamen işlevsiz kaldıysa. Ama bir yandan da üretim devam
ediyor. Artık endüstriyel bir dünyanın içindeyiz. Kullandığımız her şey, sanayi
üretiminin sonucu. Endüstriyel devrim sonucunda unuttuğumuz geleneksel
yöntemlere dönmeyi denesek de sanayi üretimi devam edecek. Kimi zaman çevreye
zarar verdiği için sanayi alanlarının kaldırılması gündeme geliyor. Burada
Haliç Port örneğini vereceğim. Takip ettiğim ve Haliç Dayanışması’nın da
parçası olduğum uygulamadaki gibi, “Tersane kente ve suya zarar veriyor,”
deniyor. Oysa orada bir hafıza var. Ayrıca ulaşımın bu kadar yoğun olduğu bir
kentte gemi yapımı da çok önemli. Gemi, dışarıdan ithal ediliyor ve daha maliyetli.
Politik nedenlerle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tersanenin Haliç kısmında
üretim yapmasına olanak tanınmıyor. Ama oraya inşa edilen Haliç Port’ta büyük
oteller, yat limanı vs. olacak. Aynı zamanda yaratacağı büyük dönüşümle de kent
suçu ve yıkım olarak karşımızda. Ekosisteme zarar verilecek. Haliç gibi dolgu
bir alanda zeminin yedi kat altına inen bir plan var. Dolayısıyla yaratılan
yeni kullanım alanı her zaman masum olmuyor. Bu noktada masum olup olmamayı
belirleyen unsur, kamu yararı. Herkesin eşit ve adil kullanabileceği, iş imkânı
yaratacak, açık, şeffaf ve hesap verebilir bir yol izlenmesi gerekiyor. Sonuçta
kamu bütçesi kullanılıyor.
İster merkezi yönetim ister yerel yönetim ister karar verici
ister bu projeleri çizen mimarlar, mühendisler olsun, projelerin ve bütçelerin
hangi kaynaklardan nasıl aktarıldığı, nasıl karar verildiği, süreçlerin nasıl
işletildiği açık ve şeffaf olmalı, bilgilendirme yapılmalı, itirazlar dikkate
alınmalı, bu itirazlar doğrultusunda değişikliğe gidilmeli. Haliç Port ve Kanal
İstanbul için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na dilekçeler veriliyor. Bu
başvuruların yanıtsız kalması, bir suç olarak nasıl karşımıza çıktığını
gösteriyor.
Türkiye’de ve dünyada bu tür alanların kamu yararına yönelik
değerlendirildiği ve katılımcı süreçlerle ilerleyen örnekler de var. Bir de
sistemin işleyişi gereği özelleştirmeyle, neoliberal politikaların sonuçlarıyla
devam eden süreçler de söz konusu. Kâr amaçlı girişimler, çatışmaya ve
çelişkiye yol açıyor.
Sanayi alanları, işlevsiz kaldığında ve kullanılamaz hâle
geldiğinde konumları, nitelikleri, değerleri gereği müthiş bir potansiyel açığa
çıkıyor. Bu potansiyel, yaşamı iyileştirmek, güzelleştirmek, kentsel adaleti
sağlamak, hakları iade etmek, hakları vermek, niteliksiz, çarpık kentleşmeye,
çevre ve doğa felaketlerine karşı geniş, açık alanların kullanılabildiği,
kamusal/ kültürel ihtiyaçları karşılayan, herkese iyi gelecek alanların
yaratılması için bir imkân.
Ancak mevcut ekonomik/politik sistem nedeniyle birçok soruna
sahip.Süreci iyi yönetenler ve iyileştirmeye çalışanlar var. Bilinen bir örnek:
Almanya’da, ağır sanayinin olduğu bir bölgede 1990’larda başlayan -hâlâ devam
ediyor- büyük bir bölgesel dönüşüm var. Kentin bir bütün hâlinde ele alındığı,
dönüştürüldüğü ve kamu yararına kullanıldığı bir proje hayata geçiyor.
Fransa’da da, İngiltere’de de çeşitli örnekler var. Bunlar yapılabilir. Bir
niyet gerekiyor. Bunu yapabilecek donanım ve mesleki eğitim ülkemizde de
mevcut. Alanlar güzel. İhtiyacımız da var. Ama son dönemlerde olumsuz
durumlarla karşılaşıyoruz.
Bu süreçte merkezi
yönetimin ve mevzuatların engelleyici tarafları var, bunu biliyoruz. Bütün bu
olumsuzluklara rağmen yerel yönetimlere düşen sorumluluk sizce nedir? Nasıl bir
inisiyatif alabilirler? Bu alanlarda katılımcı bir anlayışla kamu farkındalığı
yaratmaya yönelik neler yapılabilir?
GÜL KÖKSAL: Yerel yönetim, yönetiminden sorumlu
olduğu yerle kurduğu yakın ilişki nedeniyle önemli bir konumda. Sivil
hareketlerle, taban hareketleriyle, siyasi partilerle, oluşumlarla, kent
savunma hareketleriyle ne kadar organik ilişki kurarsa, temasta bulunursa, açık
davranıp, kapıları açık tutarsa, o kadar yararlı sonuçlar alınır.
Bu, uzun erimli bir mevzu. Gözlemlediğim kadarıyla yerel
yönetimlerin aktif siyaset içinde olmaktan kaynaklı popülist tutumları
olabiliyor. Bu, kendilerinden beklenen bir durum da. “Yönetime geldin, hadi ne
yaptın?” gibi. Hâlbuki karşılıklı bir dönüşüm süreci olmak zorunda. Dönüşüm,
bir fikre açık olmakla gerçekleşir. Dönüşümün zamana yayılması gerekiyor. Demokrasinin
inşa edilmesi ve sürekliliğinin sağlanması gerekiyor. Türkiye’de bu süreç
oldukça sık değişiyor. Siyasetten askerî müdahalelere kadar 1980’den bu yana
hep değişiyor, dönüşüyor. Yerel yönetimler, bu noktada zor bir konumda.
Bana kalırsa, demokrasi inşasında muhalif sesleri de
kapsayacak şekilde bu dönüşüm süreçlerine katkı vermeye çalışan oluşumlarla
birlikte hareket ederek popülist kazanımdan uzaklaşabilirler.
Çünkü zaman kısıtlı ve rekabet büyük. Bu, sistemin hepimize
dayattığı bir durum. Ama diğerinin seçilmesine yönelik bir politika izlenirse,
uzun vadede daha güvenilir bir zemin kurabilme imkânı da doğacaktır. Son
dönemde yerel yönetimlerde bunu görüyoruz. Halkla kurdukları ilişki, halk
tarafından seçildiklerini unutmamaları ve bunun neticesinde değer görmeleri
örnek verilebilir. Kişisel münakaşa yerine iş yapmaya odaklılar.
Sanayi alanlarının dönüşümü için büyük yatırım gerektiği
söyleniyor. Bu alanların avantajı, geniş açık alanlarının da olması. Bu açık
alanların kullanılması için büyük yatırımlara gerek yok. Önemli olan, insanları
bir araya getirmek ve ayrım gözetmemek. Bu, kutuplaşmayı azaltmak için de bir
yöntem. Açık alanlarda güzel etkinlikler yapılabilir. Açık alanlara daha fazla
ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde birtakım etkinlikler düzenlemek bence mümkün.