"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Doç. Dr. Gül Köksal : Kent Hakkı Çok Katmanlı Bir Kavram

  • 12 Temmuz 2021

Doç. Dr. GÜL KÖKSAL

Mimar

Haliç Dayanışması Gönüllüsü


Atıl alanların kamusal alanlara dönüştürülmesi, özellikle metropollerin önemli gündem maddeleri arasında. Bu alanların her zaman “tarihî” kapsamı olmasa da, kültürel ve sosyolojik değeri olabiliyor. Tarihî yapıların ya da endüstriyel mirasın kente yeni işlevlerle kazandırılması, yeniden kamusal alana dönüşmesi sürecinde sizce kritik faktörler ne? Sizin kullandığınız “kent suçları” kavramı var. Bu faaliyetler sizce ne zaman bir kent suçuna dönüşüyor?

GÜL KÖKSAL: Öncelikle kullanılmayan alanlar üzerinde durmak isterim. Atıl sıfatını biz ekliyoruz aslında. Geçmişte bir amaç doğrultusunda inşa edilen ve işlevini yerine getiren yapılar, yerleşkeler, tesisler bir süre sonra özgün işlevini yerine getiremiyor. Kullanılamaz hâle geldikleri için gündelik hayata kazandırılmaları gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Bu anlamda önemli payı alan yerlerden biri, sanayi yerleşkeleri.

19. yüzyıldan itibaren Avrupa’da ve Türkiye’de inşa edilen sanayi yapıları, 20. yüzyılın ortalarına kadar aktif kullanılıyor. Bu yapılar, Avrupa’da özellikle 20. yüzyılın ortasından sonra çeşitli nedenlerle üretimin üçüncü dünya ülkelerinden ve Uzak Doğu’dan getirilmesi, grevlerin yapılması veya üretimin maliyetli olması gibi nedenlerle işlevsiz kalıyor. Türkiye’deki işlevsizleşme süreci 1990’lar itibarıyla İstanbul’da sıklıkla örneğini gördüğümüz gibi neoliberal kapitalist politikalarla da karşımıza çıkıyor. O alanların işletilmemesi kararı alınıyor. Bu yerleşkeler kurulduktan sonra etrafında kentleşme başlıyor, çünkü binlerce insan tam zamanlı çalışıyor. Sürekli bir hareketlilik var. İnsanlar barınma ihtiyaçlarını üretim yerine yakın, çalışma koşullarına uygun olacak şekilde kendileri inşa etmiş. Üretim yerleri kent dışında bile olsa, bir süre sonra orada kentleşme başlıyor. Etrafı böyle büyüdüğü için bir yanıyla kent merkezi oluyorlar. Sanayi yapıları, rasyonel üretim gereği maksimum faydayı ve sermaye birikimini sağlamak, artı değeri üretmek amacıyla tam zamanlı çalışıyor. Aynı zamanda ulaşım imkânlarının en elverişli olduğu yerlerde kuruluyorlar.

Buhar gücünün kullanılmaya başlamasından önce su kenarları tercih ediliyor, çünkü deniz yoluyla ulaşım yapılıyor. 19. yüzyıldan itibaren hammaddenin ve malzemenin daha kolay aktarılması için ağırlıklı olarak demiryolu bağlantısı tercih ediliyor. Tabii karayolu da etrafına ulaşıyor. Dolayısıyla bu alanlar, ulaşım ağının ortasında yer alan, özellikle 20. ve 21. yüzyılda toprak değeri çok yüksek olan bir alana dönüşüyorlar. Böylece kentleşme, nüfus yoğunluğu ve bu alanların tarihî değer kazanması söz konusu oluyor. Ayrıca emek açısından orada yaşayan, çalışan insanların kurduğu bağlar ve yaşam alanlarıyla birlikte somut olmayan değerler var.

O yaşam alanları sadece konutları değil, ibadet yapılarını, okulları vs. içeriyor. Bu alanlar işlevsiz kaldığında önemli bir potansiyel olarak karşımıza çıkıyorlar. Şunu da eklemem gerekiyor. Sanayi alanları, uzun süre kapalı kapılar ardında üretim yapılan alanlar. Bunlar, çoğu kez çevreye ve doğaya zarar veren yerler. Zehirli gazlar ortaya çıkabiliyor. Hatta özel bir peyzaj oluşuyor, anomali söz konusu oluyor, doğa dönüşüyor. İş kazaları, cinayetleri de olabiliyor. Bu alanlar, geçmişimize dönük bilgiyi taşıyan bir yer hâline geliyor. Özel mimari biçimleri olabiliyor. Bir de üretim gereği bu alanlar genellikle hacimli oluyor. Kent içinde devasa alanlar oluşuyor. Etrafta yoğun bir yapılaşma olunca birçok engele rağmen pırıl pırıl bir alana dönüşüyor.

Sıkışık kent dokusunda insanların kamusal ve açık alanlara her zaman ihtiyacı var. Hele ki pandemi süreci açık alanların ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gösterdi. Türkiye’nin gerçeği, deprem. Bu nedenle toplanma alanlarına ihtiyaç olduğunu da biliyoruz.

1980’lerden itibaren Avrupa’da, 1990’lardan itibaren de Türkiye’de önermelerini görmeye başladığımız sanayi/endüstri mirası, endüstri arkeolojisi mirası ifadeleriyle bu alanlara bir değer atfedildiği, gündelik hayata katıldığı uygulamaları görüyoruz. Bu süreçte çeşitli kurumların ve akademik araştırmaların katkısı var. Aynı zamanda sivil hareketlerin, taban hareketlerinin de bu alanların korunmasında, yaşatılmasında emekleri ve çabaları söz konusu. Türkiye’de ve dünyada da bunun örneklerini görebiliriz. Çünkü diyorlar ki, biz yıllarca bu alanların kirini, pasını çektik. Şimdi bu alanları, ortak kullanım alanları olarak görelim. Buradan da sorunuzdaki kent suçu konusuna geçebiliriz. Aslında bunu kent hakkı üzerinden konuşmakta fayda var. 21. yüzyılda nüfusun büyük bir kesiminin, %50’den fazlasının kentlerde yaşadığını, bu oranın 2050’lerde daha yüksek bir seviyeye ulaşacağı öngörülüyor. Tarım politikalarının etkisiyle kırın dönüşmesi, kent-kır sınırının ortadan kalkması nedeniyle daha ziyade kentlerde yaşıyoruz ve bütün hayatımız burada biçimleniyor. Dolayısıyla kent, bizi de biçimlendiriyor.

Kentin sahip olduğu rutin, gündelik hayatımızı da etkiliyor. Çalışma hayatı ve özel hayat birbirinden ayrılmış durumda. Kent hakkı, kentteki bütün imkânlardan faydalanmanın ötesinde çok katmanlı bir kavram. Kentle aramızdaki ilişki ve değişim/ dönüşüm mekanizmaları bizlerin olduğu kadar yerel yönetimlerin, merkezi yönetimin, her idarecinin ve yöneticinin de sorumlulukları kapsamında. Bu ortak sorumluluklar arasında yurttaşlara, doğaya, ekosisteme, hayvanlara ilişkin yapılması gerekenler, türlerin devamı için alınması zorunlu önlemler, eşit ve adil bir çevre tasarımı, paydaşlığı ve katılımcılığı sağlama, planların ve projelerin her aşamasını takip etme, gerekli durumlarda itiraz edebilme yer alıyor.

Kent hakkı, katılımdan, dönüşümden ve mülkiyetten bağımsızdır. Kent hakkı, kentte yaşayanların, göçmenlerin, kiracıların, tüm canlıların kentteki yaşam sisteminin bir parçası olması anlamına geliyor. Bu süreçte adalet ve demokrasi kavramları öne çıkıyor. Suç, bahsettiğimiz sürecin olmadığı durumlarda karşımıza çıkıyor. Kent suçu ifadesini bir tür polisiye gibi, aktörünün belli olmamasından hareketle yeterli bulmayanlar da oluyor.

21. yüzyılda müdahalelerin ölçeği büyüdüğü için kentin ve bölgenin morfolojisini, tipolojisini, biçimini etkileyecek mega projeler yapılandırılıyor (Kanal İstanbul gibi).


savaş zamanında kullanılan bir ifade (Bosna-Hersek’teki savaş, Filistin’de ve Orta Doğu’da yıllardır süren savaşlar gibi). Mega projelerle her canlının yaşamına doğrudan müdahale edildiği için kıyım, yıkım tabiri kullanılıyor. Suç olarak nitelendirdiğimiz çoğu şeyi gerçekleştiren de genellikle merkezi ve yerel yönetimler, sermaye grupları gibi karar vericiler. Hukuk izin vermediği hâlde hukukun delindiği, uygulanmadığı durumlar da oluyor.

Endüstriyel alanlar, tarihî değeri olsun ya da olmasın herkese eşit, adil, mülkiyetten bağımsız bir yaşam alanı oluşturmak için fırsat sunuyor. Hele ki tamamen işlevsiz kaldıysa. Ama bir yandan da üretim devam ediyor. Artık endüstriyel bir dünyanın içindeyiz. Kullandığımız her şey, sanayi üretiminin sonucu. Endüstriyel devrim sonucunda unuttuğumuz geleneksel yöntemlere dönmeyi denesek de sanayi üretimi devam edecek. Kimi zaman çevreye zarar verdiği için sanayi alanlarının kaldırılması gündeme geliyor. Burada Haliç Port örneğini vereceğim. Takip ettiğim ve Haliç Dayanışması’nın da parçası olduğum uygulamadaki gibi, “Tersane kente ve suya zarar veriyor,” deniyor. Oysa orada bir hafıza var. Ayrıca ulaşımın bu kadar yoğun olduğu bir kentte gemi yapımı da çok önemli. Gemi, dışarıdan ithal ediliyor ve daha maliyetli. Politik nedenlerle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tersanenin Haliç kısmında üretim yapmasına olanak tanınmıyor. Ama oraya inşa edilen Haliç Port’ta büyük oteller, yat limanı vs. olacak. Aynı zamanda yaratacağı büyük dönüşümle de kent suçu ve yıkım olarak karşımızda. Ekosisteme zarar verilecek. Haliç gibi dolgu bir alanda zeminin yedi kat altına inen bir plan var. Dolayısıyla yaratılan yeni kullanım alanı her zaman masum olmuyor. Bu noktada masum olup olmamayı belirleyen unsur, kamu yararı. Herkesin eşit ve adil kullanabileceği, iş imkânı yaratacak, açık, şeffaf ve hesap verebilir bir yol izlenmesi gerekiyor. Sonuçta kamu bütçesi kullanılıyor.

İster merkezi yönetim ister yerel yönetim ister karar verici ister bu projeleri çizen mimarlar, mühendisler olsun, projelerin ve bütçelerin hangi kaynaklardan nasıl aktarıldığı, nasıl karar verildiği, süreçlerin nasıl işletildiği açık ve şeffaf olmalı, bilgilendirme yapılmalı, itirazlar dikkate alınmalı, bu itirazlar doğrultusunda değişikliğe gidilmeli. Haliç Port ve Kanal İstanbul için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na dilekçeler veriliyor. Bu başvuruların yanıtsız kalması, bir suç olarak nasıl karşımıza çıktığını gösteriyor.

Türkiye’de ve dünyada bu tür alanların kamu yararına yönelik değerlendirildiği ve katılımcı süreçlerle ilerleyen örnekler de var. Bir de sistemin işleyişi gereği özelleştirmeyle, neoliberal politikaların sonuçlarıyla devam eden süreçler de söz konusu. Kâr amaçlı girişimler, çatışmaya ve çelişkiye yol açıyor.

Sanayi alanları, işlevsiz kaldığında ve kullanılamaz hâle geldiğinde konumları, nitelikleri, değerleri gereği müthiş bir potansiyel açığa çıkıyor. Bu potansiyel, yaşamı iyileştirmek, güzelleştirmek, kentsel adaleti sağlamak, hakları iade etmek, hakları vermek, niteliksiz, çarpık kentleşmeye, çevre ve doğa felaketlerine karşı geniş, açık alanların kullanılabildiği, kamusal/ kültürel ihtiyaçları karşılayan, herkese iyi gelecek alanların yaratılması için bir imkân.

Ancak mevcut ekonomik/politik sistem nedeniyle birçok soruna sahip.Süreci iyi yönetenler ve iyileştirmeye çalışanlar var. Bilinen bir örnek: Almanya’da, ağır sanayinin olduğu bir bölgede 1990’larda başlayan -hâlâ devam ediyor- büyük bir bölgesel dönüşüm var. Kentin bir bütün hâlinde ele alındığı, dönüştürüldüğü ve kamu yararına kullanıldığı bir proje hayata geçiyor. Fransa’da da, İngiltere’de de çeşitli örnekler var. Bunlar yapılabilir. Bir niyet gerekiyor. Bunu yapabilecek donanım ve mesleki eğitim ülkemizde de mevcut. Alanlar güzel. İhtiyacımız da var. Ama son dönemlerde olumsuz durumlarla karşılaşıyoruz.

Bu süreçte merkezi yönetimin ve mevzuatların engelleyici tarafları var, bunu biliyoruz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen yerel yönetimlere düşen sorumluluk sizce nedir? Nasıl bir inisiyatif alabilirler? Bu alanlarda katılımcı bir anlayışla kamu farkındalığı yaratmaya yönelik neler yapılabilir?

GÜL KÖKSAL: Yerel yönetim, yönetiminden sorumlu olduğu yerle kurduğu yakın ilişki nedeniyle önemli bir konumda. Sivil hareketlerle, taban hareketleriyle, siyasi partilerle, oluşumlarla, kent savunma hareketleriyle ne kadar organik ilişki kurarsa, temasta bulunursa, açık davranıp, kapıları açık tutarsa, o kadar yararlı sonuçlar alınır.

Bu, uzun erimli bir mevzu. Gözlemlediğim kadarıyla yerel yönetimlerin aktif siyaset içinde olmaktan kaynaklı popülist tutumları olabiliyor. Bu, kendilerinden beklenen bir durum da. “Yönetime geldin, hadi ne yaptın?” gibi. Hâlbuki karşılıklı bir dönüşüm süreci olmak zorunda. Dönüşüm, bir fikre açık olmakla gerçekleşir. Dönüşümün zamana yayılması gerekiyor. Demokrasinin inşa edilmesi ve sürekliliğinin sağlanması gerekiyor. Türkiye’de bu süreç oldukça sık değişiyor. Siyasetten askerî müdahalelere kadar 1980’den bu yana hep değişiyor, dönüşüyor. Yerel yönetimler, bu noktada zor bir konumda.

Bana kalırsa, demokrasi inşasında muhalif sesleri de kapsayacak şekilde bu dönüşüm süreçlerine katkı vermeye çalışan oluşumlarla birlikte hareket ederek popülist kazanımdan uzaklaşabilirler.

Çünkü zaman kısıtlı ve rekabet büyük. Bu, sistemin hepimize dayattığı bir durum. Ama diğerinin seçilmesine yönelik bir politika izlenirse, uzun vadede daha güvenilir bir zemin kurabilme imkânı da doğacaktır. Son dönemde yerel yönetimlerde bunu görüyoruz. Halkla kurdukları ilişki, halk tarafından seçildiklerini unutmamaları ve bunun neticesinde değer görmeleri örnek verilebilir. Kişisel münakaşa yerine iş yapmaya odaklılar.

Sanayi alanlarının dönüşümü için büyük yatırım gerektiği söyleniyor. Bu alanların avantajı, geniş açık alanlarının da olması. Bu açık alanların kullanılması için büyük yatırımlara gerek yok. Önemli olan, insanları bir araya getirmek ve ayrım gözetmemek. Bu, kutuplaşmayı azaltmak için de bir yöntem. Açık alanlarda güzel etkinlikler yapılabilir. Açık alanlara daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde birtakım etkinlikler düzenlemek bence mümkün.


Önerilen Haberler