YÜKLENİYOR
Kamusal atıl
alanların yeniden kente kazandırılması, şehir planlamacıların ve yerel
yönetimlerin gündeminde giderek daha fazla yer alıyor. Bu alanların bazılarının
derin tarihî değeri olmasa da, kültürel değeri olabiliyor. Sizce bu alanların
önemi nereden geliyor?
YONCA KÖSEBAY ERKAN: İçinde bulunduğumuz dönem, dünyanın
öz kaynaklarının doğal, kültürel, sosyal ve ekonomik açıdan insan eliyle
kısıtlı hâle getirildiği bir dönem. Bu nedenle mevcut kaynakların -insan
kaynakları da buna dahil olabilir- etkin şekilde kullanılması, bugün ve gelecek
için oldukça önemli. Bu, aynı zamanda sürdürülebilirlik kavramının temelini
oluşturan bir konu. Avrupa’da bu konuya dikkat çekmek üzere Yeşil Mutabakat
(Green Deal) adlı yeni bir program başlatıldı. Bu programla tüm etkinliklerin
çevreye ve geleceğe katkı sağlaması, öz kaynakların etkili şekilde kullanılması
öngörülüyor. Öz kaynakları tüketecek yeni bir yapı yapılmasındansa, mevcut
yapıların yeniden kullanılması konusu, Yeşil Mutabakat’ın önem verdiği bir
başlık. Bu açıdan baktığımız zaman tarihî değeri olan kültür varlıklarının derinliğinin,
topluma sunabileceği seçeneklerin ve fırsatların daha fazla olduğu biliniyor.
Öte yandan, mimari, tarihsel ya da estetik açılardan bu tür bir değere sahip
olmayan alanların da yeniden kullanılması, sürdürülebilirliğe katkıda
bulunuyor. İnsan türünün gelecekte de var olmasını sağlayabilmek için tüketim
toplumu olmaktan çıkmamız, elimizdeki öz kaynakları en etkin şekilde
kullanmamız gerekiyor.
Siz de biliyorsunuz, İstanbul’da bir çevre felaketiyle karşı
karşıyayız. Müsilaj, tamamıyla insan kaynaklı faktörlerle oluşan bir felaket ve
düzeltmek bizim elimizde. Yapılması gereken, tüketimi kısıtlamak ve
mevcuttakileri tekrar tekrar kullanmak. Geniş bir çerçeveden baktığımız zaman
kültürel miras değeri olan yapıların ya da alanların topluma sağlayacağı
katkının daha fazla olduğunu belirtmem gerekir.
Peki bu alanların
yeniden kent kültürüne ve peyzajına kazandırılmasında kritik faktörler nedir?
Nelere dikkat edilmesi gerekir? Bu alanda yapılan yanlışlar neler oluyor?
YONCA KÖSEBAY ERKAN: Literatürün bize söylediğine
göre, bugüne kadar yapılan temel hata, ekonomik kalkınmanın öncelenmiş olması.
Sadece ekonomik kalkınmaya dayalı bir model öncelendiği zaman insanın
ihtiyaçları geride kalıyor. Bizim insan olarak ihtiyacımız nedir? Yaşam
kalitesinin yükseltilmesine, eğitimin, toplumsal eşitliğin dengelenmesine,
gelir adaletsizliğinin düzeltilmesine ihtiyaç var. Bütün bu sorunların altında
yatan sebep de ekonomik kalkınma temelli bir model geliştirilmiş olması.
Buradan hareketle şunu söyleyebilirim: İnsanı ve yerelliği
merkeze alan çözümler daha kalıcı, sürdürülebilir ve yaşam kalitesine katkı
veren çözümler oluyor. Biz hızlı kalkınmaya ihtiyaç duyduğumuz bir süreç
geçirdik, geçiriyoruz. Uzun vadeli planlamalar yapmak yerine kısa vadeli kârlar
ve kazanımlar elde etmeye çalışmışız.
Bu durumun olumsuz etkilerini her seferinde görebiliyoruz.
Yakında okuduğum bir kaynaktan örnek vermek isterim. 1914 yılında Kadıköy’ün
Belediye Müdürü Celal Esat Arseven, Paris’teki kanalizasyon sistemini İstanbul
Belediye Başkanı Cemil Topuzlu’yla beraber incelemeye gidiyor. Kanalizasyonu
gezdiren Fransız mühendis, kanalizasyondan bir bardak su alıp içiyor. O
derecede kaliteli arıtma yaptıklarını, hiçbir bakteri olmadığını söylüyor. Aynı
teknolojiyi biz o gün almış olsaydık, yüz yıl kazanmış olacaktık. Çevresel
değerler açısından yüz yıl ileride olacaktık. Bu sebeple doğru kararlar almak
durumundayız. Sadece bugün değil, geçmişte de doğru olmalıydı. Gelecek için
bilimi ve toplumsal faydayı önceleyen kararlar almak durumundayız.
Kültürel mirasın
ve endüstri mirasının korunması, biraz karışık bir konu. Kimisi özel mülkiyete
girebiliyor. Kimisi merkezi yönetimin alanında. Kimisi de yerel yönetimlerin
alanında. Böyle olduğunda kullanım alanları da farklılaşabiliyor. Bu sürecin
bir envanteri var mı? Bu alan sizce nasıl yönetiliyor?
YONCA KÖSEBAY ERKAN: Endüstri mirasının korunması
fikri geç ortaya çıkmış. Hâlâ belli çevreleri ikna etmemiz gereken bir konu.
Çünkü bir sarayın, estetik değeri daha yüksek olan bir kültürel varlığın
korunması konusunda herkes hemfikir. Ama atıl duruma düşmüş eski bir fabrikanın
neden korunması gerektiği kolay anlaşılamayabiliyor. Belki o noktada konuyu
açmak gerekir. Bu yapılar, üretimin tarihini anlatan yapılardır. Ülkemizin
nasıl bir üretim sürecinden geçtiğini, bunu kimlerin hangi mekânlarda var
ettiğini, emeğin izini görebildiğimiz ve sıradan insanların izlerini
bulabildiğimiz yapılar bunlar. Şu karşılaştırmayı anlamlı buluyorum: Özellikle
bugün, toplumun önderlerinin, liderlerinin, kralların, sultanların yapıları hep
ön planda, ama bunları emekleriyle var eden insanların yapıları pek dikkate
alınmıyor. Toplumun bu yapıları şevkle benimsemesi ve sahip çıkması gerektiğini
düşünüyorum. Bu yapılar, üretim tarihi dışında teknolojinin tarihsel
gelişiminin izlerini sürebildiğimiz, modernleşme serüveninde emek-üretim
ilişkini kurabildiğimiz, mimarlık ve kent planlama ilkelerinin örneklerini
bulabildiğimiz, insan hikâyelerini barındıran alanlar.
Siz sorunuzu sorarken mülkiyet açısından çeşitli kullanımlar söz konusu, kamu kullanımında ve özel kullanımda olan var dediniz. Oysaki bütün bunların temelinde insan var. Kamuyu oluşturan da, özel mülkiyetin sahibi de insan. Kültür varlıklarının korunmasına insan odaklı bakıp, “İnsanın geçmişiyle, kimliğiyle olan ilişkisini, bağını, aidiyetini, sahip olduğu toplumsal değerleri önemsiyoruz, onu var etmek ve gelecekte de yaşatmak istiyoruz,” dediğimiz noktada bu yapılar önem kazanıyor.
Somut olmayan
kültürel mirasa da o zaman giriyor diyebilir miyiz? Sosyolojik bir yanı da var.
YONCA KÖSEBAY ERKAN: Mutlaka. Elimizde kalan somut
örneklere bakın, içinden insanı çıkardığınız zaman bu yapıların hiçbir anlamı
yok. Oradaki yaşanmışlıklar, anılar, oraya atfedilen değerlerdir önemli olan.
Bu sebeptendir ki, katılımcı bir anlayışla, o yapıyı var eden, çevresinde
yaşayan topluluklarla koruma yapılmalıdır. Yoksa oradaki binaya ve fiziksel
kalıntılarına odaklanmak, orayı tamamıyla yaşatmak için yeterli değil. Bu
nedenle konunun insanın kültürel üretimlerinin sembolü olan ve somut olmayan
unsurlarla beraber bir bütün olarak ele alınması gerekir.
Siz Türkiye adına
hem UNESCO’da hem de ICOMOS’ta aktifsiniz. UNESCO’nun böyle bir alt başlığı var
mı? Özellikle yerel yönetimler açısından baktığımızda kritik konular nedir?
Yerel yönetimler nasıl başvurabilir?
YONCA KÖSEBAY ERKAN: İsterseniz tersten giderek
anlatayım. UNESCO’dan söz ettiğiniz noktada bu, evrensel bir ölçek oluyor.
Hâlbuki bunun altında Avrupa ölçeğini de konuşabiliriz. Yerelde ve ulusal
ölçekte de konuşabiliriz. Ulusaldan başlayıp dışarıya doğru açalım. Bizim 2863
sayılı koruma yasamız, endüstri mirasına yönelik özel bir koruma çerçevesi
çizmiyor, ama 19. yüzyıldan önce inşa edilmiş yapılar yasal anlamda doğal bir
koruma kalkanına sahip. Bu tarihten sonra yapılan yapılarında da mimari,
estetik, tarihsel vb. sebeplerle korunması mümkün. Bu çerçeveden baktığımızda
Türkiye’de de koruma altına alınmış çeşitli sanayi yapıları var. Onların
yeniden kullanılmaya başladığını ve işlevli hâle getirildiğini biliyoruz.
Avrupa Komisyonu, Avrupa’nın tarihsel gelişiminde
endüstrileşme döneminin önemini çok iyi anlamış ve buna yönelik özel
politikalar geliştirmiş durumda. Endüstri mirasını bir kültür rotası olarak
tanımlarken endüstri yapılarını oluşturan mühendislik bilgisi, teknolojik bilgi
ve malzeme alışverişi gibi başlıklar etrafında çeşitli ağlar yarattığının
farkında. Bu sebeple Avrupa Endüstri Mirası Rotası (www.erih.org) diye bir
oluşum var. Bunun altında 2000’in üzerinde kayıtlı alan bulunuyor. Avrupa
Konseyi, atıl duruma düşmüş endüstriyel yapılarını hem turizme kazandırmak hem
Avrupalı kimliğinin devamlılığını sağlamak hem de yaşama, topluma kazandırmak
için büyük çaba sarf ediyor. Ben de Avrupa Birliği’nin Ufuk 2020 kapsamında
Marie Curie programında endüstri mirasının korunmasına yönelik bir projenin
koordinatörüyüm. 6 ülkeden, 12 kurumdan, 76 araştırmacıdan oluşan projenin
başlığı, “Kentsel Gelişme İçin Bir Kaynak Olarak Endüstri Mirasının
Sürdürülebilir Yönetimi.” konu Bu konu, Avrupa’da güncel. Mekânsal açıdan kısıtlı
alanlara sahip olan Avrupa şehirleri, atıl durumdaki alanları nasıl yeniden
kazanabileceği üzerine ciddi çaba harcıyor, maddi kaynak ayırıyor ve düşünsel
yatırım yapıyor.
Bu açıdan Avrupa Konseyi’nin ilgili kararlarına bakılabilir.
Hatta Avrupa’dan iyi örnekler dikkate alınabilir. Bu şehirlerle kardeş şehirlik
mekanizmaları kurulabilir. Endüstri üretiminde tekel fabrikaları, un
fabrikaları ve otomotiv endüstrisi arasında kardeşlikler tesis edilebilir.
Biz de Avrupa’nın bir parçasıyız, uzantısıyız, ama Avrupa’daki
endüstri mirasının birebir aynısına da sahip değiliz. Projemiz Ortadoğu ve Doğu
Asya’daki endüstri mirasının Avrupa’yla ilişkili olarak nasıl algılandığı,
nasıl korunduğu ve gelecekte nasıl yaşatılması gerektiğine de odaklanıyor. Bu
açıdan da “Batı’da gelişmiş endüstri mirası”nın tanımını esnetmeyi
hedefliyoruz.
UNESCO’ya gelecek olursak, UNESCO tüm insanlık tarihi için
anlamı olan, üstün evrensel niteliğe sahip miras alanlarının korunmasına
yönelik bir çerçeve geliştiriyor. Bunun altında da çok sayıda endüstri mirası
örneği var. Hatta Dünya Miras Listesi ilk oluşturulduğunda içinde endüstri
mirasının örnekleri bulunuyordu. 10 alan, ilk etapta bu liste için ilan
ediliyor, bunun içinde de endüstri mirası var. Mesela Polonya’da tuz madeni yer
alıyor. Endüstri mirası dediğimiz konunun oldukça kapsamlı olduğundan da
bahsetmek gerekir. Çeşitli başlıklar söz konusu. Madencilik, tersane, gemi
yapımı, gıda sektörü, tekstil, kimya, metroloji, deri, cam. Üretimin
çeşitliliği kadar ona paralel endüstri miras alanları var.
Bu durum belediyeler için nasıl bir fırsat olabilir diye
baktığımızda, atıl duruma düştüğü için bu tesislerin kentler için sorun odağı
olarak algılandığını görüyoruz. Oysa buraların iyileştirilmesinin kentlere,
toplumlara büyük fayda sağlayacağını görebiliyoruz. Ülkemizde yapılmayan,
yapılsa iyi olur diyeceğimiz eserlerin sadece fiziksel açıdan ve ekonomik bir
beklenti doğrultusunda korunması yerine onları var eden gruplarla, o alanların
etrafında yaşayan insanlarla bir katılımcılık modeli kapsamında ele alınması,
sahiplenilmesini ve yaşatılmasını kolaylaştıracak, bu yapıların anlamını
güçlendirecek. Dolayısıyla bu koruma faaliyetlerini buradaki eski işçilerle,
çalışanlarla, gönül verenleriyle birlikte yapmak gerekiyor. Bu mekânlar,
onların emeğiyle, alınteriyle çalıştı, üretim yaptı. Onların varlığı, bu
alanların yaşatılmasına güç katacak. Günümüzün anlayışı ve toplumun beklentisi,
bu işi hep beraber kotarmak. Bu konuya hassasiyetle yaklaşmanın önemli olduğunu
belirtmek isterim. Belediye başkanları ve çalışanları da aynı hassasiyete sahip
olmalı.
Bu noktada güzel bir örnek vereyim. Beykoz Kundura,
ülkemizden verebileceğimiz iyi bir örnek. Bu iyi örneğin de altını doldurmak
lazım. Orada fabrika yapılarının mekânsal özelliklerinin veya sunduğu imkânların
ötesinde özgünlüğü, fabrika olarak kullanıldığı dönemdeki hissi, ruhu yaşatacak
şekilde hâlâ koruduklarını görüyoruz. Ciddi bir sözlü tarih çalışması yaptılar.
Yeni açtıkları “Kundura Hafıza” adlı bir sergi var. Röportajlar yapılmış.
Çalışanların hem anıları hem de objeleri özgün mekânlar içinde sergileniyor.
Vurgulanması gereken noktalardan bir tanesi de bu. Buraları ranta açılabilecek
geniş metrekareler olarak görmemek, oradaki kültürel varlığı ortaya çıkaracak,
onu toplumla paylaşacak şekilde yaklaşımlar geliştirmek gerekiyor Avrupa
Endüstri Mirası Rotası’nın yaptığı bir çalışmada Avrupa’daki endüstri mirasının
%50’sinin kamu elinde olduğu anlaşılmış. Özel kurumların da katkısıyla birlikte
eğitim, turizm ve kültürel amaçlı bir kullanım söz konusu olduğunda topluma
dönüşünün pozitif olduğu görülüyor.
Sizin çalıştığınız
alanlardan biri olan demiryolları, kültürel endüstriyel miras rotaları
açısından çok önemli. Birçok şehirden geçiyor ve geçtiği şehirlerde bir hayat
kuruluyor. Garlar, istasyonlar, demiryolları alanında ne tür çalışmalar
yapılıyor? Bizde ve dünyada böyle bir bağlantı kurulabilir mi? Haydarpaşa’yla
ilgili görüşlerinizi de öğrenmek isterim.
YONCA KÖSEBAY ERKAN: Demiryollarıyla endüstri mirası
arasındaki ilişkiyi biraz açmak isterim. Çünkü o noktada kökten bir bağ var.
İngiltere’de endüstrileşmenin başlamasına neden olan olay, buharlı makinelerin
keşfedilmesi. Buharlı makineler, çeşitli üretim başlıkları için kullanıldı; ama
endüstrileşmeyi doğuran, bunların demiryolları üzerinden limanlara aktarılması
ve geniş pazarlara ulaştırılabilmiş olması. Yoksa tek başına buharlı makine,
endüstrileşmeyi doğurmadı. Fabrikalara ve üretim tesislerine baktığımızda bir
ulaşım ağı üzerinde olduklarını görüyoruz. Yakın zamana kadar da ağırlıklı
ulaşım aracı, demiryolları ve demiryolları üzerinde bulunan limanlardı. Bu
bağlamda ülkemizdeki ve yurtdışındaki tesislere demiryoluyla ilişkisi
çerçevesinde bakmak lazım. Tartışma konusu olan Haydarpaşa ve Sirkeci
Garları’nın içinde bulunduğu süreç de böyle ele alınmalı. Demiryolu mirasını
endüstri mirasının bir alt başlığı olarak ele alacak olursak, bu mirası anlatan
çok çeşitli bina, alet, efemera diyebileceğimiz yazılı çizili belge ve bunları
hatırlayan, var eden geniş demiryolcu aileleri, kitleleri var. İstanbul için
konuşacak olursak, bu alanlar yapay bir şekilde trensizleştirildi ve atıl
duruma düşürüldü.
Bunların yeniden topluma kazandırılması ve demiryolu
ulaşımına hizmet eder hâle getirilmesi de önemli. Çünkü her iki tren garının da
toplumsal kimliğimizde derin izleri var. Bu duruma sadece duygusal bakış
açısıyla bakamayız. Kentler, dinamik mekânsal organizmalar.
Demiryollarının kendileri de dinamik sistemler. Bunların
değişmesi kaçınılmaz. Ayrıca bu istasyon alanları, kent için çok önemli, merkez
noktalar. O yüzden demiryolu bağlantısının bu alanlardan koparılmaması
gerekiyor. Demiryolu güzergâhı üzerindeki istasyonlarla bir ağ ilişkisi
içerisinde olduğu unutulmamalı. Bunlar tekil tekil yapılar değil. Bir sistemi
var eden yapılar topluluğu. Bu yüzden bir bütün olarak korunmalılar. Bir
lokomotif deposu, işçi barakası ya da lojman yapıları, yolcu binaları kadar
önemli. Hatta demiryolu mirasının parçası kabul edilen rayların yönünü
değiştirmeye yarayan bir makas, bir su deposu, küllerin depolandığı çukurlar dahi
bizim geçmişi daha iyi anlamımıza yardımcı olan unsurlar. Bunları bir bütün
olarak koruyarak toplumla buluşturacak çözümler bulunmalı. Ayrıca bu alanların
kamusal kullanımda kalması da önemli. Endüstri mirasının belli şahıslara ve
gruplara ayrıcalıklı olarak sunulması arzu edilen bir şey değil. Toplumun geniş
kitlelerinin bu alanlardan yararlanması çok önemli.
Atıl durumdaki endüstri alanlarının yeniden kullanılması
konusuna giderek artan bir ilgi olduğunu görüyorum. Bu açıdan çok seviniyorum,
ama bu fırsatları da doğru kullanmak gerektiğini düşünüyorum. Haydarpaşa
örneğinde 20 yıl kaybettik. O alan, 20 yıldır boşuna kullanım dışı. Toplum için
büyük bir kazanım olabilecekken 20 yıldır bundan mahrum durumdayız. Hem
çevresel koruma hem kültürel mirasın korunması açısından bizlere büyük bir
sorumluluk düşüyor. Ama akademisyenler bunu tek başlarına başaramıyor. Burada
itici güç; uygulayıcılar, karar vericiler, yerel yönetimler, merkezi yönetim.
Bu açıdan bilimi dışarıda bırakmadan toplumun kültürel ihtiyaçlarını gözeten
çözümler üretilmeli, endüstri mirasını kentsel gelişme için kaynak olarak gören
çözümlere yönelik araştırmalar yapılmalı. Gelecekte daha kaliteli ortamlarda
yaşamak, çocuklarımızı daha kaliteli ortamlarda büyütebilmek için insan odaklı,
insanın kültürel gelişimini önceleyen bütüncül yaklaşımları bugünden
geliştirmek gerekiyor.