"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Prof. Dr. Yonca Kösebay Erkan: Endüstriyel Miras, Yaşanmışlıklar, Anılar ve Değerler Bütünüdür

  • 12 Temmuz 2021


Kamusal atıl alanların yeniden kente kazandırılması, şehir planlamacıların ve yerel yönetimlerin gündeminde giderek daha fazla yer alıyor. Bu alanların bazılarının derin tarihî değeri olmasa da, kültürel değeri olabiliyor. Sizce bu alanların önemi nereden geliyor?

YONCA KÖSEBAY ERKAN: İçinde bulunduğumuz dönem, dünyanın öz kaynaklarının doğal, kültürel, sosyal ve ekonomik açıdan insan eliyle kısıtlı hâle getirildiği bir dönem. Bu nedenle mevcut kaynakların -insan kaynakları da buna dahil olabilir- etkin şekilde kullanılması, bugün ve gelecek için oldukça önemli. Bu, aynı zamanda sürdürülebilirlik kavramının temelini oluşturan bir konu. Avrupa’da bu konuya dikkat çekmek üzere Yeşil Mutabakat (Green Deal) adlı yeni bir program başlatıldı. Bu programla tüm etkinliklerin çevreye ve geleceğe katkı sağlaması, öz kaynakların etkili şekilde kullanılması öngörülüyor. Öz kaynakları tüketecek yeni bir yapı yapılmasındansa, mevcut yapıların yeniden kullanılması konusu, Yeşil Mutabakat’ın önem verdiği bir başlık. Bu açıdan baktığımız zaman tarihî değeri olan kültür varlıklarının derinliğinin, topluma sunabileceği seçeneklerin ve fırsatların daha fazla olduğu biliniyor. Öte yandan, mimari, tarihsel ya da estetik açılardan bu tür bir değere sahip olmayan alanların da yeniden kullanılması, sürdürülebilirliğe katkıda bulunuyor. İnsan türünün gelecekte de var olmasını sağlayabilmek için tüketim toplumu olmaktan çıkmamız, elimizdeki öz kaynakları en etkin şekilde kullanmamız gerekiyor.

Siz de biliyorsunuz, İstanbul’da bir çevre felaketiyle karşı karşıyayız. Müsilaj, tamamıyla insan kaynaklı faktörlerle oluşan bir felaket ve düzeltmek bizim elimizde. Yapılması gereken, tüketimi kısıtlamak ve mevcuttakileri tekrar tekrar kullanmak. Geniş bir çerçeveden baktığımız zaman kültürel miras değeri olan yapıların ya da alanların topluma sağlayacağı katkının daha fazla olduğunu belirtmem gerekir.

Peki bu alanların yeniden kent kültürüne ve peyzajına kazandırılmasında kritik faktörler nedir? Nelere dikkat edilmesi gerekir? Bu alanda yapılan yanlışlar neler oluyor?

YONCA KÖSEBAY ERKAN: Literatürün bize söylediğine göre, bugüne kadar yapılan temel hata, ekonomik kalkınmanın öncelenmiş olması. Sadece ekonomik kalkınmaya dayalı bir model öncelendiği zaman insanın ihtiyaçları geride kalıyor. Bizim insan olarak ihtiyacımız nedir? Yaşam kalitesinin yükseltilmesine, eğitimin, toplumsal eşitliğin dengelenmesine, gelir adaletsizliğinin düzeltilmesine ihtiyaç var. Bütün bu sorunların altında yatan sebep de ekonomik kalkınma temelli bir model geliştirilmiş olması.

Buradan hareketle şunu söyleyebilirim: İnsanı ve yerelliği merkeze alan çözümler daha kalıcı, sürdürülebilir ve yaşam kalitesine katkı veren çözümler oluyor. Biz hızlı kalkınmaya ihtiyaç duyduğumuz bir süreç geçirdik, geçiriyoruz. Uzun vadeli planlamalar yapmak yerine kısa vadeli kârlar ve kazanımlar elde etmeye çalışmışız.

Bu durumun olumsuz etkilerini her seferinde görebiliyoruz. Yakında okuduğum bir kaynaktan örnek vermek isterim. 1914 yılında Kadıköy’ün Belediye Müdürü Celal Esat Arseven, Paris’teki kanalizasyon sistemini İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu’yla beraber incelemeye gidiyor. Kanalizasyonu gezdiren Fransız mühendis, kanalizasyondan bir bardak su alıp içiyor. O derecede kaliteli arıtma yaptıklarını, hiçbir bakteri olmadığını söylüyor. Aynı teknolojiyi biz o gün almış olsaydık, yüz yıl kazanmış olacaktık. Çevresel değerler açısından yüz yıl ileride olacaktık. Bu sebeple doğru kararlar almak durumundayız. Sadece bugün değil, geçmişte de doğru olmalıydı. Gelecek için bilimi ve toplumsal faydayı önceleyen kararlar almak durumundayız.

Kültürel mirasın ve endüstri mirasının korunması, biraz karışık bir konu. Kimisi özel mülkiyete girebiliyor. Kimisi merkezi yönetimin alanında. Kimisi de yerel yönetimlerin alanında. Böyle olduğunda kullanım alanları da farklılaşabiliyor. Bu sürecin bir envanteri var mı? Bu alan sizce nasıl yönetiliyor?

YONCA KÖSEBAY ERKAN: Endüstri mirasının korunması fikri geç ortaya çıkmış. Hâlâ belli çevreleri ikna etmemiz gereken bir konu. Çünkü bir sarayın, estetik değeri daha yüksek olan bir kültürel varlığın korunması konusunda herkes hemfikir. Ama atıl duruma düşmüş eski bir fabrikanın neden korunması gerektiği kolay anlaşılamayabiliyor. Belki o noktada konuyu açmak gerekir. Bu yapılar, üretimin tarihini anlatan yapılardır. Ülkemizin nasıl bir üretim sürecinden geçtiğini, bunu kimlerin hangi mekânlarda var ettiğini, emeğin izini görebildiğimiz ve sıradan insanların izlerini bulabildiğimiz yapılar bunlar. Şu karşılaştırmayı anlamlı buluyorum: Özellikle bugün, toplumun önderlerinin, liderlerinin, kralların, sultanların yapıları hep ön planda, ama bunları emekleriyle var eden insanların yapıları pek dikkate alınmıyor. Toplumun bu yapıları şevkle benimsemesi ve sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum. Bu yapılar, üretim tarihi dışında teknolojinin tarihsel gelişiminin izlerini sürebildiğimiz, modernleşme serüveninde emek-üretim ilişkini kurabildiğimiz, mimarlık ve kent planlama ilkelerinin örneklerini bulabildiğimiz, insan hikâyelerini barındıran alanlar.

Siz sorunuzu sorarken mülkiyet açısından çeşitli kullanımlar söz konusu, kamu kullanımında ve özel kullanımda olan var dediniz. Oysaki bütün bunların temelinde insan var. Kamuyu oluşturan da, özel mülkiyetin sahibi de insan. Kültür varlıklarının korunmasına insan odaklı bakıp, “İnsanın geçmişiyle, kimliğiyle olan ilişkisini, bağını, aidiyetini, sahip olduğu toplumsal değerleri önemsiyoruz, onu var etmek ve gelecekte de yaşatmak istiyoruz,” dediğimiz noktada bu yapılar önem kazanıyor.

Somut olmayan kültürel mirasa da o zaman giriyor diyebilir miyiz? Sosyolojik bir yanı da var.

YONCA KÖSEBAY ERKAN: Mutlaka. Elimizde kalan somut örneklere bakın, içinden insanı çıkardığınız zaman bu yapıların hiçbir anlamı yok. Oradaki yaşanmışlıklar, anılar, oraya atfedilen değerlerdir önemli olan. Bu sebeptendir ki, katılımcı bir anlayışla, o yapıyı var eden, çevresinde yaşayan topluluklarla koruma yapılmalıdır. Yoksa oradaki binaya ve fiziksel kalıntılarına odaklanmak, orayı tamamıyla yaşatmak için yeterli değil. Bu nedenle konunun insanın kültürel üretimlerinin sembolü olan ve somut olmayan unsurlarla beraber bir bütün olarak ele alınması gerekir.

Siz Türkiye adına hem UNESCO’da hem de ICOMOS’ta aktifsiniz. UNESCO’nun böyle bir alt başlığı var mı? Özellikle yerel yönetimler açısından baktığımızda kritik konular nedir? Yerel yönetimler nasıl başvurabilir?

YONCA KÖSEBAY ERKAN: İsterseniz tersten giderek anlatayım. UNESCO’dan söz ettiğiniz noktada bu, evrensel bir ölçek oluyor. Hâlbuki bunun altında Avrupa ölçeğini de konuşabiliriz. Yerelde ve ulusal ölçekte de konuşabiliriz. Ulusaldan başlayıp dışarıya doğru açalım. Bizim 2863 sayılı koruma yasamız, endüstri mirasına yönelik özel bir koruma çerçevesi çizmiyor, ama 19. yüzyıldan önce inşa edilmiş yapılar yasal anlamda doğal bir koruma kalkanına sahip. Bu tarihten sonra yapılan yapılarında da mimari, estetik, tarihsel vb. sebeplerle korunması mümkün. Bu çerçeveden baktığımızda Türkiye’de de koruma altına alınmış çeşitli sanayi yapıları var. Onların yeniden kullanılmaya başladığını ve işlevli hâle getirildiğini biliyoruz.

Avrupa Komisyonu, Avrupa’nın tarihsel gelişiminde endüstrileşme döneminin önemini çok iyi anlamış ve buna yönelik özel politikalar geliştirmiş durumda. Endüstri mirasını bir kültür rotası olarak tanımlarken endüstri yapılarını oluşturan mühendislik bilgisi, teknolojik bilgi ve malzeme alışverişi gibi başlıklar etrafında çeşitli ağlar yarattığının farkında. Bu sebeple Avrupa Endüstri Mirası Rotası (www.erih.org) diye bir oluşum var. Bunun altında 2000’in üzerinde kayıtlı alan bulunuyor. Avrupa Konseyi, atıl duruma düşmüş endüstriyel yapılarını hem turizme kazandırmak hem Avrupalı kimliğinin devamlılığını sağlamak hem de yaşama, topluma kazandırmak için büyük çaba sarf ediyor. Ben de Avrupa Birliği’nin Ufuk 2020 kapsamında Marie Curie programında endüstri mirasının korunmasına yönelik bir projenin koordinatörüyüm. 6 ülkeden, 12 kurumdan, 76 araştırmacıdan oluşan projenin başlığı, “Kentsel Gelişme İçin Bir Kaynak Olarak Endüstri Mirasının Sürdürülebilir Yönetimi.” konu Bu konu, Avrupa’da güncel. Mekânsal açıdan kısıtlı alanlara sahip olan Avrupa şehirleri, atıl durumdaki alanları nasıl yeniden kazanabileceği üzerine ciddi çaba harcıyor, maddi kaynak ayırıyor ve düşünsel yatırım yapıyor.

Bu açıdan Avrupa Konseyi’nin ilgili kararlarına bakılabilir. Hatta Avrupa’dan iyi örnekler dikkate alınabilir. Bu şehirlerle kardeş şehirlik mekanizmaları kurulabilir. Endüstri üretiminde tekel fabrikaları, un fabrikaları ve otomotiv endüstrisi arasında kardeşlikler tesis edilebilir.

Biz de Avrupa’nın bir parçasıyız, uzantısıyız, ama Avrupa’daki endüstri mirasının birebir aynısına da sahip değiliz. Projemiz Ortadoğu ve Doğu Asya’daki endüstri mirasının Avrupa’yla ilişkili olarak nasıl algılandığı, nasıl korunduğu ve gelecekte nasıl yaşatılması gerektiğine de odaklanıyor. Bu açıdan da “Batı’da gelişmiş endüstri mirası”nın tanımını esnetmeyi hedefliyoruz.

UNESCO’ya gelecek olursak, UNESCO tüm insanlık tarihi için anlamı olan, üstün evrensel niteliğe sahip miras alanlarının korunmasına yönelik bir çerçeve geliştiriyor. Bunun altında da çok sayıda endüstri mirası örneği var. Hatta Dünya Miras Listesi ilk oluşturulduğunda içinde endüstri mirasının örnekleri bulunuyordu. 10 alan, ilk etapta bu liste için ilan ediliyor, bunun içinde de endüstri mirası var. Mesela Polonya’da tuz madeni yer alıyor. Endüstri mirası dediğimiz konunun oldukça kapsamlı olduğundan da bahsetmek gerekir. Çeşitli başlıklar söz konusu. Madencilik, tersane, gemi yapımı, gıda sektörü, tekstil, kimya, metroloji, deri, cam. Üretimin çeşitliliği kadar ona paralel endüstri miras alanları var.

Bu durum belediyeler için nasıl bir fırsat olabilir diye baktığımızda, atıl duruma düştüğü için bu tesislerin kentler için sorun odağı olarak algılandığını görüyoruz. Oysa buraların iyileştirilmesinin kentlere, toplumlara büyük fayda sağlayacağını görebiliyoruz. Ülkemizde yapılmayan, yapılsa iyi olur diyeceğimiz eserlerin sadece fiziksel açıdan ve ekonomik bir beklenti doğrultusunda korunması yerine onları var eden gruplarla, o alanların etrafında yaşayan insanlarla bir katılımcılık modeli kapsamında ele alınması, sahiplenilmesini ve yaşatılmasını kolaylaştıracak, bu yapıların anlamını güçlendirecek. Dolayısıyla bu koruma faaliyetlerini buradaki eski işçilerle, çalışanlarla, gönül verenleriyle birlikte yapmak gerekiyor. Bu mekânlar, onların emeğiyle, alınteriyle çalıştı, üretim yaptı. Onların varlığı, bu alanların yaşatılmasına güç katacak. Günümüzün anlayışı ve toplumun beklentisi, bu işi hep beraber kotarmak. Bu konuya hassasiyetle yaklaşmanın önemli olduğunu belirtmek isterim. Belediye başkanları ve çalışanları da aynı hassasiyete sahip olmalı.

Bu noktada güzel bir örnek vereyim. Beykoz Kundura, ülkemizden verebileceğimiz iyi bir örnek. Bu iyi örneğin de altını doldurmak lazım. Orada fabrika yapılarının mekânsal özelliklerinin veya sunduğu imkânların ötesinde özgünlüğü, fabrika olarak kullanıldığı dönemdeki hissi, ruhu yaşatacak şekilde hâlâ koruduklarını görüyoruz. Ciddi bir sözlü tarih çalışması yaptılar. Yeni açtıkları “Kundura Hafıza” adlı bir sergi var. Röportajlar yapılmış. Çalışanların hem anıları hem de objeleri özgün mekânlar içinde sergileniyor. Vurgulanması gereken noktalardan bir tanesi de bu. Buraları ranta açılabilecek geniş metrekareler olarak görmemek, oradaki kültürel varlığı ortaya çıkaracak, onu toplumla paylaşacak şekilde yaklaşımlar geliştirmek gerekiyor Avrupa Endüstri Mirası Rotası’nın yaptığı bir çalışmada Avrupa’daki endüstri mirasının %50’sinin kamu elinde olduğu anlaşılmış. Özel kurumların da katkısıyla birlikte eğitim, turizm ve kültürel amaçlı bir kullanım söz konusu olduğunda topluma dönüşünün pozitif olduğu görülüyor.

Sizin çalıştığınız alanlardan biri olan demiryolları, kültürel endüstriyel miras rotaları açısından çok önemli. Birçok şehirden geçiyor ve geçtiği şehirlerde bir hayat kuruluyor. Garlar, istasyonlar, demiryolları alanında ne tür çalışmalar yapılıyor? Bizde ve dünyada böyle bir bağlantı kurulabilir mi? Haydarpaşa’yla ilgili görüşlerinizi de öğrenmek isterim.

YONCA KÖSEBAY ERKAN: Demiryollarıyla endüstri mirası arasındaki ilişkiyi biraz açmak isterim. Çünkü o noktada kökten bir bağ var. İngiltere’de endüstrileşmenin başlamasına neden olan olay, buharlı makinelerin keşfedilmesi. Buharlı makineler, çeşitli üretim başlıkları için kullanıldı; ama endüstrileşmeyi doğuran, bunların demiryolları üzerinden limanlara aktarılması ve geniş pazarlara ulaştırılabilmiş olması. Yoksa tek başına buharlı makine, endüstrileşmeyi doğurmadı. Fabrikalara ve üretim tesislerine baktığımızda bir ulaşım ağı üzerinde olduklarını görüyoruz. Yakın zamana kadar da ağırlıklı ulaşım aracı, demiryolları ve demiryolları üzerinde bulunan limanlardı. Bu bağlamda ülkemizdeki ve yurtdışındaki tesislere demiryoluyla ilişkisi çerçevesinde bakmak lazım. Tartışma konusu olan Haydarpaşa ve Sirkeci Garları’nın içinde bulunduğu süreç de böyle ele alınmalı. Demiryolu mirasını endüstri mirasının bir alt başlığı olarak ele alacak olursak, bu mirası anlatan çok çeşitli bina, alet, efemera diyebileceğimiz yazılı çizili belge ve bunları hatırlayan, var eden geniş demiryolcu aileleri, kitleleri var. İstanbul için konuşacak olursak, bu alanlar yapay bir şekilde trensizleştirildi ve atıl duruma düşürüldü.

Bunların yeniden topluma kazandırılması ve demiryolu ulaşımına hizmet eder hâle getirilmesi de önemli. Çünkü her iki tren garının da toplumsal kimliğimizde derin izleri var. Bu duruma sadece duygusal bakış açısıyla bakamayız. Kentler, dinamik mekânsal organizmalar.

Demiryollarının kendileri de dinamik sistemler. Bunların değişmesi kaçınılmaz. Ayrıca bu istasyon alanları, kent için çok önemli, merkez noktalar. O yüzden demiryolu bağlantısının bu alanlardan koparılmaması gerekiyor. Demiryolu güzergâhı üzerindeki istasyonlarla bir ağ ilişkisi içerisinde olduğu unutulmamalı. Bunlar tekil tekil yapılar değil. Bir sistemi var eden yapılar topluluğu. Bu yüzden bir bütün olarak korunmalılar. Bir lokomotif deposu, işçi barakası ya da lojman yapıları, yolcu binaları kadar önemli. Hatta demiryolu mirasının parçası kabul edilen rayların yönünü değiştirmeye yarayan bir makas, bir su deposu, küllerin depolandığı çukurlar dahi bizim geçmişi daha iyi anlamımıza yardımcı olan unsurlar. Bunları bir bütün olarak koruyarak toplumla buluşturacak çözümler bulunmalı. Ayrıca bu alanların kamusal kullanımda kalması da önemli. Endüstri mirasının belli şahıslara ve gruplara ayrıcalıklı olarak sunulması arzu edilen bir şey değil. Toplumun geniş kitlelerinin bu alanlardan yararlanması çok önemli.

Atıl durumdaki endüstri alanlarının yeniden kullanılması konusuna giderek artan bir ilgi olduğunu görüyorum. Bu açıdan çok seviniyorum, ama bu fırsatları da doğru kullanmak gerektiğini düşünüyorum. Haydarpaşa örneğinde 20 yıl kaybettik. O alan, 20 yıldır boşuna kullanım dışı. Toplum için büyük bir kazanım olabilecekken 20 yıldır bundan mahrum durumdayız. Hem çevresel koruma hem kültürel mirasın korunması açısından bizlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Ama akademisyenler bunu tek başlarına başaramıyor. Burada itici güç; uygulayıcılar, karar vericiler, yerel yönetimler, merkezi yönetim. Bu açıdan bilimi dışarıda bırakmadan toplumun kültürel ihtiyaçlarını gözeten çözümler üretilmeli, endüstri mirasını kentsel gelişme için kaynak olarak gören çözümlere yönelik araştırmalar yapılmalı. Gelecekte daha kaliteli ortamlarda yaşamak, çocuklarımızı daha kaliteli ortamlarda büyütebilmek için insan odaklı, insanın kültürel gelişimini önceleyen bütüncül yaklaşımları bugünden geliştirmek gerekiyor.


Önerilen Haberler