YÜKLENİYOR
Orman yangını, sel, deprem gibi doğal afetlerde ve sonrasında her birimiz üzüntü, korku, çaresizlik, suçluluk, utanç, öfke gibi karmaşık duygularla baş başa kalıyoruz. Araştırmacılar bu süreci ekolojik kaygı ve ekolojik yas kavramıyla açıklıyor. Çevresel felaketlerin ardından toplumsal bağlamdaki bu yas süreciyle sizce nasıl baş edilebilir?
ARZU ERKAN YÜCE: İklim aktivistleri ve uzmanlar yıllardır bizi uyarmaya çalışsa da, öyle bir inkâr içindeydik ki, zihinsel ve fiziksel açıdan ne Covid-19 pandemisine ne de ardı arkası kesilmeyen afetlere hazırdık. 2021 araştırma raporlarına göre, ekosistemlerin kendini yenileyebileceğinden %74 daha fazla kaynak kullanıyor, yıl ortasında bir sonraki yıldan ödünç alarak gezegeni gitgide kendini yenileyemez hâle getiriyor, kendi sonumuzu hazırlıyoruz. Uygarlığın sonu, yaşam biçimlerimizin sonucu olarak ortaya çıkan çarpık yapılaşmayla ve iklim değişikliğiyle gelecek maalesef. Ölümlü ve her şey gibi geçici olduğumuzu idrak edip yeni yaşam biçimi ve toplumlar oluşturmadıkça bu son kaçınılmaz olacak. Sebebi olduğumuz iklim krizi, bu bağlantıyı görebilen insanların duygusal iklimlerinde de krizleri beraberinde getirdi, yeni kavramları dilimize kazandırdı. Tıpkı bu yüzyılın başında tanımlanan “solastalji”, “ekolojik felaket”, “eko-kaygı” (eco-anxiety), “ekoagnozi” (çevreye kayıtsızlık), “eko-keder”, Marmara Denizi’nde bizatihi insan ıtrahı sayılabilecek “müsilaj” gibi.
Doğanın yıkımına tanık olmak, pek çoğumuzu derin bir hüzne boğuyor. Dilimize de yerleşmeye başlayan, Glenn Albrecht’in ortaya attığı “solastalji (solastalgia)” kavramı, yani “çevresel faktörlerle ya da insan eliyle meydana gelen felaketlerin yaşam alanımızda yarattığı değişiklikler karşısında duyulan keder”, bu hüznü iyi tanımlıyor. Latince solacium (teselli, avunma) ve nostalgia (geçmişe, eve duyulan özlem) kelimelerinin bir araya getirilmesinden oluşan, “ev”imizin bizi terk edeceğini sezmenin hüznü, “evdeyken eve hasret kalmak”, yerimizden yurdumuzdan edildiğimiz, neresi sıla neresi gurbet, kalakaldığımız bir durum. Enkazdan yaşama uzanan minik ele, göz göre göre yanan ormanlara, madenlere peşkeş çekilen topraklara, HES selinde yok olan Bozkurt’un denize dökülüşüne, “vahşi sulamadan” kuruyan Tuz Gölü’nü ala bulayan flamingo ölülerine, emzirmekte olduğu yavrusunu yangında kaybeden anne keçinin yüzünü duvara döndüğü o fotoğrafa bakarken, içimizden kopup giden parça… Sadece yurdundan olma değil, köklerinden sökülme, aidiyet ve kimlik zedelenmesini de ifade eden çok daha derin bir kayıp reaksiyonu, varoluşsal bir kaygı.
Solastalji, “eko-anksiyete” olarak ifade edilen, türlerin yok olmasından, kaynakların tükenmesinden, yaşanılabilir bir dünyayı ansızın yitirmekten duyulan kaygıyla yakından ilişkili; korku, çaresizlik, suçluluk, utanç, öfke gibi duyguları da barındırıyor. Aslında tüm bunlar, harekete geçmek için birer alarm görevi görmeli. Birbirimizle -yeniden- bağlantı kurma, anlam bulma, bütünselleşme, yaşamdaşlık için, bencilliği, sömürüyü, yıkımı durdurmak için harekete geçmenin bir çağrısı olmalı. Bu, tedavi edilmesi gereken kaygı bozukluğu değil, ağır yara alan gezegenin tedavi edilmesi için bizi silkeleyip kendimize getiren bir makul endişe olarak görülmeli. Bunu bir “anksiyete bozukluğu”na dönüştürense, bu kaygıyı sadece bir kısım azınlığın hissetmesi, diğerlerinin kıyıma devam etmesi, duyarlı bireylerin yalnızlık ve çaresizlik altında ezilmesidir. Kimi zaman bu kaygılar, kişinin işlevselliğini ve ilişkilerini ciddi biçimde bozan ve tedavi gerektiren depresyon, anksiyete bozuklukları, alkol-madde kullanım bozukluğu, odaklanma güçlüğü, uyku bozukluğu, yeme bozuklukları ve tıbbi hastalıklar gibi tablolara uzanan bir boyut kazanabilir. Sorunun bireye indirgenmesi, asıl sorumlu olan kapitalist sistemin ve patriyarkanın sorumluluğunu göz ardı etmek olur. Bu “ekolojik travmayı” kökten şifalandıracak olan, bireysel tedaviler değil, ancak topyekûn bir “ekolojik isyan”, “eko-kıyamet”le kitlesel mücadele ve küresel dönüşümdür.
Afetler neticesinde oluşan ya da insan eliyle oluşturulan travmalarda kaygımızın temel odağı, sağlığımız ve temel ihtiyaçlarımızdır: Hayatta kalabilecek miyiz, diğer canları kurtarabilecek miyiz, güvende miyiz? Yiyeceğimiz, içeceğimiz, ilaçlarımız, koruyucu ekipmanlarımız var mı, sağlık hizmetlerine erişebilecek miyiz? Bu tür olaylardan hepimiz aynı oranda etkilenmeyiz. Bazen savaşçı yönümüz, bazen olayı yok sayan, bazen de kaçınan tarafımız açığa çıkar. Kimimizde dağılma kaygısı, aşırı kontrol eğilimi baş gösterir. İlk baştaki şok dalgasını dayanışma, kabullenme ve baş etme çabası izler. Derin travmalar, bastırılanlar, yüzleşmekten kaçınılan yaşantılar su yüzüne çıkar. Kiminde kayıtsızlık hâkimdir. İnsanların temel güvenliği bulamadığı, temel haklarına ve gereksinimlerine ulaşamadığı, şiddete uğradığında yardım alamadığı belirsizlik ve kaos ortamlarında ruh sağlığının etkilenmemesi düşünülemez. İyi oluşumuz için “öngörülebilirlik” çok önemli bir gereksinim. Yaşamı tehdit eden durumlarda var oluşumuz tehlikeye girmiş olur. Bilgideki ve uygulamadaki tutarsızlıklar, insanların neye güveneceğine dair bir referans noktası belirlemesini ortadan kaldırır. Böyle bir durumda da şüphecilik, komplo teorileri, güvensizlik ortaya çıkar. Kişilerin kendi arka planlarında ne gibi bir baş etme biçimi varsa o devreye girer. Sağlıklı karar verme süreçleri yerine kaçma, kaçınma ya da saldırma gibi en ilkel davranış biçimleri devreye girebilir. Boş verme ve gerçeği yok sayma ortaya çıkabilir. Pandeminin etkilerinin, aşı karşıtlığının, ırkçılığın gitgide artmasında bu durumun dehşete düşüren etkilerini görüyoruz.
Ekolojik yas hangi evrelerden oluşuyor? İklim krizi ve doğal afetler karşısında yaşanan kaygı hem maruz kalanları hem tanık olanları nasıl etkiliyor? Böylesi süreçlerde duyguları işlemek ve dönüştürmek için sizce neler yapılmalı? Doğal afet yaşayan bölgelerdeki yerel yönetimlerin bu anlamda alması gereken inisiyatifler nedir?
ARZU ERKAN YÜCE: Sadece sevdiklerimizi, eşyalarımızı, mülkümüzü kaybetmeyiz. Canlı olduğunu unuttuğumuz evimiz ve dünyamız da ölümlü. Bunu yeni fark ediyoruz ve yas tutuyoruz. Yas tepkisi, herhangi bir soyut ya da somut kayba, hüsrana ya da değişikliğe verdiğimiz (bazen de veremediğimiz) tepkiler dizisidir. Yas, çok katmanlı bir olgu. Derin izler bırakan ciddi hastalıklar, ihmal, istismar, şiddet, savaş, zorunlu göç, ihanet, yakınların yitimi gibi örselenmeler, gündelik yaşam, ilişkiler, yaşamın seyri, hatta gelecek nesillerin kaderini değiştiren durumlar bir yas sürecini başlatabilir. İnsanlık tarihi kadar eski olan kayıp acısıyla baş etme sürecinde yasın belli aşamalarının ve döngülerinin olduğu gözlemlenmiştir. İnsanı anlamaya ve yardımcı olmaya çalışırken bu bilgiler yararlı olsa da, hiçbir yas diğerine benzemez. Yas, özneldir ve biriciktir. Ölümle ilişkili yas tepkisinde gözlenen süreçlerin tamamının, kayıp algılanan diğer durumlarda da sergilendiği söylenebilir. O nedenle yas konusu genelde ölüm üzerinden anlatılır. Ani ölüm, “sırasız” genç ölüm, evlat kaybı, ihmal, aile içi şiddet, savaş ve terör kaynaklı insan eliyle oluşturulan travmalardaki yas yıllarca, hatta ömür boyu işlenmeden kalabilir. Tutulamayan bireysel ya da kolektif yaslar, kuşaklar boyu aktarılabilir.
Bir kayıp olasılığı karşısında ilk refleksimiz neredeyse biyolojiktir. Kimi taş kesilir, kiminin dizlerinin bağı çözülür, kimi bayılır, kimi kendisini tokatlamaya, üstünü başını paralamaya başlar. Bu şok evresinden sonra ilk dönem görülen inkâr, şoku yatıştırır. İnkâr aşamasını ise, bölme, sıkıntı, öfke, pazarlık ve keder izler. Tüm bunlar sırayla ya da bir arada olabilir. İkircikli duygular gözlenebilir. Yoğun öfke duyarız. Sorumlulara, kendimize, kadere, her şeye. İsyan ve öfke... Öfke, gerçekleri kabul etmeye başladığımızı gösteren sağlıklı bir işarettir. Sonra bunu pazarlık ve kabullenme aşaması izler. Ardından bir çökkünlük, kaybın en derinden duyumsandığı derin keder dönemi gelir. Tüm bu dağılma sürecini kabul, uzlaşma ve derlenme, anlam inşa etme ve yasın işlenerek tamamlanışı izler. Günlük yaşama olabildiğince geri dönülür. Kayba tepkimiz, kişilik özelliklerimiz, geçmişteki kayıp öykülerimiz, yitirme biçimi, yitime hazırlık, psikolojik güç, keder duyma kapasitesi, sosyo-kültürel nedenler, yitirdiklerimizle ilişkilerimiz gibi birçok etmen tarafından belirlenir. Yas tutamazsak, geçmişin tutsağı oluruz. Yaşamımıza gölge düşer, enerjimiz çekilir, bağ kurma yetimiz zedelenir. İyileşmemizi sağlayan esneklik ve yaratıcılık harekete geçemez.
İşte bu yasın içinde sıkışıp kalmaktan kurtulmamız, derlenip toparlanarak harekete geçebilmemiz, eko-anksiyete ve solastalji kavramlarının temsil ettiği zorlanmaların üstesinden gelebilmemizde, bir anlam inşa edip yaşama devam edebilmemizde en önemli rol, önce dünyayı ve ülkeleri yöneten güçlere, sonra bireylere düşüyor. Küresel güçleri, siyasi otoriteyi ve yerel yönetimleri çevresel duyarlılık konusunda eyleme zorlamak hepimizin görevi. Paris Anlaşması gibi uluslararası iklim değişikliği sözleşmelerinin imzacısı ve gereklerinin uygulayıcısı olunması, çarpık kentleşmenin, ekolojik, yenilenebilir ve sürdürülebilir olmayan tarım, üretim ve sanayileşme biçimlerinin sonlandırılması, çevre bilincinin temel eğitim sistemi içinde öğrencilere, kamu spotlarıyla yurttaşlara, hizmet içi eğitimlerle çalışanlara kazandırılması gerekli. Merkezi ve yerel yönetimlerin iklim krizini, kitlesel travmaları önleme; hazırlık, müdahale ve rehabilitasyon aşamalarında kapsamlı faaliyet gösterecek eylem planları ve organizasyon şemalarını oluşturması, iklim aktivistleri, sivil toplum kuruluşları ve yurttaşları da bu şemalara etkin olarak dahil etmesi bir diğer önemli adım. Yöneticilerin çevreyi koruma zorunluluğu, bilinç yükseltme çalışmalarını, çalıştayları, festivalleri ve doğayla bütünleşmenin sağlanacağı her tür etkinliği öncelikli eyleme dönüştürmesi, eko-anksiyeteyi, iklim adaletini ve sosyal adaleti kendi meselesi edinmesi, bireylerin duyacağı kaygıyı/kederi makul ve üretken bir seviyeye taşıyacaktır. Afetlerde yaşam alanlarını, eşyalarını, iş olanaklarını yitiren bireylerin kayıplarının devlet tarafından koşulsuz olarak yerine konulması, mağdurların barınma ve sağlık hakkı gibi temel haklara acilen kavuşturulması, hak kaybına uğratılmaması gerekir. Son felaketlerde yakından tanık olduğumuz üzere hükümetin kriz ve kaynak yönetimi, afet sonrası destek sistemleri son derece yetersiz. Örneğin, İzmir depremzedelerinin çoğunun hak kaybına uğradığını, 10 aydır hâlen zararlarının karşılanmadığını, yeni evler inşa etmelerinin yolunun açılmadığını, krediyle borçlandırılarak kendi evlerinin küçültülmüş versiyonlarını bir kez daha satın almak zorunda kaldıklarını, yerel yönetimlerin çabalarının siyasi otorite tarafından desteklenmediğini, belirsizliğin sürdüğünü görüyoruz. Afetzedelerin bu koşullar altında yaslarını tutup sağlıklı bir psikolojiye ve işlevselliğe kavuşması beklenemez, kaygılarında haklılar. Kriz durumlarında şeffaflık ve güvenilir bilgi çok önemli. Kaygıyı artıracak bilgiler art arda sıralandığında bunlar insanları harekete geçirmek yerine daha da tembelleştirebilir, umursamazlığa itebilir ve kaygı duygusunu artırarak karar verme süreçlerinin sağlıksız işlemesine sebep olabilir. Bu nedenle yöneticilerin, kanaat önderlerinin, sivil toplum kuruluşlarının paylaşımları, nasıl davrandıkları ve nasıl önlem aldıkları, sözlerini tutup tutmadıkları kriz dönemlerinde daha da önem kazanır. Kitlesel travmalardan ve iklim değişikliklerinden her ne kadar hepimiz etkilensek de, bu travmalar yoksulu, işsizi, çocukları, kadınları, LGBTİ+ bireyleri, mültecileri, sığınmacıları, yaşlıları ve ayrımcılığa maruz kalanları daha fazla etkiler, göçlere zorlar. Bu anlamda kırılgan gruplara özel önem verilmelidir.
Bireysel düzeyde ise, sorumluluk almak ve birlikte mücadele etmek, edilgin rolden çıkarak kaygıyla, kederle baş etmemize yardımcı olabilir. Karbon ve su ayak izimizi azaltmak, beslenme ve tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek, sürdürülebilir ürünleri ve yerel üretimleri tercih etmek, atıkları azaltmak, çevremizdeki insanlara bu konuda ilham olmak, evimizde ve belediyeler aracılığıyla sokağımızda geri dönüşüm kumbaralarına yer vermek, doğayla temasımızı saksı bitkileriyle dahi olsa sürdürmek, çocukların ve öğrencilerin doğayla bağlantılarını güçlendirmek, sosyal sorumluluk projelerinin parçası olmak ve çevre bilincini yükseltmek, yapabileceklerimizden bazıları. Hiç de az değil.
Hayatımızdaki önemli değişiklikler, kritik durumlar, sağlığın tehdit edilmesi, kendimizin ya da yakınlarımızın ölme riski gibi bütün travmatik yaşantılar, ister istemez sorgulamaya iter insanı: Ben kimim, bu hayatı niçin yaşıyorum, benim için anlamlı ya da anlamsız olanlar neler? Böylelikle yeni anlamlar inşa edilir. Yaşam ve ilişkiler değişir, dönüşür. Hepimizin etkilendiğini akılda tutmak gerek. Peşin yargılara, kırgınlıklara fırsat vermemek, değişime açık olmak, birbirimizin değişimine alan tanımak önemli. İnsanlar, güvende olma hisleri sarsılıp kaos ortamı oluşunca ötekileri düşman, rakip olarak görmeye ve kendilerine haksızlık edildiğini düşünmeye başlayabilir. Bunlara hazır olmalıyız. Bu tür durumlarda kişiler, adaletsizlik duygusunu karşısındaki herhangi bir insana yönlendirebilir. Bu adaletsizliği yaratanın “krizlerin getirdiği güçlükler” ve “yönetimsel politikaların getirdiği eşitsizlikler” olduğunu düşünmekte yarar var. Bu dönemde şunu açık bir biçimde gördük: Kaygı, kötülük, şiddet nasıl bulaşıyorsa, iyilik ve dayanışma da bulaşıyor. Pek çok yerden birden filizlenen dayanışma kültürünün dalga dalga yayılıp nasıl da hayata bağlayıcı olduğuna yakından tanık olduk. Aslında birbirimiz için varız, sadece kendimiz için bir şey yaptığımızda birer hiçiz. En yakın örneği, sen elini yıkarken karşındaki elini yıkamadığında, sen maske takarken karşındaki takmadığında, aşı olmadığında virüs yayılmaya, herkesin yaşam hakkını ve özgürlüğünü elinden almaya devam ediyor. “Ötekini” de umursadığımız bir yola çıktığımızda halledilemeyecek pek az şey var. Bunu şimdi de öğrenemeyeceksek, ne zaman öğreneceğiz?
Yas birlikte tutulur. Kültür ve toplum yas işini kolaylaştırmakta ustadır. Dayanışma çemberi içerisinde bireyler kayba gitgide uyum sağlar. Yası sanatsal yaratıcılıkla telafi etmek, teselli bulmak, avunmak, ürettikleriyle ya da yası yaşama biçimiyle başkalarına ilham olabilmek mümkündür. Yıllardır, bir güne onlarcasını sığdırdığımız bitmek bilmez toplumsal travmalarla karşı karşıyayız. Yanımız yöremiz birer yas evi. Daha bir öncekinin etkisinden çıkamamış, yasını tutamamışken, her gün yeni bir acı habere, güvensizliğe, adaletsizliğe ve kaosa uyanıyoruz. Öte yandan, insanların birbirleriyle daha fazla bağlantı kurduğu ve dayanıştığı bir dünya düzeninin oluştuğuna tanık oluyoruz. Bizleri birbirimize bağlayan dijital iletişim kanallarından anbean haberleşiyor, bir araya geliyor, güçleniyoruz. Pandemide, yaşanan afetlerde ve insan eliyle oluşturulan travmalarda bunun örneklerine tanık olduk. Sosyal medya, dayanışma ortamımız, mahallemiz, okulumuz, mahkememiz, taziye evimiz oldu. Birbirimize iyi geldik. Bazen de herkesin acısı kendi boyunu öyle aştı ki, yeri geldi acılar paylaşıldıkça azalmaz oldu. Yükümüz öyle çok ki. Bir gün olsun medyadan, sosyal medyadan ve telefondan uzak durup dinlenebilmek, gücümüzü yeniden toparlamak istesek de, zorlamaya dönüşen bağlantıda olma ihtiyacımız buna izin vermiyor. Bu kez medyanın ve sosyal medyanın terörize edici, tüketici etkisiyle karşı karşıya kalıyoruz. “Şefkat yorgunluğu” ve “geride kalanın suçluluğu” tüketici olabilir. Bazen dağılabiliriz. Güçsüz hissedebiliriz. Yılgınlığa düştüğümüzde bizi yıpratan ortamlardan uzaklaşmak, zihnimizin şalterini bir süreliğine kapatıp olanı biteni bir an için yok saymak, ara vermek, dinlenmek, keyif verici etkinliklerde bulunmak, kendimize bakım vermek, dost bir omuza yaslanmak hakkımız. Gücümüzü toplamak için kontrol edebildiğimiz değişkenlere odaklanmalı, yaşamımıza yeniden yön verirken edilgin hâlden etkin hâle geçmenin yollarını aramalıyız. Doğru bildiğimizi söylemeye devam etmekten, değerlerimiz doğrultusunda yaşamaktan, özgür, eşitlikçi ve barışçıl nesillere öncülük etmekten, çalışmaktan, üretmekten, okumaktan, sanata tutunmaktan, dayanışmaktan, bir yandan yasımızı yaşarken, diğer yandan yaraları sarmaya devam etmekten vazgeçmemeliyiz. Kendimizi korumanın, “travmaların kurbanı” değil, “hayatta kalanı” olmanın, yasımızı işlemenin yollarını bulmalıyız. Kısa vadede bir şeylerin düzelmeyeceğinin farkında olmalıyız ki, mücadele gücümüzü yitirmeyelim. Tahrip etmeyi durdurabilsek, kendini yenileyebilen bir doğa var. Her anlamda iyi yetişen güzel çocukları var gezegenin. Pandemide, depremlerde, yangınlarda, sellerde gördük: Sevgileri, yaşam felsefelerini, eserleri, bir kaplumbağaya su vermeleri, fedakârlıkları, gülüşleri, hüzünleri, alçakgönüllükleri, şefkatleri… Aynı acıyla içimizin yandığını bilmek bir umut. Evimiz bizi teselli etmez olduğunda, bir teselli.