YÜKLENİYOR
28 Temmuz 2021 tarihinde başlayan, Akdeniz ve Ege Bölgeleri’nde geniş bir alana yayılan orman yangınlarında 120.000 hektarın üzerinde ormanlık alanın yandığı ifade ediliyor. Orman ekosistemi için bu ne anlama geliyor? Yaşanan süreci değerlendirir misiniz?
ALİ KEREM SAYSEL: Sorularınıza genel çevrebilim ve ekoloji bilgisi ışığında cevap verebilirim. Yanan ormanların geleceği ve nasıl restore edilmeleri gerektiği konusunda ormancıların görüşlerine başvurmak gerekir, ben o ayrıntıda bilgiye sahip değilim. Haziran-Ağustos aylarında yaşadığımız aşırı çevre olaylarının -müsilaj, kuraklık, yangın, sel- sistemik nedeninin iklim değişikliği olduğunu biliyoruz. Bilim, on yıllardır iklim değişikliği hakkında ne söylediyse, şimdi onun tezahürlerini yaşıyoruz. Diyebilirim ki, bilimsel hakikat yeryüzüne indi ve tezahür etti. Türkiye coğrafyasında güney ve batı şeritlerinde ve karasal bölgelerde sıcaklıkların artacağı, yağışların azalacağı ve bunun derinleşen, uzayan kuraklık sorunlarına yol açacağı biliniyor, beklenen bu değişime karşı da en çok tarım sektörü uyarılıyordu. Kuzeydoğu kıyı şeridinde ise, yağışların artacağı, aşırı yağış olaylarının cereyan edeceği biliniyordu. Yaşadığımız felaketlere hava olayları yol açıyor, hava olaylarıysa iklimin bir fonksiyonu olarak gerçekleşiyor. İklimler değişirken aşırı hava olaylarının cereyan etmesi şaşırtıcı değil, tümüyle beklenen yönde. Diğer taraftan, bu olayların birer insani felakete dönüşmesinin nedenlerini hava olaylarına havale edemeyiz. Başlı başına yeniden tasarlanmış, sosyo-teknik sistemlerin uyumunu ve dayanıklılığını artıracak politikalarla bu felaketlerin üstesinden gelmeye çalışmalıyız.
Son felaketler, sosyo-ekonomik açıdan ve uyum/dayanıklılık politikaları yönünden ne kadar hazırlıksız olduğumuzu ortaya koydu. Müsilaj sadece Marmara ısındığı için değil, bu denizi kuşatan belediyeler çok zayıf atık su arıtması yaptıkları ve derin deniz deşarjına başvurdukları için yaşandı. Ergene meselesi bu anlamda tipik bir örnektir. Nehri temizliyoruz diye kirliliğin Kuzey Ege’ye doğru olan yönü Marmara Denizi’ne çevrilmiştir. Konya’da çiftçiler, mısır ekimine teşvik edildikleri ve havza bazında ürün planlaması yapılmadığı için susuz kaldı. Hektarlarca orman yangını, tetikleyici faktörlere karşı önlem alınmadığı, teknik ve örgütsel yangın söndürme kapasitesi hazır edilmediği için yok oldu. Seller; arazi tahribatı, dere yataklarını daraltma, yanlış kentleşme politikaları nedeniyle insani felakete yol açtı. Özetle, aşırı hava olaylarıyla yaşayacağımız yeni bir normale giriyoruz maalesef, bunların insani felakete dönüşmemesi için sadece parçalı önlemlere değil, tüm ekonomik önceliklerimizde ve kalkınma politikamızda değişikliğe ihtiyaç duyuyoruz. Çözüm arıyorsak, bunu tesis edecek kuvvetli reformların neler olduğunu ve siyasi iradenin nasıl şekillenebileceğini tartışmalıyız. Tıpkı iklim değişikliği gibi, felaketler de insan marifetiyle ortaya çıkar, bunları önlemek için parçalı teknik önlemlerin yetersiz kalacağı, topyekûn ahlaki-politik bir dönüşümün gerekli olduğu yeni bir döneme giriyoruz.
Bu çerçeve üzerine “Ormanlara ne oldu?” sorusuna gelecek olursak: Orman ekosistemlerinin yaşlanma-ölüm-filizlenme-gençleşme-olgunlaşma döngüsü içerisinde organik bir bütün olarak yaşayan, yüksek tür çeşitliliği içeren, türler arası simbiyotik ilişkiler sayesinde dayanıklılığını artıran ekosistemler olduğu bilinir. Doğa korumadaki yeni paradigmalara göre, bu tür doğal varlıkların, onlardan istifade eden, onlarla birlikte yaşayan, kapitalist büyüme modellerini esas almayan rızk ekonomileriyle birlikte olması hâlinde daha iyi korunacağı bilinir. Doğal varlıklarla birlikte yaşayan yerli ve yerel topluluklar, o varlıkların gözü, kulağı ve sesi olarak işlev görür. Bu ideal döngü içinde yangınlar da olabilir, bu yangınlar doğal veya insan kaynaklı nedenlerle başlayabilir, ama yarattığı tahribat doğanın kendisini yenileme kapasitesiyle uyumlu olur. Yangın, orman döngüsünün bir parçasıdır.
Fakat Temmuz-Ağustos ayında yaşanan yangınların boyutlarının doğanın kendisini yenileme kapasitesinin sınırlarını zorladığı görülüyor. Bu, sıcak kuru hava şartlarından, önlem ve afet önleme konusundaki yetersizliklerden kaynaklandı. Doğal varlıkların bu derece geniş boyutlarda tahribatı, geri dönüşsüz süreçleri de başlatabilir. Belli türlerin yok olması ve çıplak arazilerin erozyona maruz kalması, ormanların geri gelişini tahminlerin üzerinde geciktirebilir, imkânsız kılabilir. Burada sözü ormancılara bırakmam daha doğru olacaktır, ama benim anlayışıma göre, ormanların geri kazanılması için kuvvetli bir doğa-insan işbirliğine ihtiyaç olacak. Yanan ormanların yasal orman arazileri olarak korunması ve ekonomik dönüşüme açılmaması da kritik önemde.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli başlıklı raporunu yayımladı. 20 yılda ortalama küresel sıcaklığın 1.5 dereceyi aşması bekleniyor. Isınma hızındaki artış önümüzdeki yıllarda orman yangınları, seller ve kuraklık açısından bize ne anlatıyor? Ekosistemi ve biyolojik çeşitliliği korumak için neler yapılmalı? Merkezi yönetim ve yerel yönetimler açısından nasıl bir kriz yönetimi, acil eylem planı ve iklim eylem planı olmalı?
ALİ KEREM SAYSEL: IPCC, bildiğiniz gibi UNFCCC’nin (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) resmî bilimsel danışma kuruluşu. Dört yılda bir yenilenen küresel değerlendirmelerin yanı sıra çok sayıda tematik rapor da yayımlıyor. IPCC’nin yıllardır sistematik olarak insanlığı artan ölçülerde uyaran, tehlikenin boyutlarına işaret eden ve bunları giderek daha kesin bir dille ifade eden raporlar yayımladığını görüyoruz. Bilim dünyası, yüzyıl sonunda 1.5-2 derece bandının üzerine çıkacak bir ısınmanın yeryüzü üzerinde kolaylıkla yönetilemeyecek kadar kötü ve geri dönüşsüz etkileri olacağı görüşünde. UNFCCC Paris İklim Anlaşması da 1.5-2 derece bandını 21. yüzyıl için bir çıpa olarak koydu. IPCC, biraz da Paris Anlaşması’nın bu genel amacını destekleyecek nitelikte 2019 yılında bir tematik rapor yayımladı ve bu çıpayı yakalamak için teorik olarak hâlâ bir şansımız olduğunu söyledi. Bunun için 2020-2040 yılları arasında küresel ekonominin karbon-nötr hâle gelmesi, yani atmosfere salınan sera gazlarıyla karalar ve okyanuslar tarafından yutulan gazların birbirini götürmesi gerekiyor. Tabii iki yıldır Covid-19 kaynaklı resesyona rağmen küresel salımlarda böyle bir inişin işaretlerini göremedik. Trump döneminde ABD, Paris Anlaşması’ndan çekilerek zaman kaybetti. Çin, karbon-nötr olmak için 2060 yılını adres gösterdi. Türkiye ise, anlaşmayı onamayarak kör ve sağırı oynadı. Üstelik, verilmiş olan sözlerin (adına INDC denen ulusal olarak kararlaştırılmış katkılar) gerçekleşmesi, ekonomik politikalara terk edilmiş vaziyette. Yani yeraltındaki hidrokarbon, endüstriyel tedarik zincirinin en başında bunu yakan termik santraller ve küresel finans piyasalarında işlem gören bu ve benzeri şirketler için yaptırımlar getirmeyeceksiniz, ama gelişen “backstop” teknolojiler mucizevi bir hızla devreye girerken fayda maliyet analizleri de bunları konvansiyonel teknolojilere göre avantajlı kılacak. Bu senaryo size inandırıcı geliyor mu?
IPCC 6. Değerlendirme Raporu, 1.5 derece tematik raporundan iki yıl sonra yayımlandı. Aynı bilimsel görüşü ileri sürüyor. Teorik çıkış yolunu gösteriyor ve bunun gerçekleşmemesi hâlinde ortaya çıkan sistemik risklere işaret ediyor. “IPCC, ne yapılmasını öneriyor?” sorusuna cevap verebilmem için raporun azaltım bölümlerini daha ayrıntılı okumam lazım. Fakat IPCC, önermekten ziyade seçenekleri ortaya koymayı tercih eder. Çünkü bu raporların yayımı için hükümetlerin onayı gerekir ve onlar kendilerine reçete sunulmasından hoşlanmaz.
Yerel yönetimlerin ve merkezi yönetimin azaltım ve uyum programlarına bir arada sarılmaları gerekir. Yani hem karbon ayak izimizi azaltacağız hem de hava olaylarına karşı hazırlanacağız. Bu iki faaliyet alanı arasındaki karşılıklı besleyici ilişkilerin tespit edilmesi lazım. Örneğin, termik santralleri lağvedip, rüzgâr ve güneş santrallerine yönelirken, madenlerden boşalacak işgücü ordusuna da daha nitelikli bir istihdam sağlayabilirsiniz. Kentsel dönüşümde enerji verimliliği yüksek, yeşil alanlı, hava koridorlu yapılar inşa ederken hem karbon ayak izini azaltır hem de kent halkını ısı dalgaları gibi aşırı hava olaylarına karşı korursunuz. Bunun aksine, uyum artırırken, kırılganlığı yaygınlaştıracak ve karbon ayak izini artıracak eylemlere soyunmamalısınız. Örneğin, bir tarım havzasında kuraklık var diye havzalar arası su transferine yönelirseniz hem membadaki ekolojik ve beşeri sistemleri daha kırılgan hâle getirirsiniz hem de karbon ayak izini artırırsınız.
Bunlar, okunarak, düşünerek, tartışarak ve araştırarak keşfedilecek şeyler. Bu noktada tabii ki akademiye de iş düşer. Ama bence esas konu, bu tür kalkınma modellerini mümkün kılacak ekonomik politikalar ve siyasi irade. Bugün Türkiye’de olduğu gibi, göçmenlerden sağlık sistemine, altyapı yatırımlarından kentleşmeye kadar attığınız her adımı sıcak paraya ve kredi girişine bağlarsanız, bu söylediklerim size pek çekici gelmeyebilir. Bence yerel yönetimlerin ve merkezin yönetimin öğrenmesi, kendi ulusal gerçekliğine uyarlaması gereken iki ders var: “Yeşil Yeni Mutabakat” ve “Adil Geçiş.” Bu ve benzeri işleri kotarabilmek, bunu yapabilecek siyasi desteği devşirebilmek için herkesin bu iki derse iyi çalışması gerekiyor. Fakat bu ezberci bir ders olmamalı, bunun gerçekleşmesi için ahlaki-politik öncüllerimizin yer değiştirdiği köklü bir değişime ihtiyaç var.
BM Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu (IPBES), Birinci Küresel Değerlendirme Raporu’nda 1900’lü yılların başından bu yana ormanların %50’sinin yok olduğu ifade ediliyor. İnsan faktörünün doğaya müdahalesi ve doğa kaybında etkisi düşünüldüğünde iklim kriziyle mücadele stratejileri hangi kriterlerle planlanmalı? Yerel yönetimler orta ve uzun vadede hangi önlemleri almalı?
ALİ KEREM SAYSEL: Bu soru ve IPBES’e referansınız için teşekkür ederim. Ben de IPBES 1. Küresel Değerlendirme Raporu’nun yazarlarındanım ve aynı zamanda IPBES Senaryo ve Modeller Çalışma Grubu’nun üyesiyim. Endüstri öncesi döneme kıyasla küresel orman alanlarının %32 eksildiği belirtiliyor. Tarımsal genişlemenin %50’si orman alanlarının istilasıyla mümkün olmuş. Rapor, karasal arazinin %78’inin insanlar tarafından değişikliğe uğratıldığını belirtiyor. Bir milyon canlı türünün yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu, bunun büyük ölçüde arazi dönüşümlerinden kaynaklandığını işaret ediyor. Rapor, sosyo-ekonomik analiz de içeriyor. Temel değer, üretim ve tüketim kalıplarındaki mevcut yörünge devam ettiği müddetçe BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, biyoçeşitlilik için Aichi Hedefleri gibi hedeflerin yakalanamayacağını söylüyor ve hükümetleri “köklü bir değişim için” katalizör olmaya davet ediyor. Bu bulgulara ben şaşırmıyorum, çevre bilimleri ve ekoloji okumak demek, biraz da her gün insanlığın doğa üzerindeki etkilerine dair hazin hikâyeler dinlemek demek. Ama burada enteresan olan, bu derece kapsamlı verinin derlenmesinin yanı sıra “köklü değişim” için çeşitli patikaların tespit edilmesi ve bunların hükümetlerarası bir panele kabul ettirilmesi. Bu patikalar, büyük şirket gücünün zayıflatılmasından müşterek varlıkların inşasına, eğitimden piyasa temelli çevre politikalarına kadar uzanan geniş bir yelpaze içeriyor. Tabii maalesef, panelin kabul etmesi bunların ulusal/yerel politikalara doğrudan tercüme edileceği anlamına gelmiyor.
Evet, beşeri yaşamla doğa arasındaki ilişki 21. yüzyılın temel sorunsalı olmaya devam edecek. Bu ilişkinin karşılıklı besleyici olmasını tercih ediyorsak, köklü değişim şart. Belediyeler gibi yapıların da bu genel anlatı içerisinde kendi yol ve yöntemlerini geliştirmesi gerekir. İnşaat şirketlerinin cebini doldurarak kentleri ve doğayı koruyamadığınız gibi, aslında insanları da doyuramaz, hatta onları ev sahibi dahi yapamazsınız. Madencilik gibi yenilenemez kaynaklara dayalı sektörler, büyük olasılıkla yarınki sosyal felakete hazırlık demektir; çünkü o kaynak tükenecek, tükenirken alternatif olanakları da beraberinde tüketecektir. Bugüne değil, yarına yatırım yapan faaliyetlerin tespit edilmesi, bu yapılırken de toplumsal eşitlik ve adalet ilkesinin gözetilmesi gerekir. “Yeşil Yeni Mutabakat” da aslında bunu anlatıyor.
Belediyelerin yasal gücünü bilemiyorum, yetkileri Türkiye’de sürekli tırpanlanıyor. Ama bu yetki gaspının kendisi bile belediyeler için bir mücadele alanı olmalı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kanal İstanbul politikası çok doğru. O mücadele mutlaka kazanılmalı. Kentsel saçılma engellenmeli, kentlerin eteklerine daha fazla uydu kentler, sanayi merkezleri kurulmamalı. Kentsel dönüşüm, deprem riskiyle beraber çevresel riskleri de önceleyerek yapılmalı, bunun için uygun finans modelleri geliştirilmeli. Benim kanaatim, gayrimenkulün bir yatırım aracı olduğu bir ülkede hiçbir şeyi insan tahribatından koruyamazsınız. O yüzden yeni finansman modelleri de gerekiyor.
İklim değişikliğiyle birlikte biyoçeşitliliğin azalma riskinin yüksek olduğu yerlerden biri de Türkiye. Yaşanan orman yangınları sonrasında orman ekolojisindeki habitatın doğal yoldan yenilenmesi nasıl olacak? Ağaçlandırmada ve bölgenin biyoçeşitliliğine yönelik yapılacak çalışmalarda nelere dikkat edilmeli? Bu anlamda yerel yönetimlerin alacağı inisiyatifler sizce ne olmalı?
ALİ KEREM SAYSEL: Bu soruyu orman ekosistemlerini çalışan uzmanlara bırakmayı tercih ederim. Ben de onlardan okuyup öğrendiklerimi kendi süzgecimden geçirerek yorumluyorum. Genel kanaatim şöyle: Son tahribatın büyüklüğü, olağan orman ekosistem döngüsünün ötesine geçip geri dönüşsüz bir ormansızlaşmaya yol açabilir. Yukarıda da söyledim, anahtar türlerin kaybı, toprak yüzeyinde aşırı erozyon, bir de bu arazileri imara açacak müdahaleler, geri dönüşsüz bir kayıp getirebilir. Diğer taraftan, ormancıların kaba ağaçlandırma yerine ekolojik restorasyon, bir anlamda orman varlığının daha yavaş ama daha çeşitli bir şekilde geri döndürülmesi argümanlarını da anlıyorum. Sanırım sıkı bir insan-doğa işbirliği gerekiyor, doğanın dilini anlayıp doğanın eğilimlerine destek olacak nitelikte bir ormanlaştırma ve restorasyon mümkün olabilmeli.
Öte yandan, her yıl bu derece tahripkâr olabilecek yangınların hızıyla yarışmanız için erken uyarı sistemleri, koruma alanları, havadan izleme gibi önlemlerin, ayrıca hazır ve nazır yeterli yangın söndürme teçhizatının önemi anlaşılıyor. Ormanlarda belediyelerin rolünü bilemiyorum. Şimdiki yetki paylaşımına göre, belediyelerin itfaiye kapasiteleriyle imarlı alanları koruması, belki bunu mücavir alana da müdahale edecek şekilde geliştirmesi gerekebilir.
Söylediğim gibi, temel mesele almamız gereken, tekil önlemlerden ziyade kalkınma politikalarını köklü değişime uğratacak ahlaki, politik dönüşüm ve bunu sağlayacak iradenin tesis edilmesi. Teknik önlemler ancak böylesi bir sosyo-ekonomik evrende yeterli ve işlevsel olabilir.