"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Pınar Uzun: Ekosisteme Zarar Vermemek Bir Zorunluluk

  • 9 Ağustos 2021

PINAR UZUN


CHP PM Üyesi



Öncelikle sizi tanıyalım. Siyasete giriş motivasyonunuz neydi?


PINAR UZUN: Yaşama dair her şeyin adil olması dışında pek az şey dilediğim erken yaşlarımda adaletsizliğin bile herkes için eşit düzeyde yıkıcı olmadığının farkına vardım. Tam da bu noktada benzer hissiyatta ortaklaşmış insanlarla bir arada olma gerekliliğine ve bu mücadelenin örgütlü olduğu takdirde mağdur edilen ezici çoğunluk için faydalı olabileceğine inandım.


Eşitsizliğin sosyal sermayeden, varsıllıktan, nüfuzdan uzak olan insanlar üzerinde yarattığı katlanılmaz sonuçları tecrübe ederken toplumcu refleksler geliştirmeye zaten başlamış oluyorsunuz. 


Ben ayrımsız, eşit ve özgür bir ülke için toplumun gerçek sorunlarına yönelik samimi çözümlerin, halk için örgütlü siyasetin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün mirası olan en kıymetli yolun yoldaşı olmaya karar verip aktif siyasete katıldığımda 15 yaşındaydım.


İlçem olan Kadıköy’de lise yıllarımda lise komisyonunda, üniversite çağımda öğrenci örgütlenmesinde görev aldım. Kadıköy Gençlik Örgütü Başkanı seçilerek yol arkadaşlarımla birlikte fikri mânâda ve sahada gece-gündüz çok değerli tecrübeler edindiğim süreçte Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezun oldum. Şu anda Parti Meclisi Üyesi olarak Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun başta ifade ettiğim “adaletsizliğin herkes için eşit olmayan yıkımına” karşı sahici çözümler üretmekteki samimi ısrarıyla halkın iktidarına giden kutlu yolda bir noktayım.


Yaşanan tüm haksızlıklara, güçlüye müşfik, mazluma gaddar olanlara, kamusal ve özel alanda iliklerimize işleyen gerici tahakküme ve baskı rejimine karşı sorumluluğumu çok değerli siyasi ailemin de tıpkı benim gibi okulu olan CHP çatısı altında yerine getirmek gerçekten büyük onur. 


Bu sorumluluk duygusuyla her gün, memleketimizin en köklü siyasi partisinin milyonlarca neferinden biri olarak ilk günün heyecanını taşıyorum.


Kendisinden örnekle eşitsiz koşulların yarattığı yıkıma, geleceksizliğe, güvencesizliğe, gelirsizliğe, işsizliğe, ötekileştirilmeye ister uzaktan ister yakından şahitlik eden bütün genç arkadaşlarıma çağrım, aktif ve örgütlü siyaset. Çünkü sen yoksan, bir eksiğiz. 


Yoğun olarak dezavantajlı gruplarla çalışıyorsunuz. Çocuklara yönelik gönüllü faaliyetler ve sosyal projeler yoğunlaştığınız alanlar arasında yer alıyor. Aynı zamanda kadınlar ve kadın hakları için de çalışmalarınız mevcut. Dezavantajlı gruplara temas eden, fırsat eşitsizliklerine, hak ihlallerine odaklanan çalışmalara yönelmenizin nedenlerini anlatır mısınız? Sahada zorluklarla karşılaşıyor musunuz? Dünyadaki örneklerle karşılaştırdığınızda Türkiye’deki dezavantajlı grupların toplumsal hayata dahil edilmesi sürecinde yapılması gerekenler sizce nelerdir?


PINAR UZUN: Türkiye’de siyasi otoritenin hassas gruplara kavramsal yaklaşımından tutun, ihtiyaca dönük ekonomik, sosyal programların ve eğitim programlarının uygulanabilirliğinin bölgesel gelişmişlik farklarından ötürü kolayca aksayan kırılgan yapısına dek ciddi sorunların üzerinde oturuyoruz.


Aklınıza gelebilecek her alanda yalnızlığa terk edilenler arasında uyum politikasına, kaliteli eğitim programına, sağlık hizmetine, ekonomik yeterliliğe, çalışma hayatına katılımlarının kolaylaşmasına, sosyal bütünleşmeye ihtiyaç duyan çocuklar ve gençler var.


Özellikle çocukların kent yoksulluğunun etkileneni olmalarını, bölgesel olanaklar dahilinde sınırlandırılmalarını ve özel koşullarının yaşam kalitelerini düşürmesini normalleştiren bu düzeni reddediyor, siyasi otoritenin unutmaya meyyal olduğu sorumluluklarını hatırlatıyoruz.


Gelişmiş ülkelere kıyasla öncelikli eksiğimiz, çalışma alanı çocuklar ve gençler olan bakanlığın sözde kurumsallığı. Temel faaliyetlerinin neleri kapsaması gerektiğinden habersiz, özverisiz ve uzmanlıktan uzak kurumlar, kaliteli düzenlemeler yapma kapasitesine sahip değil. Sosyal güvenlik, barınma, işgücü piyasasına katılım, eğitim, sağlık, ekonomi ve süresiz bakım gibi alanlarda açık yaratmaya maalesef devam ediyorlar.


Mahkûm çocuklar, hapishanelerde büyüyen bebekler, çocuk işçiler, engellerini aşma şansları astronomik ücretlerle hizmet veren eğitim kurumlarının maliyetini karşılayabilmeleri ölçütüyle ellerinden alınanlar önceliğimiz olacak.


Ebeveyn yoksunluğu, sağlık problemleri, kırsal veya kentsel yoksulluk gibi sorunlar, sosyal politikaların eksikliğiyle, eğitimde fırsat eşitsizliği benzeri yönetsel vurdumduymazlıkla derinleşiyor. Özetle ülkemizde geniş kesimler, iktidar eliyle dezavantajlı olmaya itiliyor. 


Türkiye, kadına yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin önlenmesine ilişkin İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan ilk ülkeydi. Sözleşmeyle birlikte kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve şiddetle mücadele konusunda eşit haklar, kadınların katılımı, liderliği ve ulusal mevzuat açısından ilerleme kaydedilmişti. Ancak hükümet 20 Mart 2021 tarihinde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını açıkladı. Kadınların yaşamı üzerinde olumlu bir etkiye sahip olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını, etkilerini ve sonuçlarını değerlendirir misiniz? Bu çerçevede kadın odaklı çalışmalarınızın kapsamından bahseder misiniz?


PINAR UZUN: Kadınlar her gün katledilirken iktidarın kadınlarla ilgili eylem planında tek madde vardı: İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek. Kadınları sürekli aşağılayan kötücül yaklaşımla devlet dilini dönüştürerek bu amaca hizmet etmeye başladılar. 


Bu noktada kadın cinayetleri politikleşti. Tekrar ettikleri kötücül söylemler, şiddetin önlenmesinde etkin pozisyon potansiyeli taşıyan yargının ve emniyetin şiddetle mücadele ciddiyetini soğuttu. Uzaklaştırma kararına ve yasal mevzuata güvenen şiddet mağduru sayısız kadın, şiddetin erken dönemlerinde emniyet ve yargı tarafından önemsenmedikleri için katledildi. Kolluk güçleri, şiddet mağduru bir kadına “ölene kadar ölümden korkma” diyerek âdeta alay ederken, politik karar alıcılar herhangi bir sorumluluk almadığında da kadın cinayetleri politiktir, kadına yönelik şiddetin abartıldığını söylediklerinde de. 


Kadının yaşam, eğitim, çalışma hakkına saygısı olmayan, özgür özne kimliğine tahammül edemeyen kadın düşmanlarını besleyerek cinayetlerin azmettiricisi olmayı tercih ettikleri sır değil. Kadınla erkeğin eşitliğine inanmayan yabani bir ilkellikle nefes alıyor iktidar.


Planlayarak şeytanlaştırdıkları ve ardından Erdoğan’ın buyruğuyla çekildikleri İstanbul Sözleşmesi, devlete şiddetin hedefinde olan herkesi koruma, şiddeti önleme, suçluyu cezalandırma sorumluluklarını hatırlatan ve zorunlu kılan çok güçlü bir metindi.


Biz gerek kamusal alanda gerek özel alanda şiddetin tüm çeşitleriyle karşılaşan kadınlar için koruyucu niteliği ve suçu önleyici yaptırımları olan sözleşmenin uygulanmasını talep ederken kararnameyle çekilenler şunu itiraf etmiş oldu: Kadına yönelen şiddetin tüm çeşitlerinin ortağı değil, patronuyuz. Özetle, yaşam hakkımızı güvence altına almak için İstanbul Sözleşmesi’ne ve 6284’e tutunurken, sistematik hâle gelen kadın cinayetlerinin faillerinin sırtını sıvazlayan rezilliğin muhatabı olduk. 


Sadece kadınları değil, çocukları, erkekleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve şiddetin tüm mağdurlarını hiçbir ayrım gözetmeden koruyacak olan bir mekanizmadan nefret edenler aslında bireylerin cinsiyet, siyasi görüş, inanç, sosyal statü ve etnik köken baz alınarak ayrıştırılmadığı bir toplumsal düzeni istemeyenlerdir.


Tüm şiddet biçimlerine karşı şiddetin başladığı ilk andan itibaren suçlunun caydırıcı cezalarla muhatap edilmemesi hayati bir meseledir. İktisadi, siyasi, sosyal alanların tamamında kadınları eşitsizlik ve şiddet çıkmazına sıkıştıranların yön verdiği toplumsal yaşamdaki sorunlu konumumuz hayati bir meseledir. Mahkemelerin erkek şiddetini kucaklaması, içeriğinden saptırılan yasalarla suçluların değil, kadınların cezalandırılması, sistematik şiddet, işkence, hakaret, tehdit, şantaj, ısrarlı takip gibi suçların caydırıcı yaptırımların konusu olmaması hayati bir meseledir. 


Kadına yönelik şiddetin önlenmesi İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nde de belirttiğimiz gibi tartışmasız önceliğimiz. Görmezden gelinen ev içi şiddeti toplumun ve yargının genel kabulleri kategorisinden çıkaracağız. İstanbul Sözleşmesi’ni uygulayacağız. Kadınları evin bir parçası olarak görenlerin, kadınlar iş aradığı için işsizliğin yükseldiğini iddia eden siyasilerin, işçi alımlarında liyakati değil, cinsiyeti önceleyen erkek yöneticilerin, kadınları ikinci cins olarak görenlerin, erkek yargının ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilenlerin enkazını hızla kaldıracağız. 


Hayvan hakları ve iklim krizi diğer çalışma alanlarınız. Hayvanları Koruma Kanunu geçtiğimiz günlerde kabul edildi. Kanunun içeriğinden ve kapsamından bahseder misiniz? Kanunla birlikte yerel yönetimlere düşen sorumluluklar sizce nelerdir? Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız orman yangınlarıyla birlikte iklim krizi tekrar gündeme yerleşti. Gündemdeki tartışmalar bağlamında yerel yönetimler iklim krizine yönelik neler yapabilir? Alternatifler ve çözüm önerileri sizce nasıl olmalı?


PINAR UZUN: 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun hak temelli düzenlenmiş güçlü bir Hayvan Hakları Yasası’na evrilmesini beklerken yeniden türcü ve ayrımcı bir metinle karşı karşıya kaldık. Bu göstermelik metin, duyarlı ve bilinçli canlılar olan hayvanları korumuyor. Çünkü hayvanlara yönelik şiddet, tecavüz ve işkence suçlarının yatarı yok. Doğrudan şikâyetin önü kesilirken, hayvan deneyleri, kürk üretimi ve hayvan satışı sürüyor. Göstermelik satış yasağının arkasında kataloglar, online satışlar var. Üretim merkezlerinde yapay döllenme eziyeti devam ediyor. Av cinayeti ne yazık ki hâlâ çok güçlü. Sahipli/sahipsiz hayvan ayrımı devam ediyor. Ekolojiye, biyolojik çeşitliliğe dair iyi niyet emaresi bile yok. Biz, hayvanlar asıl yaşam alanlarında yaşamalıdır diyoruz, onlar hâlâ doğal yaşam parkı, hayvanat bahçesi, yunus parkları diyor. Metinde belediyelerin sorumluluğu var, fakat belediyelerin denetimi ve bütçe zorunluluğu yok. Hayvanların ezici çoğunluğu deneylerde kullanılabilecek, öldürülecek, birileri zengin görünsün diye derilerinden kürk yapacak, “spor” adı altında katlettikleri hayvanın yanına uzanıp poz verenler birilerine para kazandıracak diye av cinayeti sürecek. Nesli tükenme tehlikesi olan hayvanları öldürenler, tecavüz ve işkence edenler, öldürenler, biz yetkili deneyi de kabul etmezken deneyleri yetkisiz gerçekleştirenler, hayvan dövüştürenler, hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasıyla, ceza ertelemesiyle, sözde cezalarla toplumsal hayatın içinde olmaya devam edecek. Ev hayvanları tanımına dahil edilenler hâlâ ticaretin unsuruyken diğer duyarlı ve bilinçli canlılar, et endüstrisinin kazanç kapısı. Orman yangınlarında ölen hayvanları “beyaz et” diye tarif eden çiğliğin karşısında daha emin durmak için hayvanlar arasında türcülük yapmaktan tüm yaşam biçimimizle vazgeçmek zorundayız. Yaşamak için çırpınan, bunun da ötesinde yaşam hakkı olan duyarlı ve bilinçli canlıları sofranıza koyduğunuzda türcülük yapıyorsunuz ve hatta iklim krizine hizmet ediyorsunuz. Maalesef egemen düzende hayvanların yaşam hakkı, evcillik kriteriyle sınırlı. Küresel servet piramidinde zirvede olan ülkeler, karbon emisyon salınımında da zirvede. Yenilenebilir enerjiye değil, fosil yakıt tüketimine ağırlık veren, karbonsuzlaşmayı dikkate almayan, aktif iklim politikaları uygulamayan en zengin ülkeler küresel iklim değişikliğini krize sürüklerken yoksul ülkelerin dünyasını talan ettiler. Bu noktada iklim adaletsizliği ortaya çıkıyor. İnsan eliyle kontrolsüzce yok edilen doğal kaynaklar; hayvan endüstrisini büyüttü, tarım alanlarını, ormanları ve su kaynaklarını yok eden et tüketiminin yol açtığı kıt kaynaklar kaldı dünyanın elinde. İklim adaleti talep eden çevre protestoları uzun yıllar görmezden gelindi. Bugün acilen küresel ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı durdurmak zorundayız. Kişisel olarak yapabileceklerimizin başında bitkisel beslenmek, enerji ve su tasarrufuna özellikle önem vermek, atıkları azaltmak gibi hayati tercihler var. Devletlerin yapması gereken ise, taahhütlerin verildiği, verilen taahhütlerin kontrole ve yaptırıma tabi olduğu karbonsuz yeni sistemi bağlayıcı kılmak. Bu amaçla 191 ülkenin imzaladığı Paris Anlaşması kapsamında Türkiye ne yazık ki hâlâ enerji dönüşümü taahhüdü vermiş değil. OECD ve G20 içinde sorumluluk almaya yanaşmayan bir ülkeyiz. Ortalama sıcaklık artışında geri dönüşün sağlanamadığı bu tabloda hedef belirlenen 1.5 oranında sabit kalmak, düşük karbonlu düzeni inşa etmek, sera gazı emisyonlarını azaltmak, yenilenebilir enerji kullanmak ve ekosisteme daha büyük bir zarar vermeden doğal dengeye kulak vermek artık bir tercih değil, zorunluluk.


Önerilen Haberler