"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Erçetin: “Gelişme ve kalkınma vizyonu geniş kapsamlı olmalı”

  • 14 Kasım 2022
İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Dr. Tuğçe Erçetin Belediye Gazetesi’ne görüşlerini aktardı.

İnsani Gelişme Vakfı, “İnsani Gelişme ve Sürdürülebilir Kalkınma: Yerel Yönetimler-2021” raporunu Ekim 2022’de yayımladı. İnsani gelişme, bir gelecek vizyonuna, hedeflere ve beklentilere işaret ediyor. Dünyadaki örnekleriyle karşılaştırdığınızda, Türkiye’de yüksek insani gelişmişlik düzeyine ulaşılması için izlenecek ekonomik, sosyal ve kültürel politikalar hangi kapsamda olmalı? 

TUĞÇE ERÇETİN: Cevabıma, dünyaya bakarak başlamak istiyorum. ABD, bir süre önce, Çin’de üretimi güçleştirecek, yarı iletkenlerin ihracını zorlaştıracak bir karar aldı. Bu, uzun süredir iki ülke arasında süren ekonomik savaşın daha da şiddetleneceğini gösteriyor. Sadece bu kadar mı? Project Syndicate’te Çin’i analiz eden Daron Acemoğlu, ülkenin gelecek hayallerinin artık daha az pembe olduğunun altını çizdi. Sputnik’in haberine göre, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, orduya “yeni durum ve görevlerin anlaşılması ve savaşa hazır olmaya odaklanma” talimatı verdi. Bu arada Çin, 1 trilyon dolarla elinde en fazla ABD hazine tahvili ve bonosu bulunduran ülke. Riskler, çelişkiler… Mevcut durum, en azından şimdilik, bir dünya savaşı çıkacağı anlamına gelmiyor. Ancak dünya bir yandan küreselleşmeden kopan, özellikle Batı ile Çin ve Rusya arasındaki kopuş sürecinden, bir yandan da siyasal ve ekonomik olarak yerelleşen, millîleşen bir süreçten geçiyor. Bunun getirdiği ekonomik ve siyasi riskler var. Artık neredeyse işlevini kaybetmiş Birleşmiş Milletler yapısından NATO’nun yeniden organize olma, büyüme yolundaki atakları da bu riskler arasında. Dünyadaki bu riskler içinde Türkiye hem cumhuriyetin 100. yıldönümüne hem de seçime hazırlanıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2022 İnsan Gelişme Raporu’na göre Türkiye, 191 ülke arasında 48. sırada. Aynı rapor, toplumsal cinsiyet eşitliği alanında değerlendirildiğinde, erkeklerin kadınlara oranla daha yüksek insani gelişme seviyesinde olduğu görülüyor. Türkiye, ülke sıralamasında 65.’liğe geriliyor. Tüm dünyada insani gelişmişlik, 2016 seviyesine gerilemiş durumda. Türkiye’nin 2018’de geçtiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, seçilene olağanüstü yetkiler verilmesi nedeniyle devlette kurumsal anlamda ciddi bir zaaf gözleniyor. Merkez Bankası gibi ekonominin en önemli kurumunun bağımsızlığının ortadan kaldırılmasından ürettiği verilerin güvenirliliğinin tartışıldığı İstatistik Kurumu’na kadar güvenlik bürokrasisinin yapısı parti-devlet anlayışına bürünüyor. Tartışmalı yargı kararlarına liyakat sisteminin ortadan kalkması ekleniyor. Bunlar bir yandan popülist liderlerin yönetimindeki ülkelerin durumuna benziyor, bir yandan da eksikliklere rağmen bir asırlık demokrasi birikimiyle kadınlar, gençler ve çevre hareketi, durmayan bir mücadeleyle dinamik bir toplum yapısının, kurulmak istenen düzene itirazının gösterdiği umudu taşıyor.

Türkiye’nin izlemesi gereken siyasal-ekonomik programların temelinde elbette demokratik hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmesi geliyor. Bu sağlanamadığı takdirde büyüme, insani gelişmişlik ve refah, iktidarın ve yakınındaki küçük grubun tekelinde kalıyor. Devletin ihalelerini hep aynı isimlerin aldığı, liyakate göre değil, sadakate göre iş dağılımının yapıldığı, ülkenin genç-okumuş kesiminin yurtdışına gitmek için hayal kurduğu bir toplum yapısıyla karşı karşıyayız. Türkiye’de, derin yoksulluğu ortadan kaldıracak sosyal devlet uygulamalarının yaygınlaştırıldığı, eğitim hakkının herkes için sağlandığı, eşit vatandaşlığın, kadın-erkek eşitliğinin yeniden açıkça tarif edildiği bir düzen kurmak gerekiyor. Bunun için de toplumun geniş kesimlerinin katılımıyla, uzlaşmasıyla yapılacak yeni bir anayasaya ihtiyaç var. 1980 darbesi sonrası ortaya çıkan, o tarihten bu yana dönemsel ve ihtiyaca göre birkaç kez şekil verilen anayasanın bugünkü ihtiyaçları karşılamadığı açık. Buradan başlamak gerekiyor. Tabii bunun için ifade özgürlüğünün olması, bağımsız medyanın çalışabilmesi gerekiyor. Kutuplaşmanın ortadan kaldırılamasa bile azaltıldığı, ifade özgürlüğünün ve bağımsız medyanın olduğu bir düzen şart. Oluşturulacak ortamda sadece siyasal elitlerin değil, toplumun farklı kesimlerinin geniş katılımıyla bir anayasanın yapılması öncelikler arasında olmalı. Yeni anayasayı uygulayacak, hesap vermeye inanan bir iktidara da ihtiyaç olduğu tartışılmaz.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2021-2022 İnsani Gelişme Raporu, “Belirsiz Zamanlar, Huzursuz Hayatlar” başlığını taşıyor. Bu başlık, Türkiye’nin durumunu da yansıtıyor diyebiliriz. Belirsizlik, huzursuzluk, güvensizlik, kutuplaşma ve toplumsal dönüşüm, siyasal/sosyal açıdan etkisini hangi katmanlarda gösteriyor? Orta/uzun vadede bu olumsuzlukların ortadan kaldırılması mümkün mü?

TUĞÇE ERÇETİN: Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2019 raporu eşitsizlikler üzerineydi. 2020 raporunda ise, eşitsizlikler Antroposen’in yarattığı somut riskler üzerinden irdelenmişti. Son rapor, pandemi ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali başta olmak üzere dünyada yayılan, yayılma potansiyeli olan savaş ortamını da içeren bir çalışma. Dünyada yaşanan sorunlar artık birbirini tetikleyen ve dünyanın uzak, yakın fark etmeden her yanını etkileyen süreçlere dönüştü. Örneğin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş, dünyada gıda krizini tetikledi. Tahıl üretiminde dünyanın en büyük iki ülkesinin savaşı, Afrika’dan Avrupa’ya kıtlık yarattı, gıda fiyatlarını yukarı çekti. İklim krizinin neden olduğu kuraklığa, tarımdaki gerilemeye bir de savaşın etkileri eklendi. Diğer önemli bir konu, enerji, önemli bir enerji üreticisi olan Rusya’nın Avrupa’ya uyguladığı enerji ambargosu. Bununla sadece Avrupa soğukta kalmak, sanayi üretiminde düşüş yaşamak riskiyle karşı karşıya kalmadı. Aynı zamanda iklim krizini durdurmak, yavaşlatmak için uzak durduğu fosil yakıtların (kömür, nükleer) çevreye zarar veren kullanım şekillerine bir noktada kısmen de olsa döndü. 1.5 derecede tutulmak istenen dünya ısısının önümüzdeki süreçte bu gelişmeler nedeniyle 2 derecenin üstüne çıkacağı kesinleşmiş gibi. Bu durum, önümüzdeki 20-30 yıl içinde susuzluk ve açlık nedeniyle 100 milyonun üstündeki insanın, Türkiye’nin de aralarında olduğu ülkelere zorunlu göçünü ortaya çıkaracak. Pandemi sürecinin daha da görünür kıldığı gelir eşitsizliği, yeni verilerle her geçen gün büyüyor. Geleceğe dair tahayyülleri sorgulayan çok sayıda çalışma var, durumun iyiye gittiğini belirten cevapların sayısı azalıyor. Barınma sorunu, dünyanın gelişmiş kabul edilen ülkelerinde dahi önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor.

Dünyanın herhangi bir yerindeki otokratın aldığı bir karar sadece kendi ülkesini değil, tüm dünyayı etkileyen risklere neden oluyor. Brezilya’dan Hindistan’a, Rusya’dan Macaristan’a sağ otoriter popülistlerin sebep olduğu durum kadar ABD’de Trump döneminde yaşananlar, kongre baskını, Avrupa’da yükselen sağ milliyetçilik de riskin yaygınlaştığını gösteriyor. Popülist liderler, yaygın ve yoğun olarak kutuplaşmayı kullanıyor. Tüm bunları birlikte düşündüğümüzde, belirsizlik çağında yaşadığımızı söylemek yanlış olmaz, çünkü her bir sorunun içeride ve dışarıda geleceğe dair korkular ürettiğini söylemek mümkün. Gelecekte karşılaşabileceğimiz potansiyel tehdit ve güvensizliklerden kaynaklı belirsizlik, korkularımızı tetiklemekle beraber herhangi somut bir neden olmasa da tehdit algısını dinamik tutuyor. İnsan hareketliliği, popülizmle birlikte “biz ve onlar” ayrılığının gittikçe görünür olması, bilgi edinme süreçlerinde yanlış bilginin hızlı bir şekilde yaygınlaşması ve farklı gerçekliklerde diğerini duymadan yaşadığımız bu çağda beraber yaşama şansı azalıyor, bu şans azaldıkça öykünün tamamını anlayamadığımız, aktaramadığımız noktada güvensizlik ve tehdit algısı da maalesef yakamızı bırakmıyor, işbirliği yapamıyoruz, konuşamıyor ve tartışamıyoruz. Yükselen popülizmin etkisini göz ardı edemiyoruz. Popülist söylem kitleleri mobilize ederken, “biz ve onlar” ayrılığında bir sosyal dünya inşa ediyor. Homojen bir halkın inşası ve idealize edilen halkla ortaklıkları paylaşan, bunu iddia eden liderlerle bir “biz’lik” inşa ediliyor. “Gerçek halk”, “halkın gerçek adayı”, “halkın lideri”, “halkın kurtarıcısı” gibi tanımlamalarla “biz’lik” makul bir kategoriye yerleştiriliyor. Tabii burada homojen bir “biz’lik” karşımıza çıkıyor. Popülistler, ortaklıklara dayanarak homojen olarak tarif ettikleri halkın bir üyesi olduklarını iddia ederken, kendilerini müesses nizamdan veya halktan uzak olduğu iddia edilen seçkinlerden ayırarak “halktan biri” şeklinde çerçeveler. Bunun karşısında ise, “ötekiler” inşa edilir, seçkin karşıtlığı ve “tehlikeli” ötekiler, yani “biz” ile benzerlikleri olmayan, halkın refahına, birliğine, yaşam tarzına, değerlerine ve çıkarlarına uyumlu olmayan “ötekiler” oluşur. Bunu yaparken “biz’liğin” ahlaki üstünlüğü karşısında “ötekiler”, “potansiyel tehdit” olarak vurgulanıyor. Öncelikle siyasi seçkinler, medya seçkinleri, ekonomik seçkinler gibi halkın iradesini yok saydıkları iddia edilen ve kendi gündeminin peşinde olduğu tarif edilen “yozlaşmış” seçkinler başta olmak üzere bağlama göre farklılık gösteren “diğerleri”, kimi zaman medya, muhalefet, göçmenler, azınlıklar, feministler veya sanayiciler olur. Bu söylemin belirsizlik çağına katkısı, kitleyi mobilize ederken “öteki’ni” suçlama ve “biz’liğin” mağduriyetine dair bir anlatı sunmasıdır. Bu anlatılar aracılığıyla “öteki” kampı, varolan ya da olabilecek olumsuzluklar için suçlayarak şeytanlaştırabiliyor; demokrasinin zayıflaması, işsizliğin artması, istikrarsızlığın varlığı, krizlerin yükselmesi, ekonomik krizin nedeni olarak seçilen “suçlular” veya “günah keçileri”, içinde olduğumuz bağlamı anlamayı ve gerçekliğe ulaşmayı zorlaştırıyor. Ekonomik açıdan statüsünü tehdit altında hisseden veya güvensizlikten etkileneceğini düşünen kalabalıkların duygularına başvurarak kendilerini “halkın kurtarıcısı” olarak ilan eden popülistlerin, kendilerinin rol almadığı siyasetin sonuçlarını korku ve öfkeyle tasvir etmesi hem bir arada yaşamayı hem de belirsizliklerin önüne geçmeyi oldukça zorlaştırıyor. Bugün olduğumuz noktayı, benim de araştırmacı olarak yer aldığım, Özgür Ünlühisarcıklı, Emre Erdoğan ve Pınar Uyan Semerci’nin koordinatörlük yaptığı, Itır Erhart, Gizem Külekçioğlu, Ceylan Canbilek ve Birnur Eyolcu Kafalı’nın da olduğu “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları 2020” araştırmasının bulgularından aktarabiliriz: Çalışma için alanda görüşülen kişilerin %61’i, kendilerine uzak hissettikleri partinin taraftarlarıyla komşu olmak istemiyor veya çocuklarının “en uzak” hissettikleri parti taraftarlarının çocuklarıyla oynamalarını istemiyorlar (%67) ya da beraber iş yapmak istemiyorlar (%72). Bununla beraber, “en uzak” hissettikleri parti taraftarlarının kendi ihtiyaçları doğrultusunda eğitim almalarına karşı çıkıyorlar (%35). Yine aynı çalışmanın doğrultusunda Emre Erdoğan ve Pınar Uyan Semerci’nin kaleme aldığı “Kutuplaşmayı Nasıl Aşarız?” adlı kitapta önemli vurgulara yer veriliyor. Yapılan il çalıştaylarında öne çıkan unsurlar arasında “temas” olduğunu görüyoruz, kitabın devamında, farklı alanlardaki kişilerin kendi uzmanlıkları çerçevesinde (medya, eğitim, sanat, siyasal iletişim, yerel yönetim vb.) irdeledikleri “çareleri” ve “önerileri” de görebilirsiniz. Kullanılan siyaset dilinin, medyanın haber alma ve bilgi edinme sürecindeki partizanlık yerine objektif bir yaklaşıma sahip olmasının, kapsayıcı eğitim çabaları gibi pratiklerin umut olabileceğinin altı çiziliyor. Bu arada bütün bu olumsuzluklar içinde Trumpizm’in büyük yara olduğu ABD’deki 8 Kasım’daki son seçimler, Bolsonaro’nun seçimleri kaybetmesi, kitlelerin popülist liderleri sorguladığı yeni bir dönemin kapılarının açıldığını da gösteriyor. Tabii süreci yakından izlemek gerekir. 

Yerel dinamikler ve bölgesel mikro özellikler bağlamında insani gelişme vizyonunu ve sürdürülebilir kalkınmayı yerelde gerçekleştirmek amacıyla yerel yönetimlerin alması gereken inisiyatifler nelerdir?

TUĞÇE ERÇETİN: Devlet örgütlenmelerinde görev ve yetkiler genellikle merkez ya da yerel olmak üzere ikiye bölünmüş durumdadır. Türkiye’de Anayasa’nın 123. maddesi idareyi tarif eder: İdare, kuruluşu ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluşu ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır.

Tabii Anayasa, idarenin ve yerelin rekabetinin, hizmeti önlemek için devreye girebileceğini ya da kayyum sisteminin işletiliş sürecinde olduğu gibi iktidar siyasetinin, gücünün, kendini ülkenin kimi bölgelerinde millî iradenin üstünde görmesini öngöremedi. Bu, bugüne has bir durum değil elbette. Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP’ın 1989 yerel seçimlerinde, merkezden güç almayan bir yerel yönetimin çalışamayacağını ima eden “Elleri Bağlı Bir Belediye Başkanı İster misiniz?” kampanyası hâlâ akıllarda. Bugün gelinen noktada, mesela ulaşımda, İstanbul’da  iktidarın yatırımını tarif eden U’lar ile belediyenin M’lerinin çarpışması. İktidarın, muhalif belediyelerin yatırımlarını engellemeye çalışması. Aslında belediyeler, vatandaşlara en yakın hizmet birimleridir. Demokrasilerin yerelden yükseldiği de bilinen bir gerçektir.

Türkiye’de halkın büyük çoğunluğunun yaşadığı üç büyük ilde yönetim yaklaşık üç buçuk yıldır muhalefetin elinde. Özellikle pandemi döneminde ortaya çıkan yoksullukla birlikte belediyelerin ana görevi sosyal yardımlar olarak görülmeye başladı. Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra patlayan, patlatılan enflasyonu nedeniyle doğrudan yardımlar belediyelerin en önemli görevi hâline geldi. Halk Ekmek fabrikaları, öğrenci bursları, ulaşımda zorunlu olarak yapılan sübvansiyonlar, kreşler,  hijyen ürünleri, kadınların ve ailelerin ihtiyaçları gibi. Şu anda ekonomik açıdan yaşanan çöküşe paralel olarak yerel yönetimlerden beklentiler de değişti. Bu doğrultuda vatandaş merkezli talep ve ihtiyaçların temel alındığı sosyal politikaların sürdürülebilir ve adil dağılımla muhafaza edilmesi öncelikli gözüküyor. Toplumsal ve siyasal gerçeklerin birbirinden ayrılmadığını göz önünde bulunduran politikaların benimsenmesi gerekiyor, bunun gerçekleştirilmesi için sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte çalışmak ve bu kuruluşlarla temas hâlinde olmak elzem.  Kapsayıcı, katılımcı, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanan uygulamaların hayata geçirilmesi, çeşitlendirilmesi ve yaygınlaştırılması gerekiyor. Vatandaşların kendi ihtiyaçlarını, kararlarını ve taleplerini iletebileceği mekanizmalar güçlendirilmeli, açık bir süreç ortaya koymalı, farklılıklar göz önünde bulundurulmalı. Siyaset gündeminde geride bırakılanların ya da gündemde etki yaratacak farklı grupların sesi duyulamayabiliyor veya süreç olumsuz tanımlamalarla inşa edilebiliyor. Bu anlamda kapsayıcı ve katılımcı yerel yönetim politikaları, temsil, talepte bulunma, kararlarda yer alma açısından adil bir ortamı inşa edebilir. Farklı grupların içinde olduğu farklı koşulların ve ihtiyaçların çerçevesinde pratiklerin kurgulanması süreçlere anlam katar. Bunu mümkün kılan pratiklerden biri, tespit edilen sorunların veya iyileştirilecek koşulların içinde yaşayan kişilerin/grupların süreçlere dahil edilmesidir. Bugün kurulan “masalar” bazı sorunları konuşurken, sorunlara maruz kalanların yer almaması nedeniyle eksik kalmaya uzun vadede devam ederse, eksiğini tamamlayamayabilir. Kalabalıklar içinde koşullarını, deneyimlerini ve taleplerini aktarabilecek aktörlerin sesine yer verilmesi, süreci daha gerçekçi hâle getirebilir ve çözüme ulaştırabilir. Dezavantajlı grupların eğitim, iş, sağlık veya ulaşım gibi çeşitli hizmetlere erişimini kolaylaştıracak, mahallelerin benzer şekilde ihtiyaçlarını ve eksiklerini tespit edecek ve buradaki koşulların iyileştirilmesi için sivil toplum kuruluşlarıyla ile işbirliği yapacak bir gündemin baskın olması, beklentiler arasında yer almalı. 2019 yerel seçimlerinde oldukça görünür olmasıyla beraber, bazı çalışmalar mahallelerde kreş veya anaokulu gibi hizmetlerin dağılımında hâlâ yetersizlik söz konusu olduğunu gösteriyor, kadınların çalışma hayatına katılma imkânının sınırlanmasına yol açan unsurlardan biri de bu.

Kısacası, halkın katılımının önemsenmesi, farklı grupların sesine ve taleplerine yer verilmesi, sürece dahil edilmesi yerel yönetimlerin öncelikleri arasında yer almalı. İktidarın uyguladığı kültür-sanat politikasından farklılaşarak, gençlere ulaşma da, madde bağımlılığıyla mücadele de yerel yönetimlerin çabasını gerektiriyor. Vatandaş merkezli ve hesap verilebilirliğin temel alındığı inisiyatifler uzun vadede daha olumlu bir vizyonu mümkün kılacaktır.

Dr. TUĞÇE ERÇETİN

Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisans eğitimini İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü ve Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde, doktorasını İstanbul Bilgi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde tamamladı. Ulusal/uluslararası araştırma projelerinde görev aldı. Göç Araştırmaları Merkezi’nde “Türkiye’de Kutuplaşmayı Azaltmak İçin Stratejiler ve Araçlar” başlıklı projede araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Araştırma alanları arasında karşılaştırmalı siyaset, popülizm, siyaset psikolojisi, kimlik, göç, Türk siyaseti, milliyetçilik yer almaktadır.


Önerilen Haberler