YÜKLENİYOR
CHP Parti Meclisi Üyesi Burhan Şenatalar Belediye Gazetesi’ne konuştu.
Öncelikle sizi tanıyalım. Siyasete giriş motivasyonunuz neydi?
BURHAN ŞENATALAR: 1968 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldum. Mart 1969’dan 1981’e kadar aynı fakültenin Maliye Kürsüsü’nde önce asistan, sonra doçent olarak görev yaptım. 1981-2000 arasında İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü’nde görev aldım. 2000’den bu yana İstanbul Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesiyim. Üniversite yıllarımda İktisatlılar Fikir Kulübü ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT-merkez sol, Atatürkçü ) Tarım Komisyonu’nda çalıştım. 1970’lerde asistan örgütü TÜMAS’ın İstanbul Şubesi başkanlığını yaptım. 1980’lerin sonunda kurulan Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nin üç yıl genel sekreterliğini, beş yıl başkanlığını yaptım. 1987 genel, 1989 yerel ve 1991 genel seçimlerinde SHP’nin seçim kampanyalarının hazırlanmasında görev aldım. 2012 yılında CHP’ye katıldım. Katılmaktaki amacım, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkan olmasından sonra başlayan değişim sürecine katkıda bulunmaktı. O tarihten önce de parti üyeliğim olmamakla birlikte çeşitli düzeylerde sosyal demokrat çizgide çalışmalarım oldu. Birçok sendikada eğitim seminerlerine katıldım. 2000-2004 yılları arasında TÜSES Vakfı’nın başkanlığını yürüttüm. 2012’den bu yana (aday olmadığım bir kongre hariç) Parti Meclisi üyesiyim.
Yök, üniversite sınavında baraj puanını kaldırdı. Nitelikten ziyade niceliğe odaklanan yeni süreç, genç işsizliği başta olmak üzere akademik eğitimin kalitesini ve üniversitelerin durumunu nasıl etkileyecek?
BURHAN ŞENATALAR: Sorunuzu doğru yanıtlayabilmek için öncelikle YÖK’ün kararını net biçimde açıklamak isterim. Baraj, tüm programlar için kaldırılmış değil. Ancak programların çoğu için kaldırıldığını söyleyebiliriz. İstisnaları vurgulamakta yarar görüyorum. Tıp, diş hekimliği, eczacılık, mühendislik, mimarlık, hukuk ve öğretmenlik alanlarında başarı sıralamasına göre bir baraj vardı ve bu korunuyor. Bu baraj doğrudan sınavda alınan puana değil, başarı sıralamasıyla ilgili bir sınıra dayanıyor. Dolayısıyla sınavda alınan puanla dolaylı bir ilişkisi var. YÖK’ün 11 Ekim 2019 tarihli bir kararında yer alan bilgiler şöyle: O tarihe kadar hukuk fakülteleri için başarı sıralaması sınırı 190.000 iken (yani hukuk fakültelerine başvurabilmek için ilk 190.000 öğrenci içinde bulunmak gerekirken) YÖK bu kararla sınırı 125.000 olarak belirlemişti. Bu değişikliğin mantıklı bir gerekçesi vardı, hukuk fakültelerine yapılan başvurularda devlet üniversitelerinde en alt sırada başvuru 59.000’de kalırken, vakıf üniversitelerinde ve KKTC üniversitelerinde 190.000’di. Bu durum, sosyal adalet açısından sorun yaratıyordu. Aynı zamanda 190.000’e kadar inen bir grubun sınav performansının düşüklüğünün, hukuk öğretiminin kalitesini de zayıflatması olasılığını artırıyordu. Dolayısıyla YÖK’ün bu sınırlaması doğruydu. Alınan kararla eczacılık için sınır 100.000, diş hekimliği için de 80.000 olarak belirlenmişti. Tıp için bu sınır daha da aşağıdaydı.
Bugün itibarıyla bu sınırlara dokunulmadı, ama dokunulmayacağının da garantisi yok. Saydığımız bölümler dışında kalanlar için kapılar hayli açıldı, yani onlar için ciddi bir baraj yok. YÖK başkanı bu kararın gerekçesi olarak yüzeysel bazı gerekçeler ileri sürüyor: “Böylece adaylar üzerindeki psikolojik baskı azalacak, adaylar arasında rekabet artacak,” diyor. Hemen fark edileceği gibi, rekabet artıyorsa, psikolojik baskı nasıl azalıyor? Gerçek amacın bu söylenenle ilgisinin olması mümkün değil. Yapılan değişiklikle en düşük puanlı öğrencilerin, yüksek puan gerektiren bölümlere başvurması kolay değil, o bölümlerin kontenjanları da zaten kolay doluyor. Hâlbuki sınavın kolaylaştırılmasıyla daha önce kontenjanları dolmayan bölümlere girmek kolaylaşıyor. Yani esas amaç, daha fazla insanı üniversite sistemi içine taşımak.
Bunun etkilerini ve sonuçlarını tartışmaya geçmeden önce şu soruya yanıt aramamızda fayda var: Kontenjanı dolmayan bölümler ne tür bölümlerdi? Bu bölümlerin kontenjanlarının dolmayışını nasıl açıklayabiliriz? Üç neden sayabiliriz:
1. Bu bölümlerden mezun olmak, iş bulmak açısından avantaj sağlamıyor. Daha açık bir ifadeyle, işsiz kalma olasılığı yüksek.
2. Öğretim kadrosu yetersiz olan üniversitelerin birçok bölümü yeterince talep edilmiyor.
3. Üniversiteden ayrı olarak bölümün kadrosunun yetersiz olması da olumsuz bir etki yaratıyor.
Bu faktörler o kadar etkili ki, kontenjanlar dolmayınca, yeniden ek tercih olanağı tanınıyor ve kontenjanlara başvuru oranı yine düşük kalıyor.
Son verilere göre (3 Ekim 2021, Birgün’de M. Kömüş’ün haberi), çoğunluğu vakıf üniversitelerinin tıp fakültelerinde olmak üzere dolmamış 338 kontenjan için ek tercihlerde sadece yedi kişi başvuru yapmıştı. Benzer şekilde, çoğunluğu vakıf üniversitelerinde olmak üzere diş hekimliği fakültelerindeki 268 kontenjan için ek tercihlerde sadece 28 kişi başvuruda bulunmuştu. Bu saptamalardan sonra bazı tahminlerde bulunabiliriz.
Yapılan değişikliğin başvuruları artırıcı etkisi zayıf olabilir, çok zayıf olmaması da ancak sınav performansı en düşük olan gruplara doğru inişle mümkündür, bu da kaydolacak öğrenci kitlesinin düzey bakımından son derece heterojen olması sonucunu getirecektir. Daha açık bir ifadeyle, üniversite öğretimi için yeterli birikimi olmayan bir grup sisteme dahil olacaktır. Bu grubun bir bölümü bir süre sonra ayrılabilir, bir grup da inatla devam edebilir, bu durumda da ortalama düzeyin ve öğretimin kalitesinin düşeceğini dürüstçe söylemek zorundayız.
Şimdi sonuca bağlayalım. Yapılan değişikliğin amacı, öncelikle yüz binlerce lise mezununa ve ailelerine bir umut vermek, bu genç kesimin en az dört yıl (muhtemelen daha uzun süre) işsiz ordusuna katılmasını geciktirmektir. Vakıf üniversitelerine destek olma amacı da söz konusudur. Sorunun temel nedeni, hızla devlet ve vakıf üniversitelerinin açılması, üniversitlerin kuruluş yerlerini seçerken kalitenin ve verimliliğin arka plana atılması, popülist siyasal amaçların etkili olmasıdır.
Aslında AKP’nin yükseköğretime bakışı, “dünya görüşünü üniversitelerde egemen kılmak”tan ibarettir. Tüm devlet üniversitelerinin rektörlerini cumhurbaşkanının tek başına belirlemesi de bu amaca yöneliktir. Aynı şekilde Şehir Üniversitesi’nin inandırıcı olmayan bahanelerle kapatılması ve kadrosunun “kapıya konması”, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nin kalitesini, kurum kimliğini tahrip etmek pahasına ele geçirme girişimi, nihayet FETÖ ayaklanmasını ve bir bildiriyi bahane ederek yüzlerce öğretim üyesini sorgusuz, sualsiz, savunma hakkı vermeden görevden uzaklaştırma ve daha sonra hukuk açısından son derece haklı geri dönme başvuru taleplerini reddetme… Bunların tümü, iktidarın üniversitelere bakışının ne kadar sığ ve sakıncalı olduğunu göstermektedir. Bu bakış açısıyla iktidarın attığı her adım, Türkiye yükseköğretim sistemine zarar vermektedir.
Ekonomi, hukuk, eğitim, sağlık başta olmak üzere toplumu ilgilendiren her alanda derin bir kriz, çözümsüzlük ve kutuplaşma söz konusu. Demokrasinin yeniden inşası ve toplumsal sorunların çözümü için Türkiye siyasetinde orta ve uzun vadede sizce neler yapılmalı?
BURHAN ŞENATALAR: Sorunuz çok geniş kapsamlı. Çeşitli alanlarda orta ve uzun vadeli adımları ayrıntılı sıralamak, geniş bir rapor gerektirir. Bu röportaj çerçevesinde vereceğim yanıtın iki bölümü olacak: Önce genel bir çerçeve çizeceğim, sonra üç özel konuya değineceğim. Üç özel konu, ekonomi, eğitim ve yerel yönetimler olacak.
Genel çerçevede söylemek istediğim, 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken, karşı karşıya kaldığımız süreçlere, sorunlara ve çözümlere bakış açısı meselesi. Süreçleri, dinamikleri çok iyi anlamak hem genel resmi hem de parçaları görebilen bir vizyona sahip olmayı gerektiriyor. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte üretim süreçleri ve üretim ilişkileri de değişiyor. Bunu Türkiye’de etkili biçimde yaşamıyoruz, dolayısıyla fazla konuşmuyoruz. Fakat robotizayon, yapay zekâ vb. konular kısa bir süre sonra gündemimize daha fazla girecek. İstihdam olanakları, işsizlik ve çalışma sürelerinin kısalması gibi sorunlar daha da önem kazanacak. Yaşlı nüfus oranı yükseliyor. Bu, sağlık harcamaları ve emeklilik sistemi üzerinde ek bir yük yaratacak. Diğer yandan, “küresel riskler” de ciddi boyutlara ulaşacak. Küresel risklerle tüm ülkeleri aynı zamanda (aynı derecede olmasa da) etkileyen riskleri kastediyorum. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılda uygulanan tüm sosyal sigorta sistemleri (sağlık, emeklilik, işsizlik vb.) ulusal düzeydeydi. Bu sosyal sigorta sistemleri geniş bir toplumsal kesimi ilgilendirse de, kişi temelliydi, yani yaşlanan insanların öncelikle bireysel (dolayısıyla toplumsal) risklerine karşı kurulmuş sistemlerdi. Bugün karşımıza çıkmaya başlayan yeni bir risk türü söz konusu. Buna “kolektif risk” de diyebiliriz. Bu risklerin aynı anda tüm toplumu etkileme olasılığı var. Böylesi bir riskin en çarpıcı örneğini Covid-19’un varyantlarıyla yaşıyoruz. Covid-19 varyantları dünya nüfusunu aynı anda tehdit ediyor. Bu tür salgınların gelecekte daha sık olma tehlikesi söz konusu. Diğer bir örnek, iklim krizi. Bugünkü üretim tarzı ve tüketim alışkanlıklarımız aşırı gaz salımıyla iklim koşullarını olumsuz etkiliyor, istikrarsız sıcaklar, kuraklık, su yetersizliği tüm ülkeleri tehdit ediyor. Kitlesel göçleri de buna ekleyebiliriz. Bu sorunlar Türkiye’ye de çok uzak değil. Göller kuruyor. Ayrıca bu yüzyıl ortasında su fakiri olması beklenen ülkeler arasında Tükiye de yer alıyor. Bu saydığım sorunlardan benim ulaştığım sonuç şudur: Bugünkü üretim tarzıyla yani piyasa egemenliğine dayanan bir sistemle devam edecek olursak, gelecek karanlık gözüküyor. Daha açık bir ifadeyle, “bildiğimiz, yaşadığımız kapitalizm” bizi çözümsüz noktalara götürecek. O zaman sistemi daha rasyonel bir şekilde tasarlamak ve kurmak zorundayız. Bu ifadeler Türkiye için de gerekli. Kısacası, kaynakları rasyonel biçimde, gelecek kuşakları da hesaba katarak kullanmak gerekiyor. Tasarlama gereği duyduğumuz model, hemen bütünüyle oluşturulamaz, üç-beş kişinin çalışmasıyla da doğamaz, bir süreç içinde birçok kişinin ve kuruluşun katkısıyla oluşur. Bu modelin ana özellikleri toplumcu, dayanışmacı (sosyal adaletçi), çevreci ve teknoloji dostu olarak sayılabilir.
Yukarıdaki genel çerçeveden sonra birkaç özel konuya geçebiliriz. Önce ekonomiyi ele alalım. Vurguladığımız süreçler ve sorunlar karşısında birinci gereksinim, stratejik planlamaya öncelik vermektir. Stratejik planlamayla görevli olacak bir kuruluş kurulmalıdır. İkinci nokta, kökten piyasacılık, yani neo-liberalizmle ilgili efsanelerden uzaklaşmaktır. Bu çerçevede devletin, yerel yönetimlerin ve kooperatiflerin ekonomide aktif rol almasını tabu olmaktan çıkarıp, rasyonel bir çerçeveye yerleştirmek gerekir. Üçüncü nokta, tekelleşmeye, siyasi kayırmacılığa ve yolsuzluklara son vermektir, piyasanın işleyişinde saydamlık sağlamaktır. Dördüncü nokta, özellikle yönetici kadroların liyakat temelinde belirlenmesidir. Aslında Türkiye’de ekonomi bürokrasisinde görev alabilecek ve çok iyi yetişmiş kadrolar var. Para politikasıyla maliye politikasının uyumlu olması gerektiği açıktır. Bu listeyi daha da uzatabiliriz.
Eşitsizlik sorunu, günümüz toplumlarının çoğunda olduğu gibi, Türkiye’de de giderek ağırlaşan bir sorundur. CHP’nin Aile Destekleri Sigortası, isabetli bir modeldir. Modelin yoksulluğu ve gelir eşitsizliğini azaltması bakımından yararlı olacağına inanıyorum. Tabii eşitsizlik sadece gelirle sınırlı değil. Eğitimde, sağlıkta ve siyasal katılımda da önemli eşitsizlikler söz konusu, bu konuda atılması gereken adımlar da var.
Ekonomiyle ilgili olarak son dönemde yaşadığımız sorunlar aslında tümüyle yanlış bir çıkış noktasının sonucudur. “Nass+inat” diyebileceğimiz bu politika, temel iktisat bilgilerine aykırı bir yaklaşımdır ve topluma ağır bir yük yüklemiştir. “Halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz” ifadesi de aldatıcı bir ifadedir. Resmî verilere göre %50 dolayında seyreden, fakat geniş halk kesimlerinin tükettiği mal ve hizmetler göz önüne alındığında daha da yüksek olan bir enflasyonun sabit gelirlileri ezmemesi aritmetik açıdan mümkün değildir. Altı ayda bir ayarlama yapsanız bile geçen her ayda kayıplar artmıştır. Dolayısıyla altı ay sonra verilen bir zam, sadece altı ay önceki seviyeye getirebilir, arada yaşanan kayıpları gidermez.
Bugünkü kriz, “ev yapımı” bir krizdir ve sorumlusu, bugünkü iktidardır, tek adam rejimidir. Bu kadar büyük hatalar yapıldığında tüm (yerli ve yabancı) ekonomik karar alıcıların kamu otoritesine güveni zedelenir, belirsizlik ve risk artar. Olan, budur. Saydam ve tutarlı davranan, iktisat bilimine aykırı tezler savunmayan bir iktidar daha fazla güven verecektir. Bu bile bazı sorunları hafifletecektir.
Eğitimle ilgili kısaca birkaç noktaya değineyim. Konunun teknik tarafları hakkında toplumda geniş mutabakat var diyebiliriz. Herkes okul öncesinin yaygınlaşmasını, sınıflardaki öğrenci sayısının azaltılmasını, sınıfların internet bağlantısının olmasını, öğretmenlerin maaşlarının artırılmasını vb. gibi hedefleri benimsiyor. İktidarla muhalefet arasındaki temel görüş ayrılığı, eğitimin içeriğinde ve felsefesinde. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaman zaman şikâyet ettiği bir konu var, kültür alanında yeterince etkili olamamak. İşte eğitim alanındaki temel sorun da bu bakış açısında. İktidar eğitime tek tip insan yetiştirme alanı olarak bakıyor. Kendi dünya görüşünü aşılamak suretiyle “milli ve yerli”, “dindar ve kindar” bir gençlik hedefliyor. Bu yaklaşım, birçok otoriter ve totaliter rejimde görülen endoktrinasyon yaklaşımıdır. Totaliter rejimlerde başarılı olabilir, ama Türkiye’de tam anlamıyla başarılı olması çok güç, hatta olanaksız. Tüm rektörleri atayan kişi aynı olsa da, dekanlar da esas itibarıyla bu hiyerarşiye tabi olsa da, genç bilim insanlarının önemli bir bölümü bu yaklaşımın karşısındadır. Eğitim alanında da liyakatın esas alınmasıyla, yönetici kadroların yenilenmesiyle önemli bir değişiklik süreci başlayacaktır. Sorgusuz ve savunma alınmaksızın atılmış öğretim elemanlarından yargı sistemi içinde ceza almamış olanlar göreve iade edilmeli, akademik özgürlük ve yönetsel özerklik sağlanmalıdır.
Eğitim konusunda yüksek öğretim daha fazla tartışılmaktadır, diğer düzeyler gereken dikkati çekmemektedir. Üniversitelerin sorunlarının bir bölümünün kaynağı ortaokul ve lise düzeyindedir. Dolayısıyla eğitimin okul öncesinden itibaren tek tipçilikten uzak, öğrencilerin ilgi, merak ve yeteneklerine öncelik veren bir yaklaşımla yönetilmesi gerekmektedir. Bütün aşamalarda katılım güçlendirilmeli, çoğulcu bakış açısıyla demokrasiyi özümsemiş aktif yurttaşlar hedeflendirilmelidir. Eşitsizlikleri azaltmak amacıyla gerek bölgeler gerek sosyal sınıflar arası farkları azaltacak yöntemler hayata geçirilmeli, bu çerçevede yetişkin eğitimi güçlendirilmelidir.
Yerel yönetimler hakkında da birkaç noktaya değinmek isterim. Her ne kadar yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir dense de, Türkiye kamu yönetim sisteminde yerel yönetim-merkez dengesi yerel yönetimler aleyhinedir. Merkezin yerel yönetimler üzerinde belirgin bir gücü vardır. Son günlerde yaşanan bir örnek, bu sorunun ne kadar ciddi olduğunu ortaya koymuştur.
Pandemi döneminde mağdur olan insanlara aktarılmak üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı yardım kampanyasıyla toplanan 6.2 milyon TL, kaymakamlık kararıyla defterdarlığa aktarılmıştır. 16 milyonun üzerinde nüfusu olan bir kentin belediyesinin bağış toplama yetkisi bile yoksa yerel yönetimler demokrasinin beşiği olamaz. Birçok Batı ülkesinde küçük bir belediye, eğitim veya sağlık alanında daha fazla yetkiye sahiptir. Yine milyonlarca nüfusa sahip belediyelerin dış kredi almasının merkezî yönetim tarafından engellenmesi, fazlasıyla partizan bir eylemdir. Yerel yönetimlerin merkez karşısında yetkilerinin sınırlı olmasının dışında ikinci bir sorun da yerel düzeyde halkın katılımının sınırlı olmasıdır. Bu nedenle kent konseyleri güçlendirilmelidir ve sivil toplumun kararlara etkisi artırılmalıdır. Yine bu çerçevede olmak üzere belediyelerde katılımcı bütçe uygulamasının başlatılması ve geliştirilmesi de olumlu bir adım olacaktır.
Değinmek istediğim bir konu da demokrasi kültürüdür. Demokrasi için hep “kurallar ve kurumlar rejimidir” denir, bu ifade doğrudur, ama eksiktir. Bu ifadeye kültür kavramını da eklemek gerekir. Demokrasi, onu kurmak, korumak iradesine ve cesaretine sahip yurttaşlar kadar güçlü olabilir. Dolayısıyla eğitim sistemimizde ve parti içi eğitim çalışmalarımızda günlük yaşamda ve pratikte demokrasinin anlamını işlemek ve özümsenmesini sağlamak son derece önemlidir.