"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Kaptan: “Kazandığımızı da kaybetmemeliyiz"

  • 28 Şubat 2022
Kadın hakları aktivisti Özgül Kaptan Belediye Gazetesine görüşlerini aktardı.

CHP Kadın Kolları’nın düzenlediği Kadın İstihdamı Buluşması’nda kadın istihdamının artırılması, cinsiyete dayalı iş/ücret ayrımcılığının ortadan kaldırılması ve kadın haklarının korunması amacıyla önerilen sosyo-ekonomik politikaların orta/uzun vadede toplumsal yaşama katkısı ne olacak?
ÖZGÜL KAPTAN:
Kadın istihdamı çok geniş bir konu, konunun bir günlük buluşmada kapsamlı ve derinlemesine ele alınması elbette olanaksızdı. Ancak istihdamda cinsiyet eşitsizliğinin temel başlıklarını bir arada uzmanlarından dinlemek ve resmin tamamını birlikte görmek açısından verimli bir buluşmaydı. Bir yanda birçok işyerinde en önde kadınların yürüdüğü işçi direnişlerini, diğer yanda kadın kooperatiflerini her boyutuyla düşündüren bir gündü. Etkinlikte, “Ekonomik krizin orta yerinde hükümet neden kadınların nafaka hakkını sınırlamak istiyor?” sorusunu da sorduk.

“Nafaka konusunun kadın istihdamıyla ne ilgisi var?” diye düşünen olduğunu sanmıyorum, ama yine de yanıtlayalım. Medeni Yasa, “Evliliğin sona ermesiyle eşlerden yoksulluğa düşecek tarafın yoksulluk nafakası hakkı doğar,” diyor. Yoksulluğa düşen taraf çoğunlukla kadın olduğu için konu kadınların nafakası olarak konuşuluyor. Kadın çalışıyorsa veya miras yoluyla gelir elde etmişse, nafaka bağlanmıyor. İşte bu sebeple toplumda bir “nafaka gerilimi” olması istenmiyorsa, kadın istihdamının desteklenmesi gerekiyor.   

Bu arada unutmayalım: Mahkemeler, nafaka yükümlüsü olan tarafın ekonomik durumuna göre karar veriyor. Karar verildikten sonra yükümlü “ödeyememe” durumuna düşerse, yeniden mahkemeye başvurabiliyor ve tutarın azaltılmasını isteyebiliyor.

Kaldı ki, “nafaka gerilimi” kadınların yarattığı bir durum değil. Diyarbakır Barosu’nun yaptığı araştırmada, 2.097 dava dosyasında kadınların boşanma sürecinde %85 oranında yoksulluk nafakasından feragat ettikleri belirtiliyor. Kadınlar bir an önce şiddet dolu evlilikten kurtulmak için ya hiç nafaka istemiyor ya da boşanma davası sürerken kendisi için nafaka istemekten vazgeçiyor. “Nafaka mağduru” olduğunu iddia edenler, çocukları için ödemesi gereken ve genellikle çocuklara kadınlar baktığı için kadına ödenen iştirak nafakasını konu ediyor. Çocuk nafakasını da kadına ödüyormuş gibi yanıltıcı açıklama yapıyorlar. Çoğu zaman çocuklarının nafakasını da ödemiyorlar. Kadınlar, çocuklarının nafakası için bile mahkemelere başvurmak zorunda bırakılıyor.

Çok açık ki, ortada suni bir gerilim var. Hükümet bu suni gerilimi kullanarak zaten %66 oranında ödenmediğini açıkladığı ve çeşitli araştırmalarla aylık 300 TL’yi bile bulmayan nafakayı neden sınırlandırmak istiyor? Hükümetin nafakanın kendisinden ziyade Medeni Yasa’yla derdi var. Medeni Yasa, özel hayatta laik hukukun geçerli olmasını sağlayan temel yasa. Geçtiğimiz on yıl zarfında dinî nikâhtan önce belediye nikâhının yapılması zorunluluğunun fiilen kaldırılması, müftülük nikâhının yasalaşması gibi adımlarla Medeni Yasa’nın laiklik ilkesi ve kadın-erkek eşitliğini garanti altına alan niteliği aşındırıldı.
 
Şimdi Adalet Bakanı’nın masasında olan nafaka hakkının sınırlandırılması taslağıyla Medeni Yasa’dan daha büyük bir parça koparılmak isteniyor. Tasarı yasalaşırsa hem kadınların hem de çocukların nafakası kuşa dönecek, neredeyse ortadan kaldırılacak. Ama en az bunun kadar vahim olan, boşanma usulünde yapılmak istenen değişiklik. Deyim yerindeyse, şeri hukukun “boş ol” sistemine geri dönülecek, kadınlar şiddet dolu evliliklere mahkûm edilecek. Diyanet personelinin istihdam edileceğinden hiç kuşkumuz olmayan illerde “Sulh Komisyonları” ve kadınların aleyhine işleyeceği kesin olan aile arabuluculuğu sistemiyle laik medeni hukuka temelinden aykırı uygulamalar getirilecek.

Medeni Kanun’da yapılması planlanan değişiklikle eşitlik maddesi ideolojik olarak dönüştürülecek, eşitlikçi aile modeli yok edilecek, kadınların özellikle boşanma sonrası ekonomik hakları yok sayılacak. Toplumsal zeminde mutlaklaştırılmaya çalışılan kadın düşmanlığıyla mücadele yöntemleri sizce nasıl olmalı, neler yapılmalı?
ÖZGÜL KAPTAN:
Kadınlar başta olmak üzere eşitlikten ve özgürlükten yana olan tüm toplumsal kesimlerin zihinlerinin laiklik ve toplumsal cinsiyet eşitliğini hakkında berraklaştırması gerekiyor. 2017 yılında müftülük nikâhının yasalaşmasına toplumun tüm kesimleri gereken tepkiyi vermedi. Bu, bir özgürlük, tercih meselesi değil, doğrudan laik medeni hukuktan geri adımdı. İmam nikâhı 17 yaşında çocuklar hariç hiçbir zaman yasak olmadı bu ülkede. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın medeni hukukun alanına girmesinin kapısı böylelikle yasal olarak açıldı, şimdi o kapıdan daha büyük bir adım atılacak. Nafakanın konuşulduğu masada hiçbir baro ya da bağımsız sivil toplum kuruluşu yok, Diyanet İşleri Başkanlığı var. “Kadına üç aydan fazla nafaka haramdır, kız çocuklarına dokuz yaşına kadar nafaka ödensin,” diye yayın yapan kuruluş bu. “Dokuz yaşında evlendirin,” demek istiyor yani. Yaşam tarzına müdahale edilmesini istemeyen herkesin, özellikle siyasilerin bu konuları ülkenin ikincil meselesi gibi görmekten vazgeçip anlamaya çalışması şart. Hatta bence bunu bu ülkeye borçlular. İstiklal Savaşı’na canını verenlere saygılı olacaksak, laikliğe ve Medeni Yasa’ya doğru şekilde sahip çıkmak zorundalar, zorundayız hepimiz.

Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğini her alanda hayata geçirmek için kamu politikalarında ve yasalarda hangi değişiklikler yapılmalı? Bu süreçte sivil inisiyatif ve katılım neden önemli?
ÖZGÜL KAPTAN:
Bu dönemde “Hiçbir yasaya dokunmayın,” demek gerekiyor. Yasa yapma süreçlerini, özellikle Anayasa’yı konuşmanın hiçbir koşulu yok şu anda. Yasalar, hayat hakkındadır. Özellikle temel hak ve özgürlüklerle ilgili yasalar. Tüm toplumun hayatı altüst hâldeyken iktidar bugün değişse bile demokratik iyileşme, barış iklimi ve sivil toplum katılımı sağlanmaksızın hiçbir yasa konuşulmamalıdır. İvedilikle yapılması gereken, İstanbul Sözleşmesi’ni yeniden imzalamak. Bunu kastetmiyorum, zaten İstanbul Sözleşmesi’nin hukuken hâlen yürürlükte olduğunu düşünüyoruz. Kaldı ki, Türkiye’nin kadın-erkek eşitliğini garanti altına alan yasal altyapısı gayet iyi. Yasalarda zamanla uygulanamayan, aksayan ya da toplumsal cinsiyet eşitliğini tam olarak kapsamayan kısmi değişikliklere elbette ihtiyaç olabilir. Ama bugün meselemiz bu değil. Bugün yasaların uygulanmaması ve daha da önemlisi kadın hakları bakımından geri döndürülmesi sorunumuz var. Öncelikle buna yoğunlaşmalı, kazandığımızı da kaybetmemeliyiz.      

Kadın yoksulluğuna ve güvencesizliğine odaklanan, kadınların yaşadığı sorunlara etkin çözümler bulan, kadın haklarını koruyan sosyal politikaların yaygınlaştırılması için yerel yönetimler hangi inisiyatifleri almalı? Yerelde kadınları güçlendirmek amacıyla yapılması gerekenler nelerdir?
ÖZGÜL KAPTAN:
Yerel yönetimler, kamu kurumları arasında hayatımızı doğrudan etkileyen politikaların uygulanmasında en önemli noktada duruyor. Bu nedenle yerel yönetimlerin çevre düzenlemesinden kültür-sanatın desteklenmesine, altyapı hizmetlerinden sosyal desteğe kadar tanımlı sorumluluklarının hepsinde bütüncül olarak toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten politikaların uygulanması önem taşıyor.
 Her şeye rağmen eşitlikçi sosyal belediyecilik konusunda bir yola girildi, ancak henüz yolun başındayız tabii. Yıllar yılı belediyeler, kadın istihdamını desteklemek için ticari pazarı olmayan, mesleki faaliyet niteliğinden uzak el zanaatları, biçki-dikiş ve benzeri alanlarda kurslar işlettiler, işletiyorlar. Hem kadınların zamanı ve mutfak masraflarından artırdıkları sınırlı cep harçlıkları hem de yerel yönetimlerin kaynakları israf edildi, ediliyor. Bu kaynaklar, istihdamı desteklemek adına yerel yönetimlerin sorumluluk tanımlarıyla daha geniş anlamda örtüşen, daha işlevsel politikalar için kullanılmalıydı, kullanılabilir.    

Bu politikaların başında bakım hizmetleri geliyor. Yerel yönetimlerin kadın istihdamını desteklemesi dediğimizde, üzerinde en fazla durulması gereken konu çocuk, yaşlı/engelli/hasta bakımı hizmetleridir. Çünkü kadın istihdamının önündeki en önemli engel, bakım yükünün ev içinde eşit paylaşılmaması ve zorunlu kamu hizmeti kapsamı dışında tutulmasıdır. Tekrar belirtmekte yarar var: Bakım yükünden kastım sadece çocuk bakımı değil. Yaşlı, hasta ve engelli bakımı da en az çocuk bakımı kadar yaygın olarak kadınların omzunda yüktür.

Bakım hizmetlerinin eşit paylaşılması ve kamusal hizmet kapsamına alınması, son 20 yılda desteklenmek şöyle dursun, kösteklenmiştir. “Üç çocuk doğurun”, “annelik en büyük kariyerdir”, “kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek görünüyor”  gibi kadınları istihdam dışında tasavvur evden söylemler, kadın istihdamının desteklenmesi için hiçbir şey yapılmamasının ideolojik arka planını ortaya koymaktadır.

Her kentin nüfusuna oranlı olarak ücretsiz veya gelir ortalamasına oranla uygun ücretli kreşlerin, yaşlı/engelli/hasta bakım merkezlerinin açılması bugün birçok belediyenin bütçesini aşabilir. Elbette makro düzeyde yerel yönetimler bütçesinin toplam bütçe içindeki payının bakım hizmetlerini kapsayacak şekilde planlanması gerekir. Ancak bu makro politika, yerel yönetimlerin de bakım hizmetlerini öncelikler listesinin başına koymasıyla birlikte gelişebilir. Yerel yönetimlerin istihdamda cinsiyet uçurumunun azaltılması konusunda üstlenebileceği roller sadece bakım hizmetleriyle sınırlı değil. Burada hepsini konuşma imkânımız yok.

Önemli bulduğum iki konuya değinmek isterim: Yerel yönetimlerin istihdam alanı açması ayrı bir konu. Bazı durumlarda doğru bir istihdam biçimiyse kim itiraz edebilir? Ancak doğrudan istihdam alanı açmak belediyelerin işi değil. Bunun yerine kaynaklarını kadınların sosyalleşebileceği, özgürleşebileceği sosyal alanları çoğaltmaya ayırmalı. Sığınak, kültür merkezi, kreş, kadına karşı şiddet için danışma merkezi, spor alanları açmak, buraları yoksul kadınların da kullanması sağlamak belediyelerin hedefi olmalı. Dört duvar arasına sıkışmış milyonlarca kadın yaşıyor kentlerde. Ama kimseden kadınlar için spor merkezi sözü duymuyoruz mesela. Kadınlar için derken haremlik selamlık spor salonu kastetmiyorum elbette. Her yaş grubunun spor yapabileceği, kreşi olan spor merkezleri mesela.

İkinci önemli mesele de kadınların sosyal yardım öznesi olarak görülmesi. Sosyal yardım, bir insanı içine düşürüldüğü yoksunluk ve çaresizlik koşullarından çıkarıp kendi ayakları üzerinde duruncaya kadar desteklemektir. Tıpkı afet koşullarındaki destekler gibi düşünülmelidir. İyileştirerek hayatlarını yeniden kurmaları için gerekli olan “geçici destek”tir sosyal yardım. Ne yazık ki, son 20 yılda sosyal yardım bir “kadın istihdamı” biçimi gibi konuşuluyor. Aile Bakanlığı bütçesinin %80’nin sosyal yardımlara ayrılması, üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Kadın yoksulluğunun iktidara bağımlılık aracı olarak kullanılması ve sadaka düzeyinde desteklerle bu kültürün beslenmesi, kadın-erkek eşitliğine en fazla zarar veren uygulamalardan biri. Bu politikadan acilen uzaklaşılmalı. İşte tam burada yerel yönetimlerin rolü çok önemli. Sosyal yardımların hak bilincini ve dayanışma kültürünü besleyecek şekilde uygulanması gerekiyor.

Özgül Kaptan Kimdir?

ODTÜ Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. 2000 yılına kadar İstanbul’da önce bilişim sonra turizm sektöründe yerel/uluslararası organizasyonlar alanında çalıştı. 2000 yılı itibarıyla profesyonel emeğini kendisinin kurduğu işlerine ayırıyor. Kadın hareketiyle tanışması 1995 yılında İstanbul’da Kadın Kültür Evi’yle olsa da, cinsiyet eşitliği mücadelesine katılması 2003 yılında gönüllüsü olduğu Kadınlarla Dayanışma Vakfı’nda başladı. 2020 yılında kurulan EŞİK Platformu’na gönüllü olarak katkı sunuyor.


Önerilen Haberler