"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Gülbahar: “Şiddetle mücadele herkesin görevidir”

  • 7 Mart 2022
Türkiye’de kadın hareketinin ve kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin öncü isimlerinden Hülya Gülbahar Belediye Gazetesi’nin sorularını cevapladı.

Türkiye’deki kadın hareketi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ayrımcılık, baskı, şiddet, istihdamdaki cinsiyetçilik, kadın cinayetleri karşısında mücadele kararlılığını sürdürüyor. Tarihsel-toplumsal gelişim seyri bağlamında kadın hareketinin siyasi ve toplumsal yaşama etkisini değerlendirir misiniz?
HÜLYA GÜLBAHAR:
Türkiye kadın hareketinin, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yaşamına çok önemli etkileri var. Kimisi yeterince anlaşılamamış sayısız etkiden söz edebiliriz. Bunlardan en önemlisinin, bir hareket olarak öncelikle kadınlarda ama aynı zamanda tüm toplumda yarattığı güven olduğunu düşünüyorum. 2015 yılında Adil Gür’ün yaptığı bir araştırma, kadınların %86’sının kadın örgütlerine güvendiğini ortaya koyuyordu. Bugün, bu oranın daha da yükseldiğine inanıyorum. Bu, bağımsız kadın hareketinin tüm siyasi görüşlerden (CHP, AKP, MHP, HDP) kadınların güvenini kazandığını gösteriyor. İttifak tartışmalarının yoğun olarak yapıldığı bugünlerde kimse üzerinde durmuyor, ama Türkiye’nin en geniş ittifakı, kadın hareketi. Bunun da ortak sorunlara karşı ortak hareket edebilme yeteneğini geliştirebilmemize ve siyasi bağımsızlığımızı korumaya bağlı olduğunu düşünüyorum. Erdoğan, kadın hareketini AKP Kadın Kolları’nı örgütleyerek marjinalleştirmek istemişti. Erdoğan’ın hayatının en önemli politik hatalarından birinin bu olduğunu düşünüyorum. Başaramazdı ve başaramadı. Adil Gür’ün sessizce geçiştirilen bu araştırması, AKP’de strateji değişikliği yapılmasına neden oldu. Parti kadın kolları yerine o güne değin pek bir varlık göstermeyen, kendi kurduğu kadın örgütü KADEM’in öne çıkarılarak bağımsız kadın hareketinin bölünmesi, AKP’li kadınlar ve diğerleri olarak kutuplaştırılması ve AKP dışı kadın örgütlerinin marjinalleştirilmesi hedeflenmişti. Her iki taraftan kadınlar bu oyunu da bozdu. Siyasi hesaplarla karşı karşıya getirilme tuzaklarına pek düşmediler. Birbirlerine karşı savaş ilan etmediler. Yasalarda yapılmak istenen eşitlik karşıtı temel değişikliklerin çoğuna, kürtajın yasaklanma ve İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış girişimlerine, hep birlikte direndiler. 4 Mart 2022 günü itibarıyla Erdoğan, KADEM ve AKP’li kadınlar dışındaki herkesi “sütü bozuk” vb. sözlerle aşağılamaya çalışırken aynı kutuplaştırma siyasetine devam ediyordu. Ama onu alkışlayan salondaki bir avuç kadın dışında aslında pek de ciddiye alan olmadı. Tüm gücü elinde toplayan, devletin tüm olanaklarıyla ve tam bir hukuk tanımazlık içinde hasımlarına yüklenen bu kadar iddialı bir siyasetçi için kadınları üzememek, korkutamamak, ciddiye alınmamak acı bir durum olsa gerek. Siyasi muhalefetin ve diğer toplumsal hareketlerin, kadın hareketinden alacağı çok ders olduğunu düşünüyorum.

Kadın hareketi, iktidarın tüm baskıcı uygulamalarına, eşitlik ve feminizm karşıtı propagandalarına, kadın kurumlarını kapatma, yok etme, kayyım atama politikalarına, tehditlere, gözaltılara, işten atmalara, algı operasyonlarıyla sokaktan uzaklaştırma girişimlerine rağmen sokaklardan ve mücadeleden asla vazgeçmedi. Toplumdaki kadın hareketine güvenin bir nedeni, bağımsız ve özgür ruhuysa, diğer bir nedeni de hareketin bu mücadeleci ruhu.

Kadın hareketi (zaman zaman iktidarın tuzaklarına düşenler olsa da) bir bütün olarak ideolojik anlamda hiçbir zaman biat eden ve görüşlerinden taviz veren bir çizgiye düşmedi. Yılgınlığa da kapılmadı. Bu sayede, özellikle Erdoğan’ın 2010 yılındaki “Ben zaten kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum,” çıkışından sonra yükseltilen eşitlik karşıtı devlet politikasına karşı direndi. Kadir Has Üniversitesi’nin 2020 araştırmaları, toplumun %91’inin kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasının devletin temel politikalarından biri olması gerektiğine inandığını ortaya koyuyor. Erdoğan, 2010 yılında eşitliğe inanmadığını itiraf ederken, “Kreş eken, huzurevi biçer,” diyerek çocukluktan yaşlılığa kadar evde kadınların üzerine bırakılan bakım hizmetleri konusundaki toplumsal destek mekanizmalarına da savaş açmıştı. Kadir Has Üniversitesi’nin toplumsal cinsiyet araştırmaları, buna rağmen kadınların %86’sının, erkeklerin ise %82’sinin kreş istediğini ortaya koyuyor. (Kadir Has Üniversitesi Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması, 2020). İktidarın İstanbul Sözleşmesi karşıtı dalgayı yükselttiği süreçte MetroPOLL araştırma şirketinin 25 Temmuz 2020’de açıkladığı bir araştırmaya göre, sözleşmeden çıkılmasını onaylayanların oranı %17’ydi. 1 Eylül 2020’de KONDA araştırma verileri, bu oranın %7’ye indiğini ortaya koyuyordu. İktidarın dev propaganda makinesinin karşısında sesini duyurmaya çalışan kadın hareketinin ve onu destekleyenlerin çabaları yaklaşık bir aylık sürede kamuoyunda %10’luk bir fark yaratmayı başarmıştı.

Bütün bu örnekler bize, eşitliğe inanmayan, ailede, toplumda, devlette reisli bir yaşam modelini herkese dayatan iktidarın en önem verdiği konularda bile ideolojik hegemonya kurmayı başaramadığını, kadınların bunu engellediğini gösteriyor.

2021 yılında 280 kadın, erkekler tarafından öldürüldü, 217 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu. Sistematik şiddet ve kadın cinayetleri, siyasi iktidarın yasalarla erkekleri koruduğu cinsiyetlendirilmiş bir güç mü?
HÜLYA GÜLBAHAR:
Türkiye’de “artmadı, görünür oldu” propagandasına rağmen kadın cinayetleri dehşet verici bir oranda arttı. Günde en az üç kadın öldürülüyor ve bu cinayetler artık bir cinskırım boyutuna ulaştı, ne yazık ki, artmaya da devam ediyor. Kadın örgütleri ve bağımsız medya tarafından da açıklansa, hiçbir veri gerçek durumu yansıtmıyor. Elimizdeki gerçeğe yakın en son veri 2010 yılında DTP Van milletvekili Fatma Kurtalan’ın verdiği soru önergesine Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in meclis kürsüsünden verdiği yanıtta görülüyor. Buna göre, cinayet olarak kayda geçen kadın ölümleri 2002’de 66, 2003’te 83, 2004’te 164, 2005’te 317, 2006’da 663, 2007’de 1.011, 2008’de 806, 2009 yılının ilk yedi ayında ise 953’tü. Bakanın bu açıklamasına göre, Türkiye’de her gün ortalama üç kadın öldürülüyordu ve AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılıyla 2009 arasında kadın cinayetlerindeki artış %1.400 oranındaydı. Üstelik, bu sayıya kaza, zehirlenme, intihar süsü verilen kuşkulu kadın ölümleri dahil değildi.

Bu rakamlar çarpıcı gerçeği ortaya koyduğu anda verilerde çarpıtma başladı. Dönemin Aile Bakanı Fatma Şahin, kadın cinayetleri oranını 2009 yılının 12 ayı için 171 olarak açıklarken, 2009’un ilk yedi ayında öldürülen 782 kadını bir çırpıda diriltiverdi! Bu tarihten sonra rakamlar 2010: 177, 2011: 163, 2012: 155 şeklinde indirimli olarak yayınlanmaya devam etti.

Kuşkusuz, kadın cinayetlerindeki artışa neo-liberal politikalarla gelen işsizlik, yoksulluk, sosyal devlet ilkesinin yıkıma uğratılmasıyla erkeklere bağımlılığın artması, kitle iletişim araçlarının olumsuz etkisi, çatışma ve göç politikaları vb. birçok faktör etkili oldu. Ama aynı zamanda kadınların yükselen hak bilinci, kendilerine dayatılan erkeklere “sınırsız hizmet ve sonsuz itaat” cenderesinden çıkmak istemeleri ve erkeklerin buna direnişi de etkili oldu. İktidarın eşitlik karşıtı politikaları, kadınları erkek şiddeti karşısında yalnız bırakırken, erkekler de korunup, kollanarak kadınlara karşı kışkırtıldı. İktidarın, kadınların eşitlik mücadelesine ve kazanılmış haklarına saldırısı şimdi de Medeni Yasa değişiklikleriyle pekiştirilmek isteniyor. Erkeğin reis olarak kadınların, çocukların ve evlilik süresinde edinilen tüm malların mutlak ve tek sahibi olduğu reisli aile modeli geri getirilmek isteniyor. Bu amaçla din de bir araç olarak kullanılıyor. Medeni Yasa değişikliklerinin tartışıldığı Cumhurbaşkanlığı’ndaki toplantıya kadın örgütleri ve barolar çağrılmazken, Diyanet İşleri Başkanı bizzat katılıyor. Bu toplantının ardından basına sızan taslağa göre, boşanmada bir dilekçeyle hemen gerçekleşecek âdeta bir “boş ol” sistemi getirilmek isteniyor. Üstelik, kadın ve çocukların nafakası daha sonra yapılacak araştırmalara bırakılarak, kadın ve çocuklar boşanma kesinleştiği anda aile konutundan atılarak gerçekleşecek bir boşanma bu. Erkeklerin en hızlı ve en acısız yöntemle kadın ve çocuklardan kurtulması sağlanacak. Çocukların velayeti, nafaka, maddi-manevi tazminat ve mal rejiminden kaynaklanacak alacaklar, uzun yargılama süreçlerine ve büyük olasılıkla “aile arabulucuları” gibi kimlerin ve hangi eğitimlerden sonra atanacağı kuşkulu olan kişilerin ellerine bırakılacak. Kamuoyunda boşanan kadınlara bağlanan yoksulluk nafakasının süresi tartışılırken, taslakta artık nafaka hakkının kendisinin tartışıldığını görüyoruz. Örneğin, boşanma davası sırasında kadın ve çocuklara bağlanan tedbir nafakası, boşanma hemen gerçekleşeceği için buharlaşıyor. Yoksulluk nafakasına 5-10 yıl gibi süre getirilerek, özellikle çocuklu ev kadınları açlığa mahkûm edilmek isteniyor. Üstelik, “iş durumu” gibi muğlak ifadelerle, “iş var, ama çalışmıyor” gibi soyut bahanelerle bu nafakanın süresinden önce kesilmesinin önü açılmak isteniyor. Belirtelim ki, yasaların geriye işlememesi kuralına aykırı bir biçimde, kadınlara ödenen nafakaların da kesilmesi düşünülüyor.

Yapılmak istenen bu değişiklikler, milyonlarca kadının ve çocuğun yokluğa, yoksulluğa mahkûm edilmesi ya da şiddet dolu evlilik ortamlarına katlanmak zorunda bırakılması anlamına geliyor. Ne yazık ki, tüm muhalefet partilerinin ayağa kalkması, iktidarı ve başta AKP tabanındaki kadınlar olmak üzere tüm kadınları uyarması, Medeni Yasa değişikliklerinin önlenmesi için çırpınması gerekirken, henüz bu çabayı göremiyoruz. Kadın hareketi yine koskoca iktidarla büyük oranda yalnız başına mücadele ediyor.

Şiddete maruz kalan kadınlara ulaşmak ve kadın hakları konusunda farkındalık yaratmak amacıyla sizce neler yapılmalı? Yerel yönetimler bu konuda sizce nasıl bir inisiyatif almalı?
HÜLYA GÜLBAHAR:
Öncelikle iktidarın, muhalefetin, tüm toplumun kadın-erkek eşitliği fikrinde hemfikir olması gerek. İstanbul Sözleşmesi’nin felsefesi de buna dayalı: Şiddetle mücadele, hayatın her alanında kadın-erkek eşitliğini sağlayarak olur. Eşitsizlik arttıkça, şiddet de artar. Eşitlik fikrinin toplumda kök salması için okul öncesi eğitim süreçlerinden başlayarak kadın-erkek eşitliğinin ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, kimseye yaşı, medeni hâli, anadili, sınıfsal durumu, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, engelli ya da hasta olması vb. nedenlerle ayrımcılık yapılamayacağı bilincinin yerleştirilmesi gerekiyor. Tabii ki bunları sağlamak için ülke çapında gerekli mekanizmalar oluşturulmalı ve buralarda çalışacak yeterli sayıda uzman istihdam edilmeli.

Tüm bunları belediyelerin de yapması lazım. Belediyelerin çalışmalarına eşitlik bilincinin egemen olması, çalışanların ve yöneticilerin (kadın-erkek) eşit sayıda belediyelerde yer alması gerekiyor. Belediyeler Yasası, tüm büyükşehir belediyelerinin ve nüfusu 100.000’i geçen belediyelerin sığınmaevi açmasını gerektiriyor. Ne yazık ki, Belediyeler Yasası’nın bu yükümlülüğüne muhalefet belediyeleri bile uymuyor. Belediyelere ait sığınmaevi sayısı hâlâ 30 civarında. Bunun hiçbir siyasi ve hukuki mazereti olamaz. Sosyal demokratların kalesi sayılan İzmir Karşıyaka Belediyesi’nde hâlâ bir kadın sığınmaevinin olmamasını neyle açıklayabiliriz? Kadın hareketinin çabalarıyla, AB fonlarının desteğiyle açılan sığınmaevi bir gün bile çalıştırılmadı. Muhalefet bunu yaparsa, iktidar daha da hoyratlaşır ve keyfileşir. Nitekim olan da budur.

Kaldı ki, Onay Kanunu hâlâ yürürlükte olduğu için İstanbul Sözleşmesi bir kanun olarak hâlâ geçerli. Dolayısıyla sözleşmedeki düzenlemeler ve görevler, belediyeleri de yakından ilgilendiriyor. Aslına bakarsanız, tüm dünyada şiddetle mücadelede merkezî yönetimden ziyade yerel yönetimler birincil sorumluluk sahibi. Çünkü devlet sert çözüm, belediyeler yumuşak çözümdür. İnsanlar sorunlarının çözümü için valiliklere ve kaymakamlıklara değil, kendi oylarıyla seçtikleri belediyelere gitmeyi tercih ederler. Aynı şekilde karakollar sert çözüm, kadın örgütleri yumuşak çözümdür. Türkiye’de bunların tam tersi bir uygulama var ve bu nedenle çözüm güçleşiyor.

Bu nedenle belediyelerin kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda sorumluluklarını bir an önce yerine getirmeye başlaması gerekiyor. Bunun için her belediyede fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddeti önleyici acil bir eylem planı oluşturulmalıdır. 7/24 çalışacak etkin bir Alo Şiddet Hattı, her semtte bir kadın danışma merkezi, her 100.000 nüfusa en az bir sığınmaevi, her 200.000 nüfusa en az bir cinsel şiddet kriz merkezi açılarak şiddetle ilgili belediye ağı kurulmalıdır. Şiddete uğrayan kadınların bağımsız bir yaşam kurmak için ihtiyaç duyduğu barınma, eğitim, sağlık, istihdam olanakları sağlanmalıdır. Kadınların üreme ve cinsel sağlık hizmetlerine erişimi kolaylaştırılmalıdır. Tüm statülerden göçmen kadın ve çocuklara yönelik şiddete karşı destek politikalarında ayrımcılık yapılmaması sağlanmalıdır.

EŞİK-Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun beş acil talebi ve İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için 12 adım broşürleri bu konuda yol gösterici olabilir. Aynı şekilde İstanbul Sözleşmesi’nin denetim organı olan GREVIO’nun Türkiye raporu da kısa, orta ve uzun vadede şiddetle mücadelede yapılması gerekenleri somut olarak sıralamaktadır. Şiddetle mücadele sadece merkezî yönetimin değil, herkesin görevidir. Kamu kaynakları kullanan belediyeler de bu kamusal görevi yerine getirmek zorundadır.

* https://esikplatform.net/kategori/istanbul-sozlesmesi-basin-aciklamalari/71860/5-acil-talebimiz

** https://esikplatform.net/kategori/istanbul-sozlesmesi-basin-aciklamalari/71869/kadina-karsi-siddetin-onlenmesi-ve-istanbul-sozlesmesi-nin-uygulanmasi-icin-12-adim

*** https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/media/uploads/2018/11/13/grevio-rapor-turkce.pdf

HÜLYA GÜLBAHAR KİMDİR?
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın gönüllü avukatlığını yaptı. Türkiye’de kadın hareketinin ve kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin öncü isimlerindendir. Kadınların Medya İzleme Grubu’nun (MEDİZ) kurucularındandır. 2007-2010 yılları arasında Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği’nin genel başkanlığını yaptı.


Önerilen Haberler