"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Yazgan: “Çocuklara memnun edilmesi gereken müşteriler gibi yaklaşılmamalı”

  • 18 Nisan 2022
Psikiyatrist Prof. Dr. Yankı Yazgan Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.

Türkiye’de çocuk psikiyatrisine önem veriliyor mu? Çocukların davranışsal, duygusal ve zihinsel açıdan yaşadığı zorluklar gelişim sürecine nasıl etki ediyor?
YANKI YAZGAN
: Son 20 yıl içinde bu alanda uzmanlaşmış hekim sayısındaki artış, hekimler arasında uzmanlık alanımızın tercih edilirliğinin yüksek olması gibi olumlu etkenler söz konusu. Ancak çocukların ruh sağlığının öncelikli ve önemli olduğunu düşündüren başka adımlara ihtiyacımız var. Çocukları ve gençleri güvende hissettiren ortamlar için “iklim” terimini kullanabiliriz. Okul ve ev iklimlerindeki stres düzeyinin toksik noktalara varmaması için neler yapılabilir? Özellikle çocukların içinde büyüdüğü aile ve okul gibi sosyal ortamları geliştirmek kamusal bir öncelik olmalı. Böylece ruh sağlığını koruyan bir yaşam ortamı sağlamak mümkün olabilir. Özellikle ev ve okul ortamında bireylerin birbiriyle iyi geçinebilmesi, ruh sağlığını koruyan yaşam ortamının bir bileşeni. Diğeri de maddi olarak geçinmekte zorluk çekilmemesi. Bu iki endeks ruh sağlığı için bir öncül.

Ruhsal bozuklukların önemli bölümü genetik yatkınlık zemininde karşılaşılan psiko-sosyal stres etkenlerinin tetiklemesiyle ortaya çıkıyor. Sadece otizm ya da dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu gibi nörogelişimsel bozukluklar değil, anksiyete ya da depresyon gibi duygu durum sorunlarının nörobiyolojik bir zemini var, ama bu zemindeki birçok sorun davranış ve düşünce biçimindeki değişikliklerle düzeltilebiliyor. Çocuğun içinde bulunduğu sosyal ortamdaki yükünü ayarlayıcı değişiklikler de benzer bir fayda sağlayabilir. Örneğin, okuma ve dikkat güçlüğü çeken bir öğrencinin sınıf içindeki yükünü ve beklentiyi azaltarak güçlendirme çalışmaları yapmak, dikkat ve odaklanmasını düzeltici ilaçları kullanmak gibi yöntemler iyileşme getirir. Öğrenme ve dikkat sorunları çocukların hayatında sadece akademik başarısızlıkla sınırlı bir sonuç doğurmaz. Kronik yıpranma ve bununla birlikte gelen depresif ve kaygılı durum, öğrenmeye ve geribildirime kapalılık yaratır.

Çocukların zihinsel donanımları, durumun gerekleri açısından eksik ya da yetersiz olabilir, öyle olmasa bile öyle kalabilir. Bu eksiklikle içinde bulunduğu koşullar (kendisinden beklenenler) birbirine uyumlu değilse, “başaramama” (sadece dersleri değil, koşmayı ya da arkadaşlık kurmayı da başaramayabilir) ortaya çıkar. Başaramamanın yarattığı eksiklik duygusu (farklılık, zayıflık algısı), kaçınmayı (o durumdan kaçınmak) ya da durumu bozmayı (sınıf düzenini bozmak gibi) doğurur.

Çocuk, kendisinden (toplumun, ailenin, doğanın) beklenenleri yerine getiremediğinde “yetersizlik” hisseder. Bununla beraber gelen problemler, çocuğun içinde olduğu çevre tarafından algılanışını da değiştirir.

Çocukların gelişim sürecinde bilişsel ve duygusal gelişimi aksatan, ruh sağlığını bozan etkilerin genetik ve yapısal etkenler olduğu vurgulandığında çoğu kişide problemin düzelmeyeceği ve değişmeyeceği hissi oluşur. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ya da otizm gibi önemli gelişimsel bozukluklarda genetik etkenler, sebeplerin neredeyse %80’lik kısmını oluşturur.

Sınıf ortamında öğretmenin dersi izlemeyi kolaylaştırıcı uygulamaları, evde anne-babanın çocuğa uygun bir düzen oluşturması, problemi hafifletebilir. DEHB’deki ilaç tedavisi geçici biyolojik değişim sağlar. Ancak genetik-biyolojik durumu ortadan kaldırmaz. İnsan gelişimi düz bir yol değildir. Bu yolun düz olmadığını kabul ettiğimiz anda ilerlemenin ve daha iyi olma hâlinin mümkün olacağını da söylemiş oluruz.

Çocukların duyguları, ihtiyaçları, beklentileri, oyun ve gelişim hakları, aileler, okullar ve toplum tarafından sizce yeteri kadar dikkate alınıyor ve anlaşılıyor mu? Yeni nesil ebeveynlerin çocuk eğitiminde yaptığı hatalar var mı?
YANKI YAZGAN
: Modern anne-babaların önemli bir bölümü kendilerinden önceki kuşaktan uzak kalıyor, onların bilgilerinden yararlanmaya açık değiller. Kendi deneyimlerini analiz ederek sonuçlar çıkartmak yerine tutumlarını sosyal medya eğilimleriyle şekillendiriyorlar. Örneğin, yaygın biçimde benimsenen görüşler arasında çocuklara “ceza ve ödül uygulamalarına karşı olmak” gibi kulağa hoş gelen bir başlık var. Çocukların ihtiyacı olan çerçevelerin sağlanmasıyla uğraşmamak, bu şekilde uyku ve yemek saati olmasına ya da çocuklara hastalıklardan korunma amaçlı aşı yapılmasına da karşı olmak şeklinde  bir tür “plaza tarzı devrimci duruş” kendini diğerlerinden ayırıyor. Çocukların robotsu biçimde yetiştirilmesine yol açacağı endişesiyle ortaya çıktığını varsaydığımız bu yaklaşımın en uç şekli, hayatta yaptıklarımızın somut bir sonucu olmaması gibi bir yere varır. Çocuk yaştaki beyin yapısında somut bir ödül olmasa da, başkalarıyla iyi geçinmenin ve toplumda bir yer edinmenin beklentisiyle “iyi” davranmamızı sağlayan empati sistemleri sosyal ödüllerle işler. Güzel bir söz, tatlı bir bakış gibi… Cezayla davranışın doğal ama rahatsız edici bulduğumuz sonucu arasındaki fark ise küçüktür, davranışı tekrarlamamızı her ikisi de önleyebilir. Ancak cezanın öfke ve inat doğurucu etkisi kalıcı öğrenmeyi sınırlı tutabilir. Üstelik haklılık/haksızlık ikilemiyle durumu ve karşıdakini anlamayı zorlaştırır.

“Ne yaparsan mübah, yeter ki iste!”  sloganının egemen olduğu bir dünyaya gelen çocuklar, doğruyu ve yanlışı eylemlerinin sonuçlarına bakarak öğrendikleri bir yaş döneminde, ödüle ve cezaya karşı ne yapacaklarını yeterince düşünme fırsatı bulamamış anne-babalarının gözünde ya da okullarında “kendi canlarının istediğini yapma”nın makbul ve muteber olduğunu görürler.

“Bırakınız yapsınlar” özgürlükçülüğünün başkalarının ihtiyaçlarını umursamayan, kendisinin ihtiyaç ve istekleri dışına çıkamayan bireyler yetiştirmeye neden olduğunu göremeyen 1990’lar anne-babalarının çoğu şimdiki duruma hayıflanıyor. Bu genellemenin toplumsal gelir piramidinin en üst kesimleri için daha fazla geçerli olması, ülkemizle sınırlı olmayan ortak gözlemler içermesi, sosyal ve ekonomik etkenlerin ruh sağlığıyla bağlantısını ihmal etmememiz gerektini akla getirir.

Eylemlerimizle yol açtığımız sonuçları görmenin öğreticiliğini hatırlayarak yapılabilecek şeyler yine de var. Ancak cezanın ve ödülün keyfi biçimde, çocuğun gelişimini gözetmeksizin verilmesi, yaşamdaki karar ve adımlarımızın doğal sonuçlarını görmemize ve (bir çocuk olarak) kendimize çekidüzen vermemize yaramaz. Ailenin, okulun ya da devletin hayatımız üzerinde kendi “rahat”ına göre yaptığı düzenlemelere uymamanın mümkün olmadığını görür, bu “cezasız suçlar” ve “suçsuz cezalar”  dünyasının üyesi, olmayan başarılar için ödüller, işlenmemiş suçlar için cezalara dayalı bir düzenin dişlisi oluruz.

Bir başka eğilim de çocuğun âdeta memnun edilmesi gereken bir müşteri muamelesi görmesi.  Anne-babalara “Çocuğunuzda hangi özellikleri ön plana çıkarabilmek istersiniz?” diye sorduğumuzda bağımsızlık, kimseye muhtaç olmama ya da kendi ayakları üzerinde durma gibi değerlerden söz ediyorlar. Bağımsızlığın ya da ayakları üzerinde durmanın birdenbire ortaya çıkacağını sandığımızdan olsa gerek, bir yandan bu değerleri savunurken, bir yandan da okul yaşına gelmiş çocuğumuzun sebzeli etli karışımı sokuşturuyoruz. “Kendisi yemeyecek de o yüzden,” diye gerekçemizi söylüyoruz. Ödevini yapmadığı için oturup (belki de başka türlü tamamlanamaz cinsten ödevi) biz yapıyoruz. Bağımsızlığı ya da özgürlüğü, çocuğun üzülmemesi, dolayısıyla zora gelmemesi, canının istediğini yapabilmesi olarak tanımlayınca, bu amaca hizmet etmekten başka yol kalmıyor. Hizmet veren/hizmet alan ilişkisi, çocuğun memnuniyetini hedefleyen, onu küstürmemek uğruna emrine giren anne-babalık tarzları doğuruyor. Sünnet çocuklarına bir günlük şehzadelik vermeyi anlarım. Ama bu yaklaşımla beylik-paşalık döneminin ilelebet süreceğini sanarak büyüyen çocuk kendine başka biçimde teba yaratamazsa, en azından valeler, kahve dükkânlarının çalışanları, kendimiz monte edebilelim diye yapılmış eşyaları monte eden mobilya şirketi elemanları bu işlevi görsün diye kullanabiliyor.

Çocuğa memnun edilmesi gereken müşteri gibi yaklaşarak ona emeğin değerini öğretmek mümkün değil. Rahatını bozmayı, kendi yapabileceği işi başkasına yaptırmamayı öğretmekten ne zamandır çekinir olduk? Yoksa gelişim bilimini, psikolojiyi sadece çocuğu üzmeme (kendimizi de yormama) teknikleri olarak mı görüyoruz? Her sıkıntının “negatif” ve “travmatik” olduğunu varsayan, hayatta en yüce değer mutluluktur diyen bir kuşak olmanın doğal sonucu mu bu?

Pandemi öncesiyle kıyasladığınızda, çocukların okula uyum sağlama, sosyalleşme ve sosyal beceri kazanımında karşılaştıkları sıkıntılar nelerdir? Bu süreçte ebeveynlere nasıl bir rol düşüyor?
YANKI YAZGAN
: Okullardan ve pandemiden söz ederken, çocukların ruh sağlığı ve gelişiminde oynadığı rolün nasıl etkilendiğini ele alırken, yol ayrımı sorusu: Hangi okullar? Okulun Türkiye’nin neresinde olduğu, hangi sosyo-ekonomik kitlenin çocuklarını, hangi yaş grubunu kapsadığı gibi değişkenler kişinin toplumsal yaşamdaki yerini belirliyor.

Ülkemizdeki çocukların büyük bir kısmının eğitim ve sağlık hizmetleri kamusal kaynaklarla karşılanıyor. Yoksul ve dar gelirli toplumsal sınıftaki çocukların gittiği okullarla daha üst gelir gruplarındakilerin gittikleri kamu okulları arasında bile fark var. Bu durum, kalabalık sınıflı okullarda dikkat ve öğrenme sorunlarını neredeyse diğer okulların üç katına çekebiliyor. Okula devam sorunu, zorbalık gibi okul ruh sağlığıyla ve okulun sosyal duygusal iklimiyle ilişkili sorunlar da yoksul/düşük gelirli çocukların olduğu okullarda daha fazla. Bu okullardaki öğretmen ve yöneticilerin daha fazla yıprandığını görüyoruz. Bu eşitsizliklerin üzerine eklenen pandemiyle birlikte eşitsizlik derinleşti. Pandeminin çocukların ve ergenlerin hayatındaki en önemli etkisi, okulların kapalı olması nedeniyle sosyal ve bilişsel gelişim tıkanıklığı ve bunun ruhsal yapı üzerindeki etkileri oldu. Yoksul ve dar gelirli toplumsal sınıftan çocuklarla farklı dezavantajları olan (özel gereksinimli, sığınmacı, kronik sağlık sorunları gibi) çocuklar için okulun kapalı kalması, hayata açılan bir pencerenin kapanması gibi oldu. Okul, zor koşullarda büyüyen ve gelişimi evde bir türlü hızlanamayan milyonlarca çocuk için büyük bir gelişim fırsatı sunuyor. Eşitsizliğin derinleşmesini önlüyor, “eşitleyici” bir rol oynuyor. Okulun bu eşitleyici etkisinden yararlanmayı belirleyen etkenlerin başında “okula devam” geliyor. Devamlılık ve gelişim arasındaki bu pozitif bağlantı düşük sosyo-ekonomik düzeydeki öğrenciler için geçerli. İşin kötüsü, en fazla devamsızlığı da aynı kesimdeki öğrenciler yapıyor. Erken yaşta çalışmaya başlama, ev emekçisi olma gibi sebeplerle okula devam aksıyor, okuldan kopma kolaylaşıyor. Bu gözle bakıldığında okulların açık tutulması, sınavlara hazırlanmanın, dersleri daha iyi öğrenmenin yanı sıra eşitsizliğin giderilmesi açısından da oldukça önemli. Okul aynı zamanda birlikte yaşamayı öğrenme yeri, toplumsal barışın sağlanması için önemli bir rol oynuyor ya da oynayabilir.

Öz denetim, çalışmayı öğrenme, okuma-yazma, muhakeme ve dünyayı anlama becerisi 5-12 yaş döneminde gelişiyor. Bu nedenle okul ortamı önem teşkil ediyor. Sınırların sağlandığı, neyin nasıl olduğu konusunda herkesin uymasının beklendiği bir yapılanmanın bulunduğu ve tutarlı mesajların verildiği okullarda çocuklar kendilerini güvende hissediyor. Güvende hissediş, zihinsel kaynakların gelişim amaçlı kullanılmasına imkân tanıyor.

Okulun öğrencilerle birlikte ruhunu oluşturan öğretmenlerin ruhsal durumu da okulun işlevlerini yerine getirmesini etkiliyor. Okulun açık tutulamaması, uzaktan eğitimin eğitim ihtiyacını karşılayamaması, birçok öğretmenin yaptıkları işin anlamından kuşku duymasına yol açtı. Okulların açık olduğu bu dönemde öğretmenlerin mesleki toparlanmayla ruhsal yorgunluğu aşması eş zamanlı bir hedef olmalı. Pandeminin yıpratıcı etkilerine karşı dayanışmaya ve işbirliğine dayalı sosyal ve duygusal iklimin oluşturulması için öğretmenlerin de desteklenmesi gerekiyor.

Özel gereksinimli ve engelli çocuklar toplumsal yaşamda ayrımcılığa, önyargıya ve istismara maruz kalıyor. Okullar, öğretmenler ve ebeveynler, özel gereksinimli ve engelli çocukların toplumsal yaşama dahil edilmesi için neler yapmalı? Özel eğitim uygulamaları sizce yeterli mi?
YANKI YAZGAN:
Özel gereksinim gruplarının her biri için ayrı ayrı söylenecek çok şey var. Özellikle yakından çalıştığım Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) ve Özgül Öğrenme Güçlüğü’nün (ÖÖG) içinde olduğu nörogelişimsel bozukluklar (NGB) üzerinden konuyu irdeleyebilirim. Nörogelişimsel bozukluklar tanısı alan çocuklar için pandemi daha da zorlu geçti. Çoğu çocuğun pandeminin ilk bir buçuk yıllık dönemindeki tükenmişlik düzeyi göz önüne alındığında, çocukların normal bir akademik yüke ayak uydurmasını beklemek zaten gerçekçi değildi. Sosyal hayata katılma ve beceri kazanma dönemindeki çocuklar ve ergenler, yalnızlıklarını dijital dünyada telafi etmeye çalıştı. NGB’li çocuklar, sosyal süreçte yaşadıkları zorluklar nedeniyle dijital dünyada da izole oldular. Sosyal hayatın bir süreliğine yok olmasının bıraktığı boşluğu dolduracak yol bulmak zor oldu, çocuksu kaldıkları süre iyice uzadı.

Pandemi ve uzaktan eğitim sebebiyle rutinlerini kaybeden çocuklar yeni bir ev rutinine ve kurallarına uyum sağlamaya çalıştı. Bu sosyal değişime uyum sağlamanın temel aracı olarak çoğu ebeveyn ev düzeninde daha fazla yapılandırmaya başvurdu. Pandeminin getirdiği ve henüz bitmeyen belirsizlik ve stresle beraber hem eğitimde hem de sosyal-duygusal gelişimde yaşanan aksaklıklar, çocukların okul ortamından uzak kalması, okula odaklanmayı ve bağlanmayı iyice zorlaştırdı. Özel gereksinimli çocuklar için bir genelleme yaparsak, pandemi döneminde hemen herkesin yaşadığı zorlukları fazlasıyla yaşadılar. Bu nedenle kayıplarını telafi etmeleri için düzenleme yapıldığı ölçüde gördükleri zarar azaldı. Uzaktan eğitim sırasında çocuklar, okulda uygulanan toplu yaşam kurallarını, sosyalleşmenin gerektirdiklerini unuttular, hatta iletişim ve ilişki kurma becerileri paslandı. NGB kapsamındaki sorunlardan DEHB’ye bakalım. Okula başlangıç döneminde okuma ve yazmada gecikme, ileriki yaşlarda projeleri ve ödevleri tamamlamada ve zaman yönetiminde zorlanma görülebilir. DEHB’li öğrencilerde okula geri dönerken sınıf kurallarına uyumda sorunlar, kaygılar, kendinden memnuniyetsizlik ve öfke gibi durumlar görülebilir.  Bu çocuklarda görevlerin daha küçük ve yapılabilir parçalara bölünmesi, planlamalar yaparak hangi zaman diliminde hangi görevle ilgileneceğine dair yön gösterilmesi yardımcı olabilir. DEHB’li çocuklarla yüz yüze bir okul ortamında ilgilenirken öğretmenlerin tutumları, çocukların sınıfta oturduğu yer, sınıftaki düzen bozmaya yatkın öğrencilerin sayısı, ders saatlerinin uzunluğu gibi faktörler ele alınmalı. Okullar, yüz yüze eğitime geri dönerken DEHB’li öğrencilere yaklaşım ve onlara uygulanacak programlar konusunda bir plana sahip olmalı. Okullarda DEHB ve özel gereksinimli öğrenciler için yapılan farklılaştırma programlarının sonuçlarının eşit olmasına özen gösterilmeli. Öğrencilerin daha önce öğrendikleri hızda öğrenemeyecekleri olasılığı her koşulda akılda tutulmalı, deneyimlerini geliştirmeleri ve öğrenmeye hazır olmaları için ihtiyaç duydukları ortam sağlanmalı. Bu noktada önemli olan, çocukların etraflarında onlara yardım etmek için çabalayan öğretmenler ve psikolojik danışmanlar olduğunu onlara göstermek.

Zorbalığın ya da istismarın önüne geçmek için kararlı olmak gerekiyor. Yaygın ve kitlesel bir etki yaratmak, okulun duygusal ikliminde yapılacak iyileştirmeyle mümkün. Bütün paydaşların birbirine güvendiği, kendini güvende hissettiği ve ihtiyaçları ölçüsünde eşitlendiği koşullarda zorbalık ve kötü muamele olasılığı düşüyor. Okul iklimini toplumsal barışın bir yansıması ya da modeli gibi de düşünebiliriz. Başkalarıyla birlikte olma  arzusunun özellikle çocuklarda ve ergenlerde ne kadar güçlü olduğunu gördük. Başkalarıyla birlikte olmanın gerektirdiği iletişim, uzlaşma ve sevebilme yetisinin ortaya çıkması, gelişmesi ve şekillenmesi okulda mümkün oluyor. NGB ya da başka özel gereksinim yaratan durumların nasıl ele alındığı, zorbalığa ve ayrımcılığa karşı o okulda nasıl bir tutum izlendiği, öğrencilerin olduğu kadar okulun tüm paydaşlarının da sosyal gelişimini sağlayacaktır.

Çocuk odaklı sosyal politikaların hayata geçirilmesi ve çocuklar için psiko-sosyal destek mekanizmalarının güçlendirilmesi için yerel yönetimler hangi inisiyatifleri almalı?
YANKI YAZGAN:
Yerel yönetimlerin birçok ihtiyaca yanıt vermesi mümkün. Aynı şekilde hangi kamu otoritesinin ilgilendiği belli olmayan ya da bir yetki meselesi içermeyen alanlar da mevcut. Okul öncesi dönemdeki çocukların ve anne-babalarının yaşam kalitelerinin yüksek tutulması sağlanabilir, anne-babaların çocuklarına zaman ayırması için imkân yaratılabilir, çocukların gelişim ortamları (doğal alanlar, parklar, kreş ve bakım kurumları)  geliştirilebilir. Spor, sanat, müzik ve kültür etkinlikleri düzenlenebilir. Çocukların hayatında yeri olan yetişkinler çocukluk hakkında bilgilendirilebilir, onların kendi deneyimlerini ve anılarını bugünün kuşaklarına sunması için olanak yaratılabilir. Özel gereksinimli çocukların toplumsal hayatta yer alması için ihtiyaçları yakından izlenebilir, karşılanabilir, destek hizmetleri sunulabilir. Yoksulluk ve eşitsizlik gibi yapısal şiddet unsurlarının en fazla etkilediği toplumsal kesimlerin çocuklarına öncelik verilebilir. Yerel yönetimler, yenilikçi yaklaşımlara, toplumsal yarar getirecek çalışmalara açık olmalıdır. Geniş kesimlere ulaşabilecek farkındalık ve toplumsal destek araçları ve yöntemleri geliştirilebilir.

Prof. Dr. YANKI YAZGAN KİMDİR?
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. Genel psikiyatri uzmanlık eğitimini Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanlık eğitimini Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamladı. Beyin bilimleri ve psikiyatri alanındaki bilgilerin herkes tarafından anlaşılmasını ve kullanılmasını amaçlayan “popüler bilim” temelli yazı ve kitapların yanı sıra çok sayıda ulusal/uluslararası hakemli bilimsel dergi makalesi ve kitap bölümü yazdı. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi, Yale Child Study Center’da öğretim görevlisi olarak eğitim ve araştırma çalışmalarını sürdürdü. Klinik uygulamalarda ve bilimsel araştırmalarında odak alanlarını nöro-gelişimsel bozuklukların tanılanması ve multimodal tedavilerinin uygulamaları oluşturmaktadır.


Önerilen Haberler