"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Ayşe Köse Badur: “Sosyal yaşam hizmetleri yurttaşlarla birlikte tasarlanmalı”

  • 19 Eylül 2022
İstanbul Politikalar Merkezi Kentleşme ve Yerel Yönetişim Koordinatörü Ayşe Köse Badur Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.

Yaşanabilir bir kent nedir ve nasıl oluşturulur? Özellikle son yirmi yılda en güçlü mekânsal birimler olan kentler ne vadediyor?

AYŞE KÖSE BADUR: Kentler, Türkiye’de ve dünyada yaşamın merkez üssü oldu. Bu nedenle yaşam kalitesini merkeze alan politikalarda mutlaka kentleri düşünüyoruz. Kentler, insanlara hâlâ umut vadediyor. Bu durum, elbette tarımı ve kırsal kalkınmayı daha az önemsemek değildir. Bu konu da en az kentler ve kentlerin geleceği açısından hayati önem taşıyor.

Yaşanabilir kent, insanların kent hakkı çerçevesinde kentte ihtiyaçların karşılanması ve politikaların belirlenmesine katkıda bulunabildikleri, katılımcı oldukları, bir yerden bir yere en kısa sürede, en az maliyetle gidebildikleri, çevreyle ilişki kurabildikleri, yerel yönetimlerin ve kentteki önemli aktörlerin etkinlikleriyle yapabilirliklerini artırabildikleri, doğal ve yapılı çevre bakımından düzenli ve geniş bir alana sahip olan yaşam alanıdır. Yaşanabilir kent aslında o kentte yaşayanların kentin geleceğini müzakere ettiği, uzlaştığı ve bunu inşa ettiği bir kent tahayyülüdür.

Türkiye’deki kentleşmenin son 20 yılına odaklanmak için önce son 75 yıldır izlediği süreci anlamamız gerekiyor. Türkiye, gelişmiş ve gelişmekte olan bazı ülkelerin aksine, bu süreci çok kısa sürede yaşamıştır. Bu durumun da elbette önemli siyasi, ekonomik ve toplumsal sonuçları olmuştur ki, bu sürecin bittiğini de iddia edemeyiz. Yirminci yüzyılın altın çağı olarak adlandırılan 1950-1980 yılları arasındaki dönem, ithal ikameci modelle Türkiye ekonomisinin büyüme katettiği, buna paralel olarak kırdan kente göçün başladığı ve hızlandığı bir süreç olmuştur. Türkiye’de kırdan kente göç 1950’lerle birlikte hız kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Türkiye, Soğuk Savaş’ta Batı kampında yer almıştır. ABD menşeli Marshall yardımının da etkisiyle Türkiye’de tarım sektörü başta olmak üzere bir dönüşüm süreci başlamıştır. Tarıma traktörlerin girmesiyle birlikte başlayan süreç, ulaşımda karayollarının yaygınlaşması, sanayileşme, kentlerdeki sağlık ve eğitim hizmetlerinin iyileşmesi gibi gelişmelerle devam etmiştir. Kırdan kente göç, 1975-1980 yılları arasındaki ulusal/küresel ekonomik durgunluk ve Türkiye’deki siyasi istikrarsızlık dönemi hariç olmak üzere hızlanarak devam etmiştir.

Bu dönemde kırdan kente gelenler için sanayide ya da atölyede iş bulmak ve formel ağlara dahil olmak mümkündür. Ancak işportacılık, seyyar satıcılık yapan ve enformel ağlarla hayata tutunanların sayısı da az değildir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye savaşa girmemiştir, ancak savaş ekonomisi uygulamıştır. Bu süreçte kentlerin ihtiyaç duyduğu yatırımlar aksamıştır. Kısacası, 1950’lerin başında kentlerde böylesi bir toplu göçe ev sahipliği yapacak konut stoku yoktur, hiçbir açıdan da kentler bu duruma hazırlıklı değildir. Bu nedenle kente yeni göç edenler, sanayi merkezlerinin etrafında hemşeri dayanışmasıyla kurulan gecekondu mahallelerini inşa etmeye başlamıştır. Türkiye’de bu dönemde, askerî darbelerle kesintiye uğrasa da, çok partili siyasi hayata geri dönülmüştür. Popülist politikalar tetiklenmiş, bu sayede gecekondu mahalleleri yavaş yavaş formel sisteme dahil olmuştur. Kentsel hizmetler, gecekondu mahallelerine gelmeye başlamıştır.

1980’lerde küreselleşmeyle eşzamanlı uygulamaya konan neoliberal ekonomi politikaları, kentlerin ve kentleşmenin çehresini değiştirmiştir. 24 Ocak (1980) kararları, ekonomik dönüşümün ilk sinyalidir, ancak siyasi çatışma ve istikrarsızlık nedeniyle uygulanamamıştır. 12 Eylül askeri darbesi, Türkiye’deki siyasi çatışmayı ağır bedelle sonlandırmış, Türkiye’nin Washington Uzlaşısı olarak adlandırılan ABD ve İngiltere merkezli neoliberal sisteme uyum sağlaması için pürüzleri gidermiştir. 1980’den sonra dünyada finans ve bilgi teknolojileri başta olmak üzere hizmet sektörü hızla büyümüş; gelişmiş ülkelerin kentleri sanayisizleşmeye, kentler, hizmetlerin ve malların kesiştiği merkezler olmanın yanı sıra bir metaya dönüşmeye başlamıştır. Bu eğilime Türkiye de uyum sağlamıştır. Küresel kent olarak yükselmeye çalışan İstanbul metalaşmaya başlamıştır. Sanayinin tamamı olmasa bile bir kısmı büyük kentlerin etrafındaki kentlere devredilmiştir. Bu süreçle eşzamanlı olarak yaşanan diğer bir önemli gelişme ise, Anadolu kentlerinin öne çıkmaya başlamasıdır. Özellikle tarımdan imalata geçebilen, niş alanlarda üretim yapabilen, ihracat noktalarına yakın olup, ulus-üstü ağlara eklemlenebilen Denizli, Kayseri, Konya, Gaziantep, Malatya ve Kahramanmaraş gibi kentler bu dönemde gelişme kaydetmiştir ve 2000’lerde bu süreç hız kazanmıştır. Ancak bu dönemde İzmir gibi bazı kentler ekonomideki yerini korusa da, bu gelişmelerin gölgesinde kalmıştır. 1980-2000 arasındaki dönemde yaşanan en önemli gelişmelerden biri de, kentlerdeki nüfusun ilk kez kırdaki nüfusu geçmesidir. Türkiye, nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşayan bir ülkedir. Bu dönem ayrıca kırdan kente göçün azalmadığı, aksine, Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri’nden göçün arttığı bir sürece denk gelmiştir. Sadece üç büyük kent değil, Anadolu kentleri de bu dönemde göç almıştır.

Türkiye, 1990’larda ekonomik dalgalanmalar ve siyasi istikrarsızlıklarla karşı karşıya kalmıştır. 1999 depremi, sağlıklı kentleşmenin ne kadar önemli olduğunu tekrar ortaya koymuştur. 2001 krizinin ardından Kemal Derviş’in öncülük ettiği ekonomi paketinin devreye girmesiyle ekonominin düzeleceği işaretleri gelmiştir. IMF’nin ve Dünya Bankası’nın desteklediği ve sağlık gibi temel kamu politikalarını kapsayan bu ekonomi planının uygulanması neticesinde kamu yönetimi bu krizi güçlenerek atlatmıştır. Başbakan Bülent Ecevit’in sağlığının bozulmasıyla seçimlere gidilmiştir ve 2002 yılında AK Parti hükümeti iktidara gelmiştir.

Kentleşme politikaları, son 20 yılın en temel politikalarından biridir. Kentleşme, 1984 yılında kurulan ve özerk bir kimliğe sahip olan TOKİ’nin merkeze çekilmesiyle ekonominin en temel alanı olmuştur. İnşaat sektörü, yükselen plazalar, konutlar ve alışveriş merkezleri ile tüketime dayalı tek tip bir orta sınıflaşma son yirmi yılın özeti sayılabilir. Bu durum, İstanbul’dan en küçük Anadolu kentlerine dek benzer bir eğilim göstermektedir. Ancak bu süreç, kentlerdeki ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri artıran bir etki yaratmıştır. Örneğin, kent yoksullarını ev sahibi yapmak üzere kurulan TOKİ, orta sınıflara evler yapmış, çalışan kesimleri ve gayrimenkul sektörünü hızla finansallaştırmış, istediği kamu arazisini ya da yoksul gecekondu mahallesini gayrimenkul yatırım ortaklıklarıyla dönüştürme gücüne sahip olmuştur. Ulusal ya da yerel ölçekte beraber çalışılan firmalarla bu sektör büyük ölçüde kontrol altına alınmış, hükümete yakın bir girişimci sınıfı da ortaya çıkarılmıştır. Diğer yandan, kent yoksulları oldukça uzak bir noktadaki konutlara taşınmış, borç yükünün altına girmiştir. Bu süreç, toplumsal ağları da etkilemiştir. Kısacası, bu dönemde konut sahibi olmanın ekonomik olduğu kadar toplumsal ve psikolojik bir karşılığı da olmuştur. Türkiye’de orta sınıflar için banliyöleşme ve site hayatı 1980’lerden beri hızla yayılmaktadır. Bugün, çalışan kesimlerin de tercihi olan bu site hayatı, toplumda kopukluğa, ötekileştirmeye, içinde yaşayanları tek-tipleşmeye götürmektedir. Sadece bir yürüyüş parkuru ve çocuk parkı, ne yazık ki, sosyal yaşamı cılız ve renksiz kılıyor. Kent merkezinde yaşayanların da kentsel hizmetlere ne kadar erişebildiği, bu hizmetlerin ne kadar çeşitli olduğu ayrı bir soru işaretidir. Son yirmi yıla dönüp baktığımızda, en önemli sorunlar arasında ekonomik ve toplumsal eşitsizlik, tek-tipleşme, inşaat furyası, sosyal adaletin hızla kaybolması, kentlerin tarihsel ve kadim ruhunun silikleşmesi ve merkezden yönetimle idare edilen kentlerde sorunların birikmesi yer alıyor. Ne yazık ki, katılımcılık ve kapsayıcılık gibi konular sadece belli kentlerde karşımıza çıkıyor. Bu kentlerde de merkezî yönetim, yerel yönetim ya da belediye meclisi kaynaklı engellerle karşılaşmak mümkün. Yine de katılımcı bütçe uygulamaları gibi son derece önemli çalışmalar büyük bir emekle hayata geçiriliyor.  

Sosyal yaşam hizmetleri tanımlaması altında toplayabileceğimiz kamusal hizmetlerin (sosyal tesisler, yaşam merkezleri ve mekânları, rekreasyon alanları, yeşil alanlar vb.) toplumsal yapı, kentsel mutluluk ve sosyal bağlar açısından taşıması gereken özellikler, kentsel yaşam kalitesini yükseltecek kriterleri nelerdir?

AYŞE KÖSE BADUR: Sosyal yaşam hizmetlerinin iyi bir şekilde kurgulanması için yerel yönetimlerin bu hizmetleri o kentte, ilçede, mahallede yaşayanlarla birlikte tasarlaması gerekiyor. O bölgeyi tasarlayacak kişi, işin uzmanı dahi olsa, yine de dışarıdandır. Oysaki insanların alışkanlıkları ve gündelik yaşamlarının kendine has bir akışı var. Çok güzel bir park inşa edebilirsiniz, ancak beklendiği oranda ziyaretçisi olmayabilir. Bu nedenle aktif mahalle meclisleriyle ilçe meclislerinin varlığı son derece önemli. Yaşam kalitesi dediğimizde, kent hakkı çerçevesinde ihtiyaçları doğru tespit etmek, yapabilirlikleri artıracak akılcı çözümler ortaya koymak, o kentin doğal ve yapılı çevresine uygun hareket etmek gerekiyor. Bu mekânlar herkese açık biçimde tasarlanmalı. İnsanlar, saydığınız sosyal yaşam alanlarına sadece belli ilçelerde değil, her yerde erişebilmelidir. Örneğin, İstanbul’un farklı ilçelerinden gençlerin hafta sonları özellikle Kadıköy’e geldiğini görüyoruz. İnsanlar kendilerini Kadıköy’de iyi, rahat ve mutlu hissediyor. Bu tarz alanların tüm ilçelerde çoğaltılması gerekiyor. Ayrıca bu gibi alanlarda gezici kütüphane etkinlikleri, tiyatro gösterimleri, kurslar düzenlenebilir. Bu çalışmalar için açık yeşil alanlar daha sık kullanılabilir. O zaman bu tarz hizmetlere erişimi kısıtlı olan pek çok insan, kırılgan gruplar arasında yer alan kadınlar, çocuklar, gençler ve yaşlılar dışarı çıkabilir ve sosyalleşebilir. Sosyalleşmenin bir amacı ve bağlamı olmalı. Sadece bir kafeye gitmek, çay-kahve içmek ya da AVM’de gezmek sosyalleşmek değildir.  Kentsel yaşam kalitesini yükseltecek en önemli kriter, kişinin yaşadığı kentte kendini iyi hissetmesi ve başka bir yerde yaşama ihtiyacı duymamasıdır.

Toplumsal mekânların ortak kültür ve kimlik yaratma üzerindeki etkisi nedir? Dünyadaki örnekleriyle karşılaştırdığınızda, Türkiye’deki sosyal yaşam mekânlarının daha fonksiyonel, yeterli ve nitelikli olması için kentsel politikalar hangi kapsamda olmalı?

AYŞE KÖSE BADUR: Yukarıdaki soruda yanıtlamaya çalıştığım üzere, öncelikle insanları ortak bir alana çekebilmeniz gerekiyor. İnsanlar bir araya gelebilmelidir. Kentte yaşayanlar uzun saatler çalışıyor, genellikle kendi çevrelerinde yaşıyor ya da sosyal medya aracılığıyla gerçeklikten uzak bir biçimde sosyalleşiyor. Bir çelişki gibi görünebilir, ancak hem çok sosyal olduğumuz hem de içimize kapandığımız bir dönemden geçiyoruz. Covid-19 pandemisinin, Türkiye’deki siyasi kutuplaşmanın ve ekonomik istikrarsızlığın bu durumu hızlandırdığını da unutmamız gerekiyor. Bunu aşmanın önemli yollarından birisinin insanları ve özellikle kadınları bir amaç ya da etkinlik için bir araya getirmek olduğu kanısındayım. Aynı ilçenin, aynı mahallenin insanları bir kursa katılmak, çocuğuyla tiyatro oyunu izlemek için bir parkta yan yana oturmalı, gülmeli, eğlenmeli, konuşabilmeli. Türkiye, kentlerin hızlı göç, aşırı kentleşme ve site hayatı gibi faktörlerle böylesi bir sivil hayattan hızla uzaklaştı. Sanırım içeriğini doldurarak bu tarz sosyal alanları çoğaltmak ve insanları bir araya getirmek gerekiyor.

Dezavantajlı toplumsal grupları sosyal yaşama dahil edebilmek, eşitsizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla kapsayıcı, katılımcı ve sürdürülebilir uygulamaları yaygınlaştırmak için neler yapılmalı?

AYŞE KÖSE BADUR:
CHP’li belediyelerin yaygınlaştırmaya çalıştığı mahalle evleri aslında yukarıda benim bahsettiğim uygulamalara paralel. Yine belediyeler her semtte kütüphane açıyor ki bu, gençlerin bir araya gelmesi için önemli bir adım. Özellikle uzun saat açık kalan mahalle kütüphaneleri gençler için oldukça önemli. Bu gibi örneklerin geliştirilerek yaygınlaştırılması gerekiyor. Bu süreç, mahallelinin, yerel yönetimlerin, şehir plancılarının ve mimarların ortak çalışmasıyla planlanmalı. Bu bağlamda özellikle Avrupa kentlerindeki, küçük kentlerdeki benzer uygulamaları da izlemek mümkün. Sonuçta, kültürel farklılıklar olsa dahi insanların ihtiyaçları ortak.

Yerel yönetimler, kentleri ve kentlerde yaşayanları doğrudan etkileyen krizler (siyasi, sosyal, ekonomik ve ekolojik kriz, iklim krizi) karşısında sosyal yaşama yönelik mekân/alan oluştururken nelere dikkat etmeli?

AYŞE KÖSE BADUR:
Bu konudaki temel soru şu: Bu tarz alanları yaratmak için yerel yönetimler ne kadar özerk? Özellikle yeşil alan, kentsel dönüşüm konuları yerel yönetimlerle merkezî yönetim arasındaki başlıca sorunlardan biri. Çünkü yasal olarak yerel yönetimlerin yetkisi dışında kalan, bakanlık gibi kurumların doğrudan yetkisinde olan alanlar var. Ayrıca kentsel alanların dönüşümü, hükümet politikalarıyla birebir bağlantılı ve bu durum, yerel yönetimlerin elini, kolunu bağlıyor. Bu konunun siyasi ayağını görmezden gelmemiz mümkün değil. Ne yazık ki, merkezî yönetimle yerel yönetimler arasındaki çatışma ve kutuplaşma, kentlerin yaşam kalitesini ve kent sakinlerinin gündelik hayatını olumsuz etkiliyor.

Gerek deprem tehlikesi gerek Covid-19 pandemisi bize geniş yeşil alanlara ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu gösterdi. İnsanlar bu alanlara erişirken zorlanmamalı. Diğer yandan, iklim kriziyle karşıya karşıyayız. Hava sıcaklığının artması, ki kentsel ısı adası dediğimiz olgu kentler için durumu daha da vahim kılıyor, özellikle kırılgan gruplarla alt sınıfların yaşadığı mahallelerde yaşamı zorlaştırıyor. Bu durum, kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar, mülteciler gibi kırılgan gruplar için hayatı zorlaştıracaktır. Yerel yönetimlerin bir an evvel kent haritaları çıkarması, riskleri belirlemesi, hangi semtte hangi risk grubu yaşadığını bilmesi gerekiyor. Mekânsallaştırma ve harita çalışmaları, eylem planlarında öngörülse dahi, oldukça zor ve katmanlı çalışmalar. Üstelik, sağlıklı veriye erişim Türkiye’nin en çetrefilli konusu.

Bu temel çalışmalar zor olsa da atılması gereken en önemli adımlardan biri, belediyelerin kamuoyunu arkasına alması. İklim değişikliğinden salgına, yeni projelerin içeriğinin ne olduğundan katılımcılığın önemine dek aslında kent sakininin gündelik yaşamına dair birçok konuyu il, ilçe ve mahalle bazında vatandaşa anlatmak ve onların desteğini almak gerekiyor. Örneğin, salgın döneminde vatandaşlara en yakın olan kurumların başında belediyeler geliyordu. Oysaki belediyelerin pek çok çalışmasına ket vuruldu. Bu gibi durumlarda, hatta öncesinde kamuoyunun bilgilendirilmesi ve kamuoyu desteğinin alınması gerektiği kanısındayım.

AYŞE KÖSE BADUR KİMDİR?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisans derecesini Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nden aldı. Doktora çalışmasını geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemleri konusunda tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir. Yayımlanmış kitap çalışmaları arasında Prof. Dr. Çağlar Keyder, Prof. Dr. E. Fuat Keyman, Dr. Fırat Genç’le birlikte hazırladığı “Kentlerin Türkiyesi: İmkânlar, Sınırlar ve Çatışmalar” (2020, İletişim Yayınları), Prof. Dr. E. Fuat Keyman’la birlikte hazırladığı “Kürt Sorunu Yerel Dinamikler ve Çatışma Çözümü” (Ayrıntı Yayınları, 2019) ve kendisinin hazırladığı “68’in Kadınları” (2010, Doğan Kitap) yer almaktadır. Aynı zamanda Açık Radyo programcısıdır.


Önerilen Haberler