"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Göregenli: “Kamusal alanlar yenilikçi yaklaşımlarla planlanmalı”

  • 26 Eylül 2022
Sosyal Psikolog Prof. Dr. Melek Göregenli Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.

İnsan-mekân ilişkileri bağlamında kamusal alanlara bağlılık düzeyi, kent kimliğini, tanıma ve anlamlandırma sürecini nasıl etkiliyor? Sosyal yaşam alanlarına/mekânlarına ilişkin memnuniyetin belirleyici özellikleri nelerdir?

MELEK GÖREGENLİ
: İnsan davranışını ekolojik bir yaklaşımla ele aldığımızda, insanın içinde yaşadığı, işlevleri uygun mekânsal sistemler, çok düzeyli, yapılandırılmış, görece belirlenmiş bir sosyal bağlamın parçası olarak anlaşılabilir; birey, aile, grup, organizasyon, topluluk (komünite), mahalle, ada, kent, bölge gibi. İnsan gelişiminin ekolojisi olarak baktığımızda, ekolojik sistemin bileşenlerini mikrosistem, mezosistem, ekzosistem ve makrosistem düzeylerinde tanımlayabiliriz. Bu sistemler iç içedir, bireyi saran en yakın ekolojiden, “aile”den başlayarak, mahalle, kent, bölge, ülke ve dünya ölçeğine ulaşır, karşılıklı olarak birbirini, bireyin davranışını ve gelişimini etkileyen, bireyin etkilendiği ekolojik bağlamlardır. Bu nedenle aslında sadece kamusal alanlarda “kamusal” ya da evlerimizde “biricik-tekil” varlıklar değiliz.  Bulunduğumuz her mekân, kendi içinde özel ve kamusal nitelikler ve işlevler taşır. Örneğin, ev içlerinin en kamusal alanı salonlardır, en mahrem alanları yatak odalarıdır. Bunlar, genel atıflar, ev içlerinin mahrem ve kamusal alanlarının giderek iç içe geçtiği hayatlar ve mekânsal işlevler de kuruluyor. Kalabalık bir aile ve yalnız yaşayan birisi için bu mekânsal bölümlemeler değişebilir, sadece duvarlar ya da ayırıcı bölmelerle değil, eşya sistemleri ve sembollerle de. Buzdolaplarımızın kapakları, hayatımızın sergi panoları gibidir; gezip gördüğümüz yerler, sevdiklerimizin resimleri, kişisel ama görülebilir olduğu için de kamusal işaretlerdir. Bir parkta, bazen bir şehrin meydanında hiç kamusal hissetmeyebiliriz ya da mahrem bir köşe bulup sığınabiliriz. Özel ile kamusal arasındaki bu dönüşümlü diyalektik ilişki nedeniyle sadece kamusal alanlara ilişkin memnuniyetin dinamiklerinden söz etmek mümkün değil, bir süreklilikten söz ediyoruz. Yaşantının ve memnuniyetin sürekliliğinden, karşılıklılığından, içeriden dışarı bir devamlılıktan söz ediyoruz. Bu devamlılık, insanın kişisel, sınıfsal, kültürel yanlarından da etkileniyor, durumdan da, mekânsal bağlamdan da. Çok öğretici bir tecrübemden söz edeyim: Kadınlara ilişkin ideolojilerle ilgili bir araştırma yaparken, uyguladığımız ankette “Kadının yeri evidir,” diye bir madde vardı, katılımcılara ne düşündüklerini, buna katılıp katılmadıklarını soruyoruz. Orta yaşlı bir kadınla konuşuyorum, soruyu sordum, yüzüme baktı ve dedi ki: “Nasıl bir ev?” Genel olarak düşünmesini söyledim, “Olmaz,” dedi, evden eve, evde ne olduğuna göre değişir. Bazen kendimizi “evden dışarı atmak” isteriz, bazen de “olabildiğince çabuk eve dönmek.” Bu örnekler, mekâna ilişkin doyumun çok çeşitli faktörlere bağlı olduğunu gösterir, ama kuşkusuz genel prensipler de vardır; önemli olan, bu bağlamsallığın, insanların yerlere bağlanmasının çoklu faktörlerle ilişkili olduğunu akıldan çıkarmamak. Nedir o genel prensipler? Mekânlarla kurduğumuz ilişkilerde, her ölçekte, mekânla “kendileme” kavramı, bireyler ve gruplar düzeyindeki pek çok sosyal davranışın anlaşılmasında anahtar kavramlardan biri niteliğindedir. Mekân deneyiminin doyum ya da doyumsuzlukla sonuçlanması, herhâlde en çok kendilemenin ölçüsüyle belirlenmektedir. Kendileme, tıpkı yeni bir ayakkabıyla yaşadığımız deneyim gibi, ayağımızın ve ayakkabının dönüşmesiyle oluşan, “içinde rahat etme” sürecidir. Burada önemli olan, ayakkabının da, ayağın da, bu uyuma uygun esnekliğe sahip olabilmesidir, yoksa olmaz, ayağınız yara olur. Mekânlarla da böyle ilişkileniriz, birlikte birbirimizi dönüştürürüz. “Kimiz biz?’ soruları, “Neredeyiz biz?” sorusuyla yakından ilişkilidir. Aslında sosyal psikologlar tarafından rutin olarak araştırılan birçok sosyal kategori kaçınılmaz olarak yerle ilişkili kavramlarla yakından ilişkilidir (örneğin, grup, toplum, etnik kent ya da ulus-devlet). Sosyal psikolojinin temel sorularının ve çevre psikolojisinin başlıca kavramlarının yaşamla ilişkisinin kurulmasıyla “yerlerin anlamları”, “yer kimliği”, “yere bağlılık” ve “kültür” sayesinde bu kavramların ilişkisi anlaşılabilir. Bir kişi, grup,  kültür ya da alt kültürle herhangi bir yer-mekân arasındaki ilişki, kolektif insan etkinliğini anlamada temel süreçlerden biridir. Bir kültür, belli bir coğrafyaya, mekâna yönelik tepkilerin toplamıysa, kültürel tutumun ve bağlılığın, o mekânla kurulan ilişkinin yere bağlılığı ve yer kimliğini yansıttığını da söyleyebiliriz. Aynı zamanda mekânın kendisi bir kültürel ürün olarak ele alınabilir. Mekânın ya da yerin kendisi, zaman ve mekânla ilgili insani düzenlemeler, örgütlemeler sonucu ortaya çıkan, belli bir grubun teknolojisi ve kültürü yoluyla dönüştürdüğü kültürel bir üründür. Farklı teknolojiler gibi, kültürün kendisi, coğrafyaları, yerleri, kentleri üretir.

Çevre psikolojisi çalışmaları, kentlere bağlanma sürecinde ve kent kimliğinin oluşumunda önce mekânı ayırt ettiğimizi, sonra ona karşılaştırmalar yoluyla bir değer biçtiğimizi ve bugünümüzü ve geleceğimizi o yerle birlikte düşündüğümüzü gösteriyor.  Yerlerle ilişkimiz zaman içinde değişse de, kimliğimizin o yerle tarif edilmesi bir süreklilik olarak kalıyor. Bu süreklilik duygusu, kök salma, o yerle ilgili bellek oluşturma gibi, kendiliğimizin yapı taşlarına dönüşüyor. Yere bireysel bağlılık süreci, çocukluk deneyimlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bu deneyim, basit bir uyaran-tepki zinciri biçiminde oluşmaktan ziyade bir bellek oluşturma süreci olarak anlaşılabilir; yaşadığımız odaya, mahalleye, kente ilişkin deneyimlerimizin oluşturduğu bir bellek. Yer bağlılığının ve kimliğinin, insanın güvenlik duygusu ihtiyacının giderilmesi, kendini ifade etme, aktarma, öngörülebilirlik ve kontrol ihtiyacının giderilmesi, bireyler, gruplar, topluluklar ve kültürler düzeyinde kimlik oluşturma ihtiyacının karşılanması gibi işlevlerinin olduğu pek çok araştırmada gösterilmiştir.

Bütün bu süreçler gerçekleşebiliyorsa, bir yere bağlanıyoruz, bu, niyetle ve gönüllülükle de ilişkili; kamusal mekânlar, diğer ölçeklerdeki mekânlara göre bu duygunun ve kimliğin oluşumunda daha önemli gibi görünüyorsa bunun nedeni, kamusal mekânda daha “görünür” olabilmektir. Bir şehrin meydanlarında, sokaklarında güvenle var olabiliyorsak, sadece biz o şehre bağlanmaya niyet etmemişizdir, o da bizi sarıp sarmalamış demektir. Bu, bir tür kolektif karşılıklı kabuldür.

Sosyal psikoloji ve çevre psikolojisi açısından “yer” kavramı neden önemli? Kentte yaşayanların deneyimine, sosyal ilişkilerine ve düşüncelerine odaklanan kamusal alanlar oluşturmak için kültüre özgü öğeler ve kültürel anlam neden önemsenmeli?

MELEK GÖREGENLİ:
“Yer”, “alan”, “mekân” gibi pek çok kavram, genel olarak insanların ve grupların davranışlarının, içinde oluştuğu durağan fiziksel dekorlar gibi algılanır, öyle söz ederiz onlardan ya da en çok “etkilerinden” bahsederiz. Mesela “Işık, ses, mekânsal büyüklük gibi özellikler davranışı nasıl etkiler?” gibi sorular sorarız. İnsanların “çevre”lerinden söz ederken genellikle yine toplumsal olan bir bağlamdan, başka insanlardan söz ederiz. Örneğin, bir çocuğun gelişiminde çevrenin etkisi derken kastettiğimiz, genelde ebeveynleri, akrabalarıdır, yine toplumsal varlıklardır ve onların özellikleridir, çocukla etkileşimleridir. Oysaki bir çocuğun gelişiminde, içinde yaşadığı ev, sokak, mahalle, şehir gibi fiziksel, coğrafi her şey, en az diğerleri kadar önemli ve etkilidir. Fiziksel mekânla ilgili her şey insanla karşılıklı etkileşim içinde insanların, grupların ve toplulukların davranışlarını oluşturur. Mekân, insan ve zaman, bu üç ayaklı bağlam, davranışın oluşmasında aktif aktörler olarak aynı ölçüde bir bağlam oluşturur, etkiden çok etkileşimden söz etmeliyiz, karşılıklılıktan. Örneğin, bir mahalleye, dünyanın -genel standartlara göre- en güzel oyun alanını yapabilirsiniz, ama o mahallede yaşayan çocukların oyun ya da açık alan etkinlikleri açısından ihtiyaçlarına cevap vermeyebilir o park. Çünkü mekânsal ihtiyaçlarımız sonsuz sayıda faktörden (mekânsal deneyimimizden, kültürel arka planımızdan, alışkanlıklarımızdan, ev içinde sahip olduklarımızdan-olmadıklarımızdan, oyundan ne anladığımızdan vb.) etkilenir. Bu nedenle kamusal alanları planlarken, kimler için olduğuna göre değişen esnek bir planlama sürecine ve katılımcı süreçlere ihtiyacımız var. Katılımdan, insanları toplayıp ne istediklerini sormaktan öte bir şey anlaşılmıyor genelde. İnsanlar, ihtiyaçlarının ve onları giderecek seçeneklerin farkında olmayabilir. Mekânsal planlamaya katılım, katılımcıların da sonunda dönüşebileceği, kendileriyle ilgili başka bir farkındalık kazanabileceği bir süreç olmalı. Esnek, yenilikçi ve çeşitliliği önemseyen bir kamusal alan planlamasına ihtiyaç var. Standart olanı sorgulamak, olabildiğince katı yapılandırmalardan kaçınmak, ihtiyaca göre kullanım sürecinde dönüştürülebilecek kamusal alanlar yaratmaya odaklanmak gerekiyor.

Yeni kamusallık biçimlerinden ve kültürlerinden bahsedebilir miyiz? Kamusal mekânların çok işlevli olması, kent kimliğini ne ölçüde farklılaştırıyor?

MELEK GÖREGENLİ:
Belli yaş ya da nüfus gruplarına yönelik olanlar dışında kamusal mekânlar doğası gereği çok işlevli olmak zorunda zaten, ki onlar da aslında çok işlevli ve çoklu hedef kitlelere yöneliktir. Bu, tasarımcılar tarafından genellikle dikkate alınmaz, ama bir çocuk parkı, çocuklar kadar onlara eşlik eden yetişkinler için de bir kamusal alandır. Yaşlılar için tasarlanan mekânları sadece “yaşlılık” üzerinden kurarsanız bu, bir tür izolasyona yol açar ki, yaşlılar bundan hoşnut olmaz. Kuşkusuz, birçok özellik açısından kesişimsellik temelinde düşünülen işlevlerle tasarlanan kamusal alanlar daha çeşitli olacağı ve daha fazla sayıda kentli yurttaşı kapsayacağı için kentle doyum veren bir ilişkiyi kolaylaştırır, kente bağlılığı ve kent kimliğini yükseltir.

Dijitalleşmenin ve teknolojik gelişmelerin geldiği aşama en çok kamusallık biçimlerini dönüştürdü. Ben, bu yeni hâle “bedene iliştirilmiş kamusallık” diyorum. Bu sadece diğeriyle elimizdeki bir araç yoluyla ilişkilenmeyi kapsamıyor, aynı zamanda bütünüyle kamusal bir etkinlik olan politika yapma biçimlerini de dönüştürüyor. Sokağın yerini ekran alıyor, içeride ya da dışarıda olmanız fark etmiyor, bedeninize iliştirilmiş bir “kamusal”a çıkış imkânınız hep var. Bu yeni hâl, hayatımızı nasıl dönüştürdü, insanların ve grupların hayatlarında neyi değiştirdi, bunu bütünüyle anlamak için sosyal bilimciler olarak zamana ihtiyacımız var. Ama şunu hep söylüyorum: Sosyal bilim bilgisi, insanların bireyler ve gruplar olarak yüz yüze etkileşimlerine yönelik gözlemlerle biçimlenmiştir. Bu bilgi birikimimiz en azından nüfusun bir bölümü için geçerli olan “yeni hayat”ı anlamamıza yetmiyor. Nüfusun bir bölümünden söz ediyoruz, çünkü bence insan topluluklarını ayıran başka pek çok faktöre bu da eklendi, bambaşka hayatlar, bambaşka toplumsallıklar.

Türkiye’deki kamusal mekânların özellikleri sosyal adalete odaklanıyor mu? Kentin dezavantajlı bölgelerinde yaşayanları mekânsal ayrımcılığa maruz bırakmayacak sosyal yaşam alanları hangi fiziksel/mekânsal koşulları kapsamalı?

MELEK GÖREGENLİ:
Cevabım çok net olarak hayır tabii ki. Hiçbir yerde mekânsal bir eşitlikten söz edemeyiz, Türkiye de dahil olmak üzere hiçbir yerde. Kapitalizm, mekânsal eşitsizlikler üzerinden hayata geçiyor artık ve şehirler, diğer ayrımcılıkların yanı sıra mekânsal ayrışmanın ve ayrımcılıkların da merkezi artık. Sadece kamusal mekânlar açısından değil, mahallelerin yapılanması, şehrin sosyal-fiziksel kolaylıklarından yararlanma, kamusal hizmetlere ulaşma gibi pek çok açıdan kentli nüfuslar arasında büyük eşitsizlikler var. Esasen eşitsizlik olarak tarif ettiğimiz her konuda bunun mekâna yansıması açıktır, çünkü hiçbir şey vakumda oluşmaz. Sınıflar, cinsiyetler, cinsel yönelimler, etnik gruplar, toplumda aldıkları yere göre mekânda da yerleşirler, öyle olmasa, eşitsiz sistem sürdürülebilir olmazdı.

Bu genel girişten sonra somutlaştırırsam, yaptığımız çalışmalarda da açıkça görüyoruz, kamusal alanda güvenle, rahatça, şu ya da bu şekilde şiddet olasılığından her an korunmaya çalışmadan var olabilmek için toplumsal hiyerarşide yukarıda yer alan gruplara ait olmak gerekiyor. Erkek, en az orta sınıf, Türk, sünni heteroseksüel gruplar, şehrin her yerinde en kolay kamusallaşabilenler. Kent meydanlarında rahat ve olduğu gibi görünür olabilmenin her yerde bedelleri var. “Dezavantajlılık” kavramını seviyorum, benzerleri içinde en uygunu, çünkü “avantajlılık” durumunun varlığına da gönderiyor. Bu kavramlar sadece ekonomik göstergelerle tarif edilemez. Çoklu kimliklerimiz var, sadece yoksul olduğumuz için değil, kadın olduğumuz için de, kentin neresinde yaşarsak yaşayalım, az ya da çok kamusal alanlarda rahat değiliz. Ayrıca dezavantajlılık bazen sahip olmadıklarınızdan değil, olduklarınızdan da kaynaklanır. Örneğin, özel yetenekleri olan bir çocuğun, gencin ya da yetişkinin kentte fark edilmemesi, görünür olma imkânlarına sahip olamaması, kamusal alanda yer alamaması da dezavantajlılık olabilir. Kamusal alanlar, şehir nüfusunun görece eşit koşullarda karşılaşma imkânlarına hizmet edebildiği sürece tüm kentli grupların kente bağlılığını yükseltebilir ve mekânsal ayrışmanın yarattığı eşitsizliklerin sonuçlarını azaltabilir.

Kentlerin heterojen yapısına uygun kamusal alanları oluşturmak için yerel yönetimler neler yapmalı, hangi inisiyatifleri üstlenmeli?

MELEK GÖREGENLİ:
Her şeyden önce mekânsal ayrışmanın yarattığı eşitsizlikleri görmek, kabul etmek gerekiyor. Kentsel kamusal alanlar buna göre planlanmalı. Doğal kamusal alanlar, örneğin kıyılar, sadece oradaki hayatı kolaylaştıracak kadar yapılandırılmalı, daha fazla yapılandırmaya izin verilmemeli. Herkesin girişine açık olmayan, farklı işlevli mekânsal düzenlemelerden kaçınılmalı. Kamusal mekânlarda yapılacak düzenlemelerde kentli nüfusun o mekânları kendiliğinden kullanma pratikleri gözlemlenmeli, planlamada bu esas alınmalı. Örneğin, farklı nüfus gruplarının yoğun olarak açık hava faaliyetleri için kullandıkları bir kamusal alan, bir kongre merkeziyle belli bir grubun kullanımına açılmamalı. Yeni kamusal alan planlamalarında hedef nüfus gruplarının ihtiyaçlarından ve kendiliğinden kamusal pratiklerine ilişkin bilgiden hareket edilmeli. Bunlar zaten bilimsel çalışmalarda ortaya konmuş olgular. Kuşkusuz, en iyi kamusal mekânlar, nüfus gruplarının kullanımına maksimum oranda açık olan mekânlardır. Gerisini zaten kentliler o alanları kullandıkça dönüştürür. Bu esnek ve dönüşebilir planlama anlayışı çok kıymetli olurdu. Belki de bunlardan da önemlisi, şehirlerin nüfuslarının zihniyetini, bir şehrin farklılıkların mekânı olduğu yönünde dönüştürebilmek. Kamusal alanda herkesin olduğu gibi var olabilmesinin ve herkesin memnun olabileceği mekânların varlığının önkoşulu bu aslında. Herkesin, yaşadığı şehrin, en az kendisi kadar kendisine benzemeyenin de şehri olduğunu ve kent hakkının herkes için olduğunu kabul ettiği bir kentte gerçek kamusal alanlar herkes için olabilir.

PROF. DR. MELEK GÖREGENLİ KİMDİR?

 “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” adıyla bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladığı için 2017 yılında meslekten ihraç edilene kadar Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde profesör olarak çalıştı. Sosyal psikoloji, politik psikoloji ve çevre psikolojisi alanlarında birçok makale ve kitap yayımladı. Bağımsız araştırmacı olarak toplumsal cinsiyet, ayrımcılık, insan hakları ve muhafazakârlık, barış ve kolektif eylem, kentsel kimlik, göç, kentlerde mekânsal eşitsizlikler konularında çalışmalarını sürdürüyor.


Önerilen Haberler