"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Erdem: “Türkiye tarımının şirketlerden kurtarılması şarttır”

  • 23 Ocak 2023
Çiftçiler Sendikası Genel Başkanı Ali Bülent Erdem Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.

Çiftçiler Sendikası’nın (Çiftçi-Sen) başkanısınız. Çiftçi-Sen’e neden ihtiyaç duyuldu? Sendikanın çalışmalarından bahseder misiniz?

ALİ BÜLENT ERDEM:
Sendikal örgütlenmenin bir ihtiyaç olarak hissedilmesi ve örgütlenme çalışmalarının başlatılması, Türkiye tarımında yaşanan, daha doğrusu yaşatılan dönüşümle ilgilidir. Bilindiği gibi, 1950’li yıllar bize endüstriyel tarımın dayatıldığı yıllardır. Yollar yapılarak kırsal alan pazara bağlanmaya çalışılmış, sulama barajları yapılmaya başlanmış, bataklıklar kurutulmuş, yeni alanlar tarıma açılmış, makineler ülkeye girmeye başlamıştır. “yeşil devrim”le beraber hibrit tohumlar devreye girmiştir. Bu tarz üretim, bir çiftçinin yapamayacağı kadar pahalı bir üretimdir. Yoğun girdi, yüksek enerji ve daha fazla su gerektirir. Bu nedenle çiftçilerin bu tarz üretim yapabilmesi için desteklenmesi, endüstriyel tarımın “modern tarım” olduğuna çiftçilerin ikna edilmesi gerekmiştir. O güne kadar oluşmuş kurumlar yeniden yapılandırılırken, yeni kurumlar oluşturulmuş, çiftçiler desteklenerek endüstriyel tarım yaygınlaştırılmış, üretilen ürünler gümrük duvarlarıyla korunmuştur.  Bu uygulamalar sadece ülkemizde değil, IMF ve Dünya Bankası, kalkınma ajansları ve bölgesel ve ikili anlaşmalarla bütün kapitalist dünya ülkelerinde  “yeşil devrim” adıyla dayatılmış ve uygulattırılmıştır.

1970’li yılların ikinci yarısında kapitalist merkez ülkelerden başlayarak neoliberal polikalar uygulanmaya başlamış, bütün ülkelere dayatılmıştır. Ülkemizde 1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla neoliberal politikaların uygulanmaya başlaması, geniş bir muhalefetle karşılaşmış, 12 Eylül askeri darbesiyle de uygulanması mümkün olmuştur.  Neoliberal politikaların tarıma yansıması kaçınılmazdı.  Endüstriyel tarımı ve buna uygun tarımsal yapının oluşturulmasını dayatan aktörler, yani IMF ve Dünya Bankası, bu kez tarımsal yapının dağıtılmasını, şirketlerin önünün açılmasını istemiştir. 1980’den sonra iktidara gelenler, istenen adımları atmaktan çekinmediler. 1999-2001 yılları arasında IMF’nin ve Dünya Bankası’nın tarımda yeniden yapılandırma ve tarımsal dönüşüm programları uygulanmaya başlandı. Tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi, destekleme alımlarının azaltılarak kaldırılması, tarım kredi faizlerinin yükseltilmesi,  Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’ni  A.Ş.’ye dönüştürecek yasaların çıkarılması ve devre dışı bırakılması, tarımsal sulamanın paralı hâle getirilmesi istendi. Kemal Derviş yasaları veya “15 günde, 15 yasa” diye bilinen tütün ve şeker yasaları, TSKB’ler yasası çıkarıldı. Köylülerin ve küçük çiftçilerin aleyhine kararlar alınacağı bir süreç başlıyordu. Köylülerin ve küçük çiftçilerin bu saldırılar karşısında neler yapabileceğini tartışmak, ortak kararlar almak için üretici kurultayları yapmaya başladık. Bu kurultayların ilki, 15 Eylül 2001’de Akhisar’da düzenlenen Tütün Üreticileri Kurultayı’ydı. Ardından, Burhaniye’de zeytin, Alaşehir’de üzüm, Babaeski’de ayçiçeği, buğday, hayvancılık, Zile’de pancar, Ordu’da fındık, Rize’de çay kurultayları yapıldı. Kurultaylarda seçilen heyetler üzerinden 13 Aralık 2003 tarihinde Türkiye Çiftçi Kurultayı düzenlendi ve neoliberal tarım politikalarına karşı mücadele etmek için ürün bazında sendikalar kurulması kararı alındı.

8 Mart 2004 tarihinde üzüm, ardından tütün, fındık, hayvan yetiştiricileri, ayçiceği, hububat, çay ve zeytin üreticileri sendikaları kuruldu. 2004 yılında küçük çiftçilerin küresel örgütü La Via Campesina’ya üye olundu. Bu sendikalar, üst örgütlenmelerini, yani Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nu 2008 yılında oluşturdu. Sendikalar, haklarında kararlar alınırken söz verilmeyen çiftçilerin ortak sesi olmaya çalıştı, tütün, üzüm, fındık, hububat, zeytin, çay, toprak, tohum, su mitingleri düzenledi, etkinlikler gerçekleştirdi. Sendikalar bir yandan fiilî ve meşru olarak örgütlenmeye, mücadeleye devam ederken, haklarında açılan kapatma davalarıyla ilgili uzun süreli hukuk mücadeleleri yürütmek zorunda kaldı. Sonuçta, mahkemeler sendikalar lehine kararlar alsa da, bu kez çiftçilerin sendika kurabilmesiyle ilgili iç hukuk düzenlemesi yapılmadı.

Türkiye tarımı hızla şirketleşmeye başladı. Şirketlerin, ülkenin ihtiyacına yönelik değil, kâr getirecek ihracata yönelik ürünlere yönelmesi ülkenin ürün desenini bozdu. Ürün bazında örgütlenmiş sendikaların üyeleri ya başka bir ürün üretiyordu ya da toprağını bırakmıştı. Ürün bazında kurulan sendikalar, farklı ürün üretenleri üye yapamıyordu. Bu nedenle yeni bir örgütlenme gerekiyordu. 2020 yılının Şubat ayında, İzmir’de, her sendikadan gelen delegelerle sorun tartışıldı ve tek sendikaya dönüşme kararı alındı. Çiftçiler Sendikası’nın başvurusu yapıldı. Bu kez işçi sendikası olarak kabul edilen Çiftçi-Sen, daha sonra yasal kongresini de yaptı. Pandemi dönemi çalışmaları zorlaştırdı. Yaklaşık bir yıldır yoğun olarak çalışıyoruz.

Ekonomik kriz, yanlış siyasi kararlar, iklim ve gıda krizi, kuraklık ve göç gibi faktörler Türkiye’de tarımsal üretimi doğrudan etkiliyor. İyi tarım uygulamalarının yaygınlaştırılması, yerel/ulusal düzeyde tarıma yönelik etkin çalışmaların yapılması ve gıda üretim sistemlerinin güçlendirilmesi için neler yapılmalı?

ALİ BÜLENT ERDEM:
Pandemi, ekonomik kriz, küresel iklim krizi ve savaş karşısında endüstriyel tarımın ne kadar kırılgan ve dayanaksız olduğunu gördük. Yaşanan krizlerin nedenlerinden biri, endüstriyel tarım.  Köylülerin, çiftçilerin bilgilerini değersizleştirdi.

Endüstrinin tarıma müdahalesinin başladığı günden bugüne kadar geçen süreçte tarım arazileri, bir taraftan girdilerin girdiği, diğer taraftan ürünlerin çıktığı, ölçek ekonomisine dayanan, kârlılık kaygısıyla ürün çeşitliliğini azaltan, ürünlerin besin değerlerini düşüren üstü açık fabrikalara dönüştü. Toprağın, bitkilerin kökünü tutması yeterliydi, gerisini kimyasallar hallediyordu. Ekolojik ilkeler endüstriyel tarım için söz konusu bile değildi. Bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliği birbirinden ayrıldı. Endüstriyel hayvancılığın yapıldığı hayvan kentleri oluşturuldu.

Güneşten gıda enerjisi elde etme faaliyeti olan tarımsal üretim, fabrikasyon üretime dönüştürülerek petrole bağımlı hâle geldi. Toprak, yeraltı suyu kirletildi. Önemli bir karbon yutağı olan toprak özelliğini kaybetti. Endüstriyel tarım, küresel iklim değişikliğinde önemli bir rol üstlendi. Küresel sera gazı salımının yaklaşık %40’ı (tarımsal üretim %11-15, paketleme, taşıma, soğutma, satış ve organik atıklar %20-25) endüstriyel gıda sisteminden kaynaklanıyor. Yine endüstriyel tarım, tarımsal ve biyolojik çeşitliliğin %90’lık kısmının kaybolmasının sebebi.

Ormanların yok edilmesi, endüstriyel hayvancılıkla hayvanların kapalı alanlara kapatılması, virüsleri yeni konukçular aramaya itti. Kuş gribiyle, domuz gribiyle, Covid-19’la tanıştık. Bu üretim tarzında ısrar edilirse, insanlık yeni pandemilerle, hastalıklarla karşı karşıya kalacak. Üretimde kullanılan herbisit, pestisit, kimyasal gübre ve gıdaların raf ömrünü uzatabilmek için kullanılan kimyasallar önemli sağlık sorunlarına neden oldu. ABD’de, çoğu mikrobik hastalıklarla ilgili olarak yıllık 5.000’den fazla gıda kaynaklı ölüm ve 80 milyondan fazla hastalık vakası bildiriliyor.

Gıda krizinin, açlığın, endüstriyel gıda ürünlerinin tüketilmesi sonucunda yaygınlaşan obezitenin nedeni, tarım ve gıdanın çok az sayıda şirketin kontrolüne girmesidir. Her canlı için olmazsa olan gıda bir metaya, bir kâr aracına dönüştürülmüştür. İnsanlığın aç kalmasını engellemek bahanesiyle korkunç tarımsal üretim yöntemlerinin kullanılmasını sağlayanlar, şirketlerin gıda sistemini kurarak, gıdayı insanlık üzerinde bir tehdit aracına, bir silaha dönüştürmüşlerdir. Gezegenimizin gıda üretim kapasitesi, günümüzdeki nüfusun 1.5 katını besleyebilecek düzeydedir, ama her yedi kişiden biri açtır.

Herkesin sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi için besleyici gıdalara, düzenli, yeterli ve güvenilir şekilde erişebilmesi anlamına gelen gıda güvencesi, parası olanın gıdaya ulaşabilmesi noktasına gelmiştir. Oysa gıda bir metadan ötedir, insanların yaşam hakları varsa, gıda hakları, yani sağlıklı gıdalara ulaşabilme hakları da olmalıdır.

Bu kadar sorun yaratan endüstriyel üretim temelli şirketlerin, gıda sistemi sorunları için çözümü olamaz. Nasıl ki, organik tarım, şirketlerin kontrolünde endüstriyel organik tarıma dönüştürülmüşse, iyi tarım uygulamaları da şirketlerin gıdayı kontrolünü engellemiyor aslında, sertifikasyon, sözleşmeli üretim yöntemleriyle şirketlerin kontrolünü artırıyor. Dikkat edilirse, televizyonlarda ürünlerinin reklamını yapan marketler, ürünlerinin iyi tarım uygulamalarıyla sözleşmeli olarak üretildiğini söylüyor. Bu üretim tarzı ancak bir geçiş döneminde şirketlerin kontrolü dışında kullanılabilir.

Çiftçilerin gerek üretim sürecinde gerek ekonomik açıdan yaşadığı sorunlar nelerdir? Bu sorunların orta ve uzun vadede çözülmesi için hangi tedbirler alınmalı?

ALİ BÜLENT ERDEM:
Endüstrinin tarıma her müdahalesi, çiftçileri kırsal alandan göçe zorlamıştır. Tarımın şirketleştirilmesi ise, kırdan kente tarihin en büyük göçüne neden olmaktadır. AKP iktidara geldiğinde tarımda istihdam edilen nüfus 7 milyon 458’den, 2022 yılında  4 milyon 910 bin’e gerilemiştir. Çünkü şirketlerin gıda sisteminde köylüler ve küçük çiftçiler istenmemektedir.  Çiftçiler borç batağındadır. 2002 yılında çiftçilerin bankalara olan borçları 2.4 milyar dolar iken, bu tutar 2022’de 190 milyara yükselmiştir. Çiftçi borçlanarak üretmektedir. Hasat dönemlerinde ise, ürünlerin maliyeti bile karşılanamamaktadır. Çünkü 1995 yılında kurulan DTÖ ile ürün fiyatları uluslararası serbest piyasaya bırakılmıştır. Bu, küresel şirketlerin yapay (aslında sübvansiyonlu) bir dünya fiyatı belirlemesidir. Hasat döneminde ithal edilen bu ürünler nedeniyle çiftçilerin ürünleri gerçek değerini bulamamaktadır ve çiftçilerin borçları giderek büyütmektedir. Girdi maliyetleri giderek artmaktadır, sulamanın paralı hâle getirilmesi ve HES’ler nedeniyle suya erişim zorlaşmakta, pazara erişimde sorunlar yaşanmakta, tarım arazileri madenlere, enerji şirketlerine, inşaata açılmaktadır. Çiftçiler ya toprağını bırakmaktadır ya da sözleşmelerle şirketlere bağlanmaktadır. Çiftçilere hangi ürünü ekeceğini şirketler söylemekte, girdilerini şirketler vermekte, ne zaman, ne yapacağını hangi zehiri kullanacağını, ürününün fiyatını şirketler belirlenmektedir. Çiftçilik bilgisi değersizleştirilmiştir, çiftçiler kendi toprağında işçileşmektedir. Gıda, çiftçinin ve halkın elinden çıkmaktadır. Oysa şirketlerin gıda sisteminin karşısında halkın gıda sistemini kuracak mücadelenin özneleri köylüler ve küçük çiftçilerdir, köylülerin ve küçük çiftçilerin kendi topraklarında kalması yaşamsaldır, üretebilmeleri için desteklenmelerinden başka bir yolda yoktur.

Endüstriyel tarım, çiftçilerin tarımsal üretimden uzaklaştırılmasına neden oldu. Tarım ürünleri büyük ölçüde şirketlerin denetimine geçti ve gıda sistemlerini etkiledi. Tarım ve gıda sistemlerini endüstriyel tarımın işleyiş dinamiklerinden bağımsız hâle getirecek uygulamalar nasıl yapılandırılmalı?

ALİ BÜLENT ERDEM:
Yoksullaşmayla beraber gıdaya erişim zorlaşıyor. Marketlerdeki rafların, kimlerin ve nasıl ürettiği bilinmeyen ithal ürünlerle dolu olduğunu görüyoruz. Üretim süreçlerini takip edemediğimiz gıdaların sağlığımızı nasıl etkilediğini bilmediğimiz için tedirgin oluyoruz. Tohumları kaybetmekle başlayan gıdaya erişememe korkusu, köylülerin ve küçük çiftçilerin topraktan koparılmasıyla derinleşiyor. Oysaki bir gıda ürününün kimin tarafından nasıl üretildiği ve bize nasıl ulaştığı o ürünün sağlıklı olup olmadığını belirler. Bir ürün, küçük çiftçiler ve köylüler tarafından agroekolojik yöntemlerle üretiliyor, en kısa yoldan tüketiciye ulaşıyorsa o gıda sağlıklıdır.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün 1996’da Roma’daki Dünya Gıda Zirvesi’nde, küçük çiftçilerin ve köylülerin küresel örgütü La Via Campesina,  gıda egemenliği kavramını ilk kez dillendirerek, halkları gıda sisteminin merkezine yerleştirmeden bu sorunun çözülemeyeceğini ortaya koyacak, gıda güvenliğini ve güvencesini sağlayacak politik açılım sunmuştur.

La Via Campesina, 2007’de Mali’nin Nyeleni kentinde gıda egemenliği hareketini küresel boyuta taşımak üzere müttefikleri bir araya getirerek yayınladıkları deklarasyonda, “Birçoğumuz gıda üreticisiyiz ve dünyanın bütün halklarını doyurma kabiliyetine, istek ve iradesine sahibiz. Gıda üreticileri olarak bizim mirasımız insanlığın geleceği için yaşamsal önemdedir,” demiştir.

Gıda egemenliği, gıda üretme ve tüketme şeklimizi yeniden oluşturma çağrısıdır. Gıda politikalarının ve sistemlerinin, küresel tarım, gıda şirketleri ve piyasalar tarafından değil, gıdayı üretenler ve ona ihtiyaç duyanlar tarafından kendi kültürlerine uygun şekilde, doğayla uyumlu belirlenme hakkı olduğunu savunur. Bu, insanlığın ve yaşamın yok edilmesine, ortak varlıkların talan edilmesine, ekosistemin tahrip edilmesine neden olan IMF, Dünya Bankası, ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlara, bu kuruluşların her dediğini yapan hükümetlere bir karşı duruştur. Endüstriyel, kâr amaçlı, petrole dayalı gıda sistemi karşısında merkezinde küçük çiftçilerin ve gıdaya ihtiyaç duyanların olduğu, ortak karar alma mekanizmalarının yaratıldığı yerel deneyimleri oluşturmaya çalışır. “Gıda egemenliğini, gıda şirketlerinin denetiminden çıkarıp, halkın egemenliğine geçirecek, topraklarımızı, tohumlarımızı, bölgelerimizi, sularımızı, hayvanlarımızı, biyoçeşitliliğimizi koruyacak siyasal mücadelenin adıdır,” görüşünü savunur. Amaç, merkezinde köylülerin, aile çiftçilerinin olduğu, balıkçıların, yerli toplulukların, topraksızların, kır işçilerinin, göçmenlerin, göçerlerin, çobanların, kadınların, gençlerin, tüketicilerin, çevre ve kent hareketlerini, ekolojistlerin mücadelelerini ortak bir mücadeleye yöneltmektir.

Gıda egemenliği mücadelesi kapsamında tanımlanması gereken birçok çalışma ve mücadele aslında ülkemizde de sürmektedir. Mücadeleyi, gıda egemenliği mücadelesi kapsamında olduğunu bilerek yürütenler olduğu gibi, farkında olmadan yürütenler de az değildir. İktidarın kırsal alana yönelik uygulamaları tepkiyle ve direnişle karşılaşmaktadır. Lokal kalan bu karşı çıkışlar, bir süre sonra ya yenilmekte ya da sönümlenmektedir. Tüm çalışmaların, mücadele süreçlerinin ortaklaştırılması, gıda egemenliği hareketi oluşturmak isteyenlerin görevidir. La Via Campesina ve müttefiklerinin 2018 yılında hazırladığı, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen “Kırsalda Yaşayanların ve Köylülerin Hakları Deklarasyonu” için iç hukuk düzenlemesi yapılmasını talep eden mücadele, ortaklaşabilmenin ilk adımı olabilir. Çünkü bu deklarasyon, bugüne kadar mücadele yürütenlerin ortak taleplerini karşılamaktadır.

Sürdürülebilir tarımın ve iyi tarım uygulamalarının geliştirilmesi, çiftçilerin ve üreticilerin korunması, sağlıklı gıdaya erişimi sağlayacak ürünlerin üretimi için yerel yönetimlerin alması gereken inisiyatifler nelerdir?

ALİ BÜLENT ERDEM:
Sürdürülebilir tarımla iyi tarım uygulamalarını birbirine karıştırmamak gerekiyor. Sürdürülebilirlik birçok şeyi içerir (üreticilerin geçimlik tarım yapmalarından ekolojik dengenin ve biyoçeşitliliğin korunmasına kadar). Bu durum varsa, sürdürülebilir tarımdan bahsedebiliriz. “İyi tarım uygulamaları”, “sertifikalı organik tarım” gibi tüketicilerin gıda ürünlerindeki kimyasal kalıntılara karşı tepkisine Avrupa’daki endüstriyel gıda sisteminin çözümü olarak ortaya çıkmıştır. Kullanılan kimyasallarla hasat dönemi arasında belli sürenin geçmesi, kalıntı kodeksleri vb. uygulamalar vardır. Aslında sürdürülebilir bir tarım şekli değildir. Kimyasal kullanımı söz konusudur, bu kimyasalların toprağa, suya, havaya kısacası ekolojiye olumsuz etkileri vardır. Bu etkiler, küresel iklim krizine katkı sunmaktadır. Bunların yanı sıra çiftçiler, sertifikasyon kuruluşlarına ve girdi maliyetlerinde şirketlere bağımlıdır. Biz, sürdürülebilirlik açısından agroekolojik üretim tarzını savunuyoruz.

Devletin küçük çiftçiler aleyhine tarımdan çekilip, tarım şirketlerinin önünü açtığı noktada bu boşluk yerel yönetimler tarafından doldurulabilir, küçük çiftçilerin bağımsız davranabileceği bir çalışma yürütebilir. Yasaklanan yerel tohumların özgürleştirilmesinin önünü açabilir. Yerel yönetimler, çiftçilere hibrit tohumlardan üretilmiş fideler dağıtmak yerine yerel tohum çeşitlerini kullanan üreticilere özel destekler vermeli, üreticilerin kendi tohumluklarını oluşturmasını sağlamalıdır. Hâlâ köylülerin elinde olan tohumlar bulunabilir, bu tohumları çoğaltabilecek çalışmalar yürütülebilir,  eğitimler planlayabilir. Yerel yönetimler, çiftçiden çiftçiye eğitim çalışmaları başlatabilir, bu çalışmaları yaygınlaştırabilir. Yerel tohumla üretilmiş ürünlerin sağlıklı gıda olduğu konusunda tüketicileri aydınlatacak kampanyalar yapabilir, seçtikleri her gıdanın nasıl bir gıda sistemini tercih ettiklerinin ifadesi olduğu anlatılabilir.  Agroekolojik üretim yapan çiftçilerin pazara erişimini sağlamak için özel pazar yerleri açılabileceği gibi, ürünlerin pazara getirilmesi amacıyla nakliye süreci planlanabilir.  Çiftçilerin pazara erişimi önemli bir problemdir. Çiftçilerin ürünlerini her hafta pazara getirmesi masrafladır, ürün maliyetini yükseltmektedir ve endüstriyel ürünlerle yarışma şansı ortadan kalkmaktadır.

Yerel yönetimler, Çiftçi Hakları Deklarasyonu’yla ilgili iç hukuk düzenlemesi yapmayan iktidara karşı bölgesinde deklarasyonu uygulayarak iktidar üzerinde bir baskı oluşturabilir. Yerel yönetimlerin esas amacı, çiftçileri bağımsızlaştıracak çalışmalar olmalıdır. Çalışmalarla birlikte yöntemler de çeşitlenecektir. Yerel yönetimlerin, çiftçileri kendisine bağımlı hâle getireceği her çalışma, yerel yönetim yasası değişikliğinde veya belediyenin başka bir partiye geçmesi hâlinde boşa olacaktır.

ALİ BÜLENT ERDEM KİMDİR?

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirdi. Neoliberal tarım politikalarının hızlandığı 2000’li yıllarda ürün bazında sendikaların kurulması sürecinde çalıştı. Tütün Üreticileri Sendikası’nın (Tütün-Sen) kurucu genel başkanlığını yaptı. Ürün bazında kurulmuş sendikaların tek sendikaya dönüşmesiyle birlikte Çiftçiler Sendikası’nın (Çiftçi-Sen) genel başkanı oldu.


Önerilen Haberler