"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Özden: “Kırsal kalkınma, demokratik ve katılımcı yöntemlerle sağlanır”

  • 30 Ocak 2023
Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Fatih Özden Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.

Kırsal kalkınmanın bileşenleri nelerdir? Kır ve kent arasında sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan dengeyi sağlayacak kalkınma modelleri oluşturulurken nelere dikkat edilmeli?

FATİH ÖZDEN: Kalkınma modelleri veya yaklaşımları aynı zamanda kırsal kalkınmanın bileşenlerini de belirlemektedir. Entegre Kırsal Kalkınma Modeli, kırsal kalkınmayı ekonomik, sosyal, kültürel, çevresel ve altyapı olanakları açısından bütüncül olarak ele alması nedeniyle kır-kent arasında dengenin sağlanması açısından en uygun modeldir. 

Entegre Kırsal Kalkınma Modeli’nin fiziksel ve beşeri kalkınma olmak üzere iki temel bileşeni vardır. Fiziksel kalkınma, kırsal yerleşmeleri ve çevre koruma boyutlarını içerir. Kırsal yerleşme boyutunda, yerleşim planları, ulaşım, iletişim, su, elektrik, kanalizasyon gibi altyapı bileşenleriylesı sağlık, eğitim tesisleri gibi hizmet altyapı olanakları söz konusudur. Çevre koruma boyutunda ise, toprak-su varlıklarının ve doğal floranın korunması, erozyonun önlenmesi gibi tedbirler bulunmaktadır. 

Diğer temel bileşen olarak ifade ettiğimiz beşeri kalkınma ise, ekonomik ve sosyo-kültürel boyutu ifade etmektedir. Kırsal alanları niteleyen temel özelliklerin başında ekonomik faaliyetlerin büyük oranda tarıma dayalı olması gelir. Dolayısıyla kırsal kalkınmanın ekonomik boyutunda tarımsal kalkınma önemli bir yer tutar. Son yıllardaki teknolojik gelişmelerle birlikte tarım eskiye oranla daha fazla sermayenin biriktiği bir alan hâline gelmiştir. Buna bağlı olarak kırsalda yaşayan çiftçilerin dışında elinde sermayesi olan yatırımcılar da tarımsal faaliyetlere ilgi göstermeye başlamıştır. Rekabet koşullarını kırsalda yaşayan çiftçiler aleyhine etkileyen böylesi bir gelişme sonrasında kooperatifçilik ve örgütlenme, kırsal kalkınma için çok daha önemli bir bileşen hâline gelmiştir.

Özellikle son yıllarda uygulanan hatalı politikalar nedeniyle kırsalda yaşayanlar için tarımsal gelir olanaklarının azalmasıyla birlikte tarım dışı geçim kaynakları da kırsal kalkınmanın önemli gündem maddelerinden birisi olmuştur. Bu kapsamda kırsal turizm, el sanatları, zanaatkârlık, kırsal sanayi, ticaret gibi alanların alternatif istihdam yaratması beklenmektedir. Bu imkânlar aynı zamanda yöresel ve yerel koşullara da bağlıdır. Kırsal alanlarda bu olanakların kısıtlı kalması nedeniyle son yıllarda köyden kente göç olgusu önemli bir sorundur. Ancak göç olgusunu sadece ekonomik faktörlere bağlamak hatalı olur. Zira gençler başta olmak üzere sosyo-kültürel açıdan kırsal alanlarda beklediğini bulamayan insanlar da çözümü göç etmekte bulmaktadır. Özellikle eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlere ulaşım, sanat, spor gibi sosyal ve kültürel faaliyetlerin kısıtlı olması, kırsal yaşam motivasyonunu olumsuz etkilemektedir. Dolayısıyla sosyo-kültürel olanakların yaratılması da en az ekonomik kalkınma kadar kırsal kalkınmanın önemli bir bileşeni olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’de kırsal kalkınmaya yeteri kadar önem veriliyor mu? Türkiye tarımının sorunlarını çözecek kırsal kalkınma politikalarında hangi unsurlar ön planda tutulmalı?

FATİH ÖZDEN: Bu soruyu kâğıt üzerinde yazılı olanlar ve uygulamada karşımıza çıkanlar olarak iki farklı şekilde yanıtlayabilirim. Kâğıt üzerinde baktığımızda, Türkiye’nin bir kırsal kalkınma stratejisinin olduğunu, bu stratejinin biraz önce saydığımız boyutlarıyla bütüncül Entegre Kırsal Kalkınma Modeli’ne dayandığını söyleyebiliriz. Bunun yazılı olarak vücut bulmuş hâli ise, AB uyum sürecinde hazırlanmaya başlanan Ulusal Kırsal Kalkınma Stratejisi belgesidir. 

2021-2023 dönemi için hazırlanan belgede, kırsal ekonominin geliştirilmesi ve istihdam imkânlarının artırılması, kırsal çevrenin iyileştirilmesi ve doğal kaynakların sürdürülebilirliğinin sağlanması, kırsal yerleşimlerin sosyal ve fiziki altyapısının geliştirilmesi, kırsal toplumun beşeri ve sosyal sermayesinin geliştirilmesi ve yoksulluğun azaltılması, yerel ve kırsal kalkınmaya ilişkin kurumsal kapasitenin geliştirilmesi olmak üzere beş stratejik amaç belirlenmiştir. Belge, stratejik amaçların belirlenmesiyle sınırlı kalmamış, her bir amaca ulaşmak için hangi konulara öncelik verileceği, öncelik verilen konular için alınacak tedbirler de tek tek belirlenmiştir. Bu amaçlar doğrultusunda önceliklerin belirlenmesi, tedbirlerin uygulanması için kurumsal altyapı da oluşturulmuştur, idari-mali özerkliğe sahip olan, özel bütçeli Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Kurumu kurulmuştur. 

Ayrıca 2006 yılında çıkarılan 5488 sayılı Tarım Kanunu, bir bütün hâlinde tarımsal kalkınmaya yönelik amaç ve araçları belirlerken, özel olarak 15. maddede kırsal kalkınmayla ilgili konuları içermektedir. Bu madde altında uygulanacak kırsal kalkınma programlarında katılımcılığın ve tabandan yukarı yaklaşımın temel ilkeler olduğuna vurgu yapılmaktadır. 21. maddede ise, tarımsal desteklemeler için ayrılacak kaynağın gayrisafi millî hasılanın yüzde birinden az olamayacağı belirtilmektedir. 

Görüldüğü üzere yazılı olarak kırsal kalkınma stratejilerinin belirlendiğini, bunları gerçekleştirmeye yönelik yasal ve kurumsal altyapının oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Ancak uygulama aşamasına baktığımızda, ne yazık ki, aradan geçen zaman zarfında dokümanlarda yazılı olan amaçlara ulaşmada yeterli mesafeyi katettiğimizi söyleyemeyiz. Bazı projeler aracılığıyla yapılan destekler hem katma değer hem de istihdam yaratmada etkili olabilir. Ancak bu etkilerin Ulusal Kırsal Kalkınma Stratejisi’nde belirtilen hedefler açısından Türkiye’de yaygın olumlu bir sonuç doğurduğunu söylemek mümkün değildir. Bunun nedenleri konusunda çok şey söylenebilir. Genel olarak ifade edecek olursak, yapılan desteklerin çok büyük bir bölümünün ekonomik destekler olduğunu, sosyo-kültürel ve fiziksel altyapı yatırımlarının yetersiz kaldığını görüyoruz. Oysa kırsal kalkınma çok yönlü, çok boyutlu bir süreçtir. Ayrıca yapılan etki analizleri, verilen ekonomik desteklerin de çoğunlukla ya zaten kırsal alanlarda belli bir ekonomik güce ulaşmış büyük çiftçilere ya da elinde sermayesi olup dışarıdan tarıma yatırım yapmak isteyen girişimcilere yönlendirildiğini göstermektedir. Kırsal kalkınmanın odaklanması gereken başlıca kesimler, küçük-orta ölçekli işletmeye sahip köylüler, topraksızlar, kadınlar, gençler gibi gruplar olmalı. Türkiye’de bu kesimlere yönelik de kırsal kalkınma destekleri vardır. Ancak bu kesimler, kırsal kalkınma politikalarının odağında yer almamaktır. Bunun birtakım politika hedeflerine ulaşmada önemli bir ayrım olduğunu düşünüyorum. 

Altyapı hizmetleri konusunda da durum iç açıcı değildir. Daha önce bu hizmetleri yerine getiren Köy Hizmetleri Genel Müdürlükleri 2005 yılında kapatıldı. Söz konusu görev, İl Özel İdareleri’ne verildi. Büyükşehir Kanunu sonrasında köylerin tüzel kişiliklerini kaybedip, mahalle statüsüne geçirilmesinin ardından İl Özel İdareleri de kaldırılarak söz konusu hizmetlerin büyük bir bölümünden yerel yönetimler sorumlu hâle getirildi. Bu değişiklikler özellikle altyapı hizmetlerinin etkin bir şekilde yapılmasının önünde engel oluşturmuştur. Bunun dışında yine eğitim ve sağlık hizmetleri açısından da son yirmi yılda geçmişe ait önemli kazanımların yitirildiğine, köylerde okulların, sağlık ocaklarının kapatıldığına şahit olduk. 

Kırsal kalkınmanın önemli bir bileşeni olan tarımsal kalkınmanın sağlanmasında önemli bir rolü olan tarımsal desteklemeler konusuna da vurgu yapmak isterim. Tarım Kanunu’nun çıktığı 2006 yılından bu yanda tarıma ayrılan destekler kanunda belirtilen hâliyle millî gelirin %1’i seviyesine hiçbir zaman ulaşamamıştır. Farklı kaynaklardan elde ettiğim veriler ışığında yaptığın hesaplamaya göre, 2009-2020 yılları arasında Tarım Kanunu kapsamında tarıma ayrılması gereken destekle verilen destek arasındaki farkın toplamı, ilgili yılların döviz kurları üzerinden hesaplandığında yaklaşık 53.3 milyar dolar yapmaktadır. Bu, çiftçilerin tarımsal destekleme olarak almaları gereken ancak alamadıkları meblağın büyüklüğünü göstermektedir. 

Türkiye tarımının sorunlarını çözecek başarılı bir kırsal kalkınma politikası için her şeyden önce politikaların kırsal kesimin içinde bulunduğu koşullara göre planlanması, kırsal kalkınma programlarında demokratik ve katılımcı yöntemlerin kullanılması, dezavantajlı grupların politikalarda öncelikli olması, sosyo-ekonomik ve kültürel farklılıkların dengelenmesi açısından yeni bir kır-kent ilişkisinin kurulması gerekmektedir. 

Günümüz dünyasında üretici ve tüketici arasında bir dayanışma modeli olarak öne çıkan topluluk destekli tarım modeli, tarım ve gıda sisteminde nasıl bir rol oynuyor?  Bu modelin yaygınlaştırılması endüstriyel tarıma ve gıdaya alternatif olabilir mi?

FATİH ÖZDEN: Özellikle 1980 sonrasının neoliberal politikalarının yarattığı olumsuz etkilerin başında, kamusal politikaların piyasaya devredilmesi ve bu süreçte yurttaşların da piyasayla baş başa bırakılması gelmektedir. Bunun tarım-gıda sisteminde hem çiftçiler hem de tüketiciler için yansımaları olmuştur. Çiftçiler, piyasanın da baskısıyla aşırı sentetik kimyasal kullanımına dayalı, yüksek maliyetli üretim yöntemlerine mahkûm edilmiştir. Kamunun sorumluluğunda olması gereken sağlıklı, güvenilir ve uygun fiyatlı gıdaya erişim, tüketicilerin gelir olanakları çerçevesinde kendi tercihlerine bırakılmıştır. Bilgi kirliliğinin de fazla olduğu böylesi bir ortamda tüketiciler, hangi gıda güvenli, hangisi sağlıklı, üretim koşulları neler gibi soruların cevaplarını vermede zorlanmıştır. Bu gelişmeler, endüstriyel tarım pratiklerinin sorgulanmasına ve alternatif tarım-gıda ağları dediğimiz farklı inisiyatiflerin gelişimine kapı aralamıştır. 

Topluluk Destekli Tarım Modeli de bunlardan biridir. Bir önceki sorunun sonunda ifade ettiğim yeni bir kır-kent ilişkisinin nüvesini içinde barındırmaktadır. Topluluk Destekli Tarım Modeli’nin temel özellikleri arasında iyi, temiz ve adil gıdanın üretimi ve tüketimi etrafında üreticiyle tüketici arasında kurulan doğrudan ilişkilerin yer aldığı söylenebilir. Aslında bu ilişkinin esasını da risk ve faydanın paylaşıldığı bir kader birliği oluşturmaktadır diyebiliriz. Çok farklı örnekleri ve değişen uygulamaları olmakla birlikte doğa dostu agroekolojik üretim, çiftçilere üretim sezonu öncesinde ön finansman sağlanması, hasat riskinin birlikte üstlenilmesi, hasat ve ürün dağıtımında çiftçi-tüketici dayanışması, fiyatların gelir düzeyine göre katılımcı bir şekilde belirlenmesi gibi pratikler doğrultusunda Topluluk Destekli Tarım Modeli’nin modelinin içinde yer almaktadır. 

Konvansiyonel tarım-gıda piyasalarındaki üretici ve tüketici sayısıyla karşılaştırıldığında, Topluluk Destekli Tarım Modeli ve benzeri gıda topluluklarındaki üretici-tüketici sayısı henüz azdır. Ancak endüstriyel tarım gıda sisteminin sosyo-ekonomik ve ekolojik açmazlarıyla pandemi sürecinin açığa çıkardığı kırılganlıklar göz önünde bulundurulduğunda, birçok alanda olduğu gibi tarımsal üretimde ve tüketim kalıplarında da bir paradigma değişikliğine ihtiyaç olduğu görülmektedir. Topluluk Destekli Tarım Modeli ve benzeri gruplar böylesi bir paradigma değişikliği için deneysel çabalar olarak görülebilir ve farklı işbirlikleriyle yaygınlaşmaları sağlanabilir. Temeli, yerel üretim ve yerel tüketim anlayışına dayanan Topluluk Destekli Tarım Modeli gruplarının bu aşamada yerel yönetimlerle yapacakları ortak çalışmalar önemli sonuçlar verebilir. Topluluk Destekli Tarım Modeli gruplarının söz konusu farklı paradigma çerçevesinde alternatif bir tarım gıda sistemine vurgu yapan gıda hareketinin parçası oldukları da düşünüldüğünde, toplumda farkındalık yaratma ve toplumu etkileme adına Topluluk Destekli Tarım Modeli grupları tarafından üretilen yeni söylemlerin ve ortaya konan yeni değerlerin kendi ölçeklerini aşan bir potansiyele sahip olduğu ifade edilebilir.

Son yıllarda yaygınlaşan agroekolojinin organik tarım veya doğal tarımdan farkı nedir? Agroekolojiye uygun şekilde yapılandırılan tarım ve gıda sisteminin özellikleri nelerdir?

FATİH ÖZDEN: Sanırım agroekolojinin tarifini yaptığımızda bu sorunun yanıtı da kendiliğinden belirmeye başlayacaktır. Agroekolojinin üç temel bileşeni bulunmaktadır: Bilim, uygulama ve hareket. Tarım-gıda sisteminin tasarımına, planlanmasına ve yönetimine, ekolojik kavram ve ilkelerin uygulanmasına, gıda sisteminin ekolojik, ekonomik ve sosyal olarak sürdürülebilirliğine yönelik tüm araştırma, eğitim ve yayım faaliyetleri agroekolojinin bilimsel temelini oluşturmaktadır. Fakat agroekolojinin akademik-bilimsel bilgi kadar yılların deneyimine dayalı yerel bilgiye de değer verdiğini, araştırma-uygulama süreçlerinde yerel bilginin önemli bir yerinin olduğunu belirtelim. Agroekolojinin bu yönü, çiftçilerin araştırma süreçlerinin doğrudan temel özneleri olması demek aynı zamanda. Dolayısıyla araştırıcı ve çiftçi arasında yukarıdan aşağı değil, bilginin demokratikleşmesini sağlayan yatayda bir ilişki kurulmaktadır.  

Piyasadan temin edilen dış girdiler yerine doğal süreçlerden yararlanarak, ekosistem bileşenleri arasında faydalı biyolojik etkileşim ve sinerji oluşturarak yapılan doğa dostu tarımsal üretim, agroekoloji uygulamalarını ifade etmektedir. Bu uygulamalar, yerel farklılıklara dayalı olarak değişebilir. Çoklu ürün, yani polikültür yetiştirme, bitkisel ve hayvansal üretimin entegrasyonu, ormancılık tarımı, nöbetleşme, ara ürün, yeşil gübre, örtü bitkileri, kompost gibi birçok agroekolojik uygulama söz konusu. Biliyoruz ki, günümüzde bu uygulamalara dayanan organik tarım, permakültür, onarıcı tarım, biyodinamik tarım, korumalı tarım, doğal tarım, kent tarımı gibi farklı üretim yaklaşımları bulunuyor. Ancak bu yaklaşımların birtakım agroekolojik uygulamalardan yararlanması, bunları tek başına agroekolojik yapmıyor. Zira günümüz agroekoloji anlayışı, çiftçilerin piyasayla bağımlılık ilişkilerini sorunsallaştırarak onları mümkün olduğunca piyasadan bağımsız hâle getirmeyi ve adil geçim olanaklarına kavuşmalarını önceliyor. 

Bu açıdan bakıldığında, organik tarım yaklaşımında doğa dostu uygulamalardan yararlanılmasına karşın çiftçilerin girdi ve ürün piyasalarına bağımlılığı aşamadıklarını, üretimin çoğunlukla büyük arazilerde monokültür (tek ürün) üretime dayandığını ve sözleşmeli olarak şirket adına yapıldığını, sertifikasyon süreçlerinin yine şirketler aracılığıyla şeffaflıktan uzak, yüksek işlem maliyetleriyle gerçekleştiğini, küçük işletmeler için adil geçim olanaklarını sağlamakta yetersiz kaldığını görüyoruz. Agroekolojik üretime geçişte ilk aşamalarda konvansiyonel, yani kimyasal girdilerin piyasada satılan biyopestisit veya organomineral gübre gibi organik girdilerle ikame edilmesi gündeme gelebilir. Ancak bunun bir geçiş dönemi olarak planlanması gerekir. Gerçek hedef, ekosistem hizmetleri denilen ekolojik süreçlerden de yararlanarak sistemin yeniden tasarlanması olmalıdır. 

Toplumsal bir hareket ve politika olarak agroekoloji ise, kırsal alanların ekonomik yapısını kısa pazarlama zincirleriyle adil ve güvenli gıda üretimini sağlayacak şekilde güçlendiren, yerel olarak uygun gıda sistemleri inşa ederek onu dönüştürmeyi hedeflemektedir. Toplumsal hareketler bağlamında agroekolojinin temel gündemi, bu hedefler doğrultusunda agroekolojinin savunuculuğunun yapılması ve yaygınlaştırılmasıdır.

Yerel üretimin desteklenmesi, üreticilerin tarıma ilişkin karar mekanizmalarına dahil edilmesi, tarım ve gıda sistemlerinin iyileştirilmesi, kooperatiflerin yaygınlaştırılması amacıyla yerel yönetimler hangi inisiyatifleri üstlenmeli?

FATİH ÖZDEN: Üreticilerin tarıma ilişkin karar mekanizmalarına dahil edilmesi, aslında paradigma değişikliğine işaret eden temel bir mesele. Bu meselenin savunusu ise, gıda egemenliği kavramında ifadesini buluyor. Gıda egemenliği, çokça ifade edildiği gibi, sadece tarımda kendine yeterlilik sorunu, bunun için çiftçilerin desteklenmesi veya çiftçilere birtakım yardımlarda bulunulması değildir. Gıda egemenliği, çiftçilerin ve kırsalda çalışan tüm diğer öznelerin piyasalara karşı otonomilerini sağlayabilmesi, söz, yetki, karar aşamalarında süreçlere doğrudan müdahil olabilmesi için önlerindeki engelleri kaldırmakla mümkün olabilir. Son çıkan Büyükşehir Kanunu sonrası köylerin mahalle statüsüne geçirilerek yerel yönetimlere bağlanması, tüzel kişiliklerini kaybetmelerine ve bir anlamda otonomi kaybına neden olmuştur. Yerel yönetimler bunu sorunsallaştırarak bugün kırsal mahalle dediğimiz köylere özerkliklerini sağlama konusunda kolaylaştırıcı olabilir. Böylelikle tabandan bir hareketin tekrar önünü açabilirler. Köylerin kendi bütçelerini yapması dahi sağlanabilir. Dünyanın farklı ülkelerinde ve bölgelerinde benzeri katılımcı bütçe uygulamaları bulunmaktadır. 

Büyükşehir Kanunu, yerel yönetimlerin kırsal alanlara tarım ve kırsal kalkınmaya yönelik destek vermesinin de önünü açmıştır. Günümüzde bu desteklerin önemli bir bölümünün merkezî yönetim, yani Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yapılan desteklerin bir minyatürü olduğunu söyleyebiliriz. Tohum, fide, fidan, gübre, ilaç gibi birtakım girdilerin sağlanması, bazı ürün gruplarının üretiminin teşvik edilmesi, hatta sözleşmeli üretim gibi. Bu destekler, mevcut tarım-gıda sisteminde merkezî yönetim tarafından yapılan ancak yetersiz olan bazı desteklerdeki açığı kapatmak adına yararlı olabilir. Ancak tarım-gıda sisteminin bugün karşı karşıya kaldığı köklü sorunların çözümü açısından son derece yetersiz seviyededir. Zaten yerel yönetimlerin bütçe olanakları da nicelik olarak bu destekleri artırmaya imkân tanımamaktadır. Fakat söz konusu kısıtlı kaynaklar, nitelik açısından çok daha etkin kullanılabilir ve başta da belirttiğim gıda egemenliği perspektifinden farklı bir tarım-gıda sisteminin oluşturulmasına yerel-bölgesel açıdan katkı sunabilir. Destekler, üretimde konvansiyonel yöntemler yerine agroekolojik uygulamaların yaygınlaştırılması için kullanılabilir. Hindistan’da, Brezilya’da, Küba’da çiftçi örgütleriyle işbirliği yapılarak çiftçiden çiftçiye (veya köylüden köylüye) yaklaşımıyla agroekolojik uygulamaların geniş kitlelere yayılması sağlanmıştır. Çiftçiden çiftçiye yaklaşımı, ortak tarımsal sorunlara yenilikçi veya geçmişe dayalı yerel geleneksel bilgilerle çözüm bulan çiftçilerin, bu deneyimlerini diğer çiftçilerle yine çiftlik ortamında paylaşmasını esas alan, kısıtlı kaynaklarla yaygın etki yaratabilecek bir yöntemdir. Yerel yönetimler böyle bir uygulamanın planlanmasında kolaylaştırıcı olabilir. 

Günümüzde birçok yerel yönetim, kooperatifleri veya farklı gıda inisiyatiflerini desteklemektedir. Hatta bazı belediyeler kooperatif kurmaktadır veya kendi kontrolleri doğrultusunda hareket edecek kooperatiflerin kurulmasını teşvik edebilmektedir. Ayrıca yine destek adı altında söz konusu örgütler üzerinde yeni bağımlılık ilişkileri tesis edilebilmektedir. Ancak bu tür yukarıdan aşağı süreçlerin kendine taban bulması çoğu zaman zordur. Dolayısıyla mesele sadece yardım veya kapasite geliştirme meselesi değil, yetkilendirme meselesidir. 

Dr. FATİH ÖZDEN 

Lisans ve lisansüstü eğitimini Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nde tamamladı. Çalışma konuları arasında kırsal kalkınma, tarım politikaları, alternatif tarım-gıda sistemleri, agroekoloji, gıda egemenliği yer almaktadır. Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi ve Tarım Ekonomisi Derneği Yönetim Kurulu üyesidir. Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi, Doğa ve İnsan Dostu Gıda Topluluğu’nun koordinatörlüğünü yürütmektedir. 


Önerilen Haberler