"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Aysu: “Yerel üretimin önündeki en büyük engel, endüstriyel üretimdir”

  • 5 Şubat 2023
Tarım Yazarı Abdullah Aysu Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.

Tarımsal üretimi destekleyecek politikalar hangi kapsamda olmalı? Özellikle yerelde ve kırsalda tarıma ilişkin gelir imkânlarının artırılması için neler yapılmalı?

 

ABDULLAH AYSU: Dünyanın hemen hemen her ülkesinde tarım desteklenir. Çünkü tarımdan elde edilen ürünlerle canlılar beslenir, yaşamını öyle sürdürür. Tarımda destek denilince, destekleme alımları, girdilere (gübre, zirai ve veteriner ilaçları, tohum, yem) yapılan fiyat destekleri anlaşılmaktadır. Oysaki geçmişte kırsal kesimin destekleri çok çeşitliydi.

 

Bunlar;

 

·                    Fiyat yoluyla yapılan destekler,

·                    Ucuz ve yeterli girdi temini yoluyla yapılan destekler,

·                    Üretimin belli kademelerinde yapılan avans ödemeleri,

·                    Tarımsal yatırım teşvikleri,

·                    İhracata teşvik, ithalata koruma,

·                    Tarımsal kredi faizinin düşük tutulması,

·                    Süt teşvik primi, pamuk primi,

·                    Doğal afet ödemeleri,            

·                    Toprak, mera, hayvan ıslahı çalışmaları,

·                    Sulama yatırımları,

·                    Toplu ilaçlamalar gibi hizmetler,

·                    Bitki hastalıklarına ve zararlılarına karşı erken uyarı sistem­leri kurma,

·                    Arazi toplulaştırması için yatırımlar,

·                    Toplu ilaçlama (süne mücadelesi gibi),

·                    Ar-Ge çalışmaları,

·                    Kooperatiflerin örgütlenmesi ve diğer kamu yatırım har­ca­malarıydı.

 

Tarımsal destekleme politikalarının amaçlarını beş maddede toplayabiliriz:

 

1.                  Tarımsal ürün fiyatlarında istikrar ve ürünler arasında denge oluşturmak.

2.                  Üretici gelirlerinde belirginlik ve gelir dağılımında adaleti sağlamak.

3.                  Çiftçileri, teknoloji, maliyet ve fiyat açısından diğer ülke­lerle rekabet edecek güce ulaştırmak.

4.                  Tarımda yapısal gelişmeleri sağlayarak, uygun işletme ya­pıları oluşturmak.

5.                  Tüketicilere zamanında, uygun fiyatta ve sağlıklı ürünler sunmak.

 

Bu desteklemelerin tamamına yakınının kaldırılmasına, bunun yerine “doğrudan gelir desteği” uygulamasının getirilmesine ilişkin 2000/267 sayılı Bakanlar Kurulu kararı, 14 Mart 2000 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı.

 

Doğrudan gelir desteği sadece Türkiye’yle başlamadı. Bu desteğin gelişmiş ülkelerde de uygulanan bir sistem olduğunu belirtmeliyim. Ancak hiçbir gelişmiş ülke bu sistemi tek başına tatbik etmiyor, ek destek olarak veriyor. Uygulama, Türkiye’de tüm desteklerin yerine ikame edildi. Yanlış burada. 1998 yılı itibarıyla Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü ülkelerine baktığımızda, doğrudan ödemelerin toplam üretici eşdeğerine oranı %17, piyasa desteği %67, girdi desteklerinin diğer desteklere oranı da %16’ydı. 

 

Doğrudan gelir desteği, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyesi ülkelerde piyasa desteğine ve girdi desteklerine ek olarak verilmektedir. AB üyesi ülkelerde ise, doğrudan gelir desteği oranı %30, pazar fiyat desteği %55, girdi desteği %8’dir.[1] AB’de de tek başına uygulanmamaktadır, pazar fiyat desteğiyle girdi desteğine ek olarak verilmektedir.

 

IMF ve DB aracılığıyla Türkiye’ye dayatılan bu model, her türlü üretim ve verimlilik kriterlerinden uzak, yalıtılmış, iç karar alıcılarca üzerinde ciddi düşünülmemiş, dış karar alıcıların “temsil” ettiği küresel şirketlerin çıkarına uygun bir önermeydi/dayatmaydı. Doğrudan gelir desteği, Türkiye’de dört küsur milyon küçük aile işletmesinin çok parçalılığı nedeniyle mevcut destekleme biçimlerini tamamlayıcı unsur olarak düşünülebilirdi. Doğrudan gelir desteğinin tek başına uygulanması karşısında tarım sektöründeki örgütler kaygılıydı. Çünkü tarıma yapılan tüm destekler kaldırılacaktı, sahip olunan arazi bazında yapılacak ödemelerden en büyük payı yine toprak ağaları almaya devam edecekti, kadastronun geçmemiş olması, kayıt sisteminin bulunmaması, sürecin sağlıklı olarak gerçekleştirilmesini olanaksızlaştıracaktı, üretimle bağı koparılmış doğrudan gelir desteği sistemiyle ülkenin ihtiyacı olan üretim planlaması gerçekleştirilmeyecek, engellenecekti, vergi mükellefleri üzerinde yük olacağı için tarım dışı kesimlerle tarım kesimi haksız ve gereksiz karşı karşıya gelecekti, hazinenin yükü azalmayacak, artacaktı. Müdahale kurumlarına gerek olmadığından KİT’ler özelleştirilecek, bundan da üretici ve tüketici olan büyük bir halk kitlesi zarar görecekti.

 

En nihayet şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de uygulanan doğrudan gelir desteği reform değil, çiftçiyi yok edecek bir uygulamaydı. Tek başına düşünülüp uygulamasından vazgeçilmeliydi. Doğrudan gelir desteği, mevcut desteklerle birlikte ek destek olarak verilmeliydi.[2]

 

2006 yılında çıkarılan, 2007 yılından itibaren uygulanan Tarım Kanunu’yla tarım destek oranları 21. maddede net olarak tanımlandı. Bu kanun, Türkiye gayrisafi millî hasılasının %1’nin tarıma ayrılması için hükümetleri yükümlü kıldı. Ancak bu miktar hep eksik verildi. Verilen miktar, verilmesi gereken miktarın yarısını bile aşamadı. Ayrıca destekler zamanında verilmedi, bir yıl gecikmeli verildi. Desteklerini zamanında alamayan çiftçiler, özel bankalardan kredi çekmek zorunda kaldı. Bankalar, kredilere faiz uyguladı. Fakat hükümetler, geç ödedikleri desteklere faiz bile uygulamadı. Çiftçinin devletten faizsiz destek alacağı 250 milyarlara dayandı. Bu politikayla devlet, çiftçiyi değil, çiftçi, devleti ve bankaları destekledi. Çiftçilerin bankalara borcu 350 milyara dayandı. Çiftçiler zarar etti ve çiftçiliği bırakmakla karşı karşıya kaldı. Zararın nedenlerinden birinin ve en önemlisinin, desteklerin eksik verilmesi ve zamanında verilmemesi olduğunu söylemek mümkün.

 

Çiftçilerin banka ve tarım kredi borçları, alacaklarına/verilmeyen desteklerine karşılık sayılarak tamamen silinmeli. Destekler eksiksiz ve zamanında verilmeli. Destek planlamasında küçük çiftçi ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği öncelikli olmalı. Ürünlerin fiyatı, maliyet + %25 kazanç + enflasyon oranı eklenerek hesaplanmalı, açıklanmalı ve uygulanmalı. Destekler kooperatifler üzerinden ödenmeli, halkın toplumsal örgütlülüğü güçlendirilmeli ve çiftçi köylülerin yönetim kabiliyeti geliştirilmeli.

 

Endüstriyel/rekabetçi tarımsal üretim, tarım ve gıda sistemini, kır-kent arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiyi farklılaştırıyor. Üretimi tekelleştirmeyecek, yerel ürün çeşitliliğini azaltmayacak, halk sağlığını ön planda tutacak ve endüstriyel tarımın neden olduğu ekolojik sorunları ortadan kaldıracak kırsal kalkınma stratejileri nasıl oluşturulmalı?

 

ABDULLAH AYSU: Sözünü ettiğiniz sorunlar, endüstriyel tarımdan, gıdanın üretiminden ve dağıtımından kaynaklı sorunlar. Neden endüstriyel tarım kaynaklı? Çünkü endüstriyel tarım, yoğun enerji kullanımını gerekli kılıyor. Üretim sürecinde kimyasal kullanımını esas alan bir üretim tarzı. Yoğun enerji, küresel iklim krizini besliyor, çok fazla alet, makine kullanımına neden oluyor, maliyeti artırıyor. Üretim sürecinde hibrit tohum kullanımını esas alıyor. Hibrit tohumdan yüksek verim elde etmek çok su kullanımına bağlı. Çok su kullanmadığınızda verimlilik düşüyor. Ayrıca kimyasal gübre kullanmadığınızda hibrit tohumdan oluşmuş bitkinin verime yatması ve fazla verim vermesi neredeyse olanaksızlaşıyor. Bitkinin kimyasal gübreden yararlanması, yağmur suyuna veya dışarıdan verilecek suya bağlı. Yoksa gübre erimiyor, erimeyen granül hâldeki gübreyi bitkinin kökü alamıyor, bitki yararlanamıyor. Yağmur veya sulama suyu marifetiyle eriyen gübre sadece çiftçinin attığı tohumdan çıkmış olan bitkiyi beslemiyor. Toprakta bulunan tüm tohumları besliyor, yeşertiyor ve geliştiriyor. Yeşeren ve gelişen bu diğer tohumlardan oluşan bitki, esas bitkinin besinine ortak oluyor, yani yetiştirilmek istenen ana bitkinin topraktan alacağı besine ve suya ortak oluyor. Bu kez, ana bitki güçsüz kalıyor, verim kaybına uğruyor. Bunun için diğer otları yok edecek, yabancı ot öldürücü kimyasal ilaç kullanımını gerekli kılıyor. Bu kadar dışarıdan beslenen, dışarıdan korunan bitki, hastalıklara ve haşerelere karşı dirençli olamıyor, hastalıklar ve haşereler (böcekler) ana bitkiye musallat oluyor. Onu zayıf düşürüyor, bazı durumlarda öldürebiliyor bile. Ana bitkiye musallat olan hastalıklara ve haşerelere karşı da kimyasal ilaç kullanmak gerekiyor ve kullanılıyor. Kullanılan kimyasal gübre, toprağın yapısını bozuyor, toprağın besin üretmesini engelliyor. Kimyasal ilaçlar, yeraltı ve yerüstü sularına karışıyor, sudan yararlanan canlılar için zararlı oluyor. Aynı zamanda ilaç kullanımı sonrasında ürün üzerinde kalan ilaç kalıntıları insan sağlığını bozuyor.

 

Önemli diğer bir sorun da, gıda maddelerinin işlenmesi ve dağıtılması süreci. Gıdaların işlenme sürecinde kullanılan kimyasal katkı maddeleri gıdayı bozuyor. Gıda, uluslararası ticarete küresel şirketler aracılığıyla konu ediliyor. Katkı maddelerinin alışkanlık oluşturması, beslenme kültürünü değiştirmesi, sağlık üzerinde risk oluşturması, yerel pazarlar aracılığıyla tüketiciyle buluşturulmaması gibi birçok soruna neden oluyor. Mesafenin açılması, küresel iklim krizine yol açıyor, gıda sarfiyatını ve fiyatını artırıyor. Gelişmiş ülkeler tarafından sübvanse edilen bu ürünler, yerel üreticilerin fiyatları üzerinde oluşturduğu baskıyla üretici köylüleri üretimden caydırıyor. Bu sayede küresel tarım, gıda ve ecza şirketleri, ülkelerin tarımı ve gıdası üzerinde hegemonya kuruyor, bir yandan halkı (tüketiciyi) sömürüyor, diğer yandan da yerel çiftçileri çiftçilikten vazgeçiriyor. Çiftçiler iflas ettikçe şirketler, üretimden pazarlamaya kadar zincirin tüm halkalarının kontrolünü ele geçiriyor.

 

Buradan çıkmak için kimyasala dayalı endüstriyel üretim tarzı aşamalı olarak terk edilmelidir. Bilgeliğe, bilgiye, bulguya, bilgi paylaşımına ve dayanışma kültürüne dayalı agroekolojik, Türkçe mealiyle, “bilge tarıma” geçmek gerekiyor. Gıda imalatında katkı maddesiz üretime geçiş yapılmalı. Uluslararası ticaretin şirketler aracılığıyla değil, ihtiyaç hâlinde devletler aracılığıyla yapılması, bu melanetten kurtulmayı sağlayabilir, yerel üretim desteklenir, canlandırılır. İç ticarette ise, yerel pazar, yerel üretim ve üretici kooperatifleriyle tüketim kooperatiflerinin buluşturulması yoluyla rekabetin yerine geçen, kolektif, dayanışmacı imece kültürünü yeniden tesis edebiliriz.

 

“Gıda Krizi-Tarım, Ekoloji ve Egemenlik” adlı kitabınızda gıda üretiminde söz sahibi olan şirketlerin neden olduğu krizleri, bu krizlerin Türkiye’yi nasıl etkilediğini ele alıyorsunuz. Tarım, ekoloji ve egemenlik bağlamında gıda krizinin nedenleri nelerdir? Orta/uzun vadedeki çözüm önerileri, gıda hakkının yeniden tesisi için yeterli olacak mı?

 

ABDULLAH AYSU: Gıda krizinin nedeni, köylü çiftçiliğinin ortadan kaldırılması, tarımın şirketleştirilmesidir demek pek yanlış olmaz. Tabii ki şirket tarımcılığının beslediği diğer faktörlere bakmak gerekir. Örneğin, üretim modelinin neden olduğu iklimsel felaketler, şirketler lehine tarımsal ürün stoklarının kaldırılması, tarım ve gıdada hegemonya kurma amacıyla şirketlerin tekelleşmesi, şirketlerin ticareti ele geçirmesi, ihracata dayalı üretim, gıda şirketlerinin tüketim alışkanlıklarını değiştirmesi, gıdada finansal vurgunlar, tarımsal ürünlerin biyoyakıt amaçlı kullanılması, toprağın ve suyun gasp edilmesi, ekolojik tahribat, krizin belli başlı nedenleri. Bu saydıklarım, gezegenimizi yangın yerine çeviren, gıdada krize neden olan politikalar. Yani anahtarı kaybettiğimiz yer. Anahtarı buradan alıp, az önce saydıklarımın dışında bir kapının kilidini açarak, başka bir dünya tahayyülünü gerçekleştirebiliriz. Elbette bunlar bir çırpıda olacak şeyler değil. Şirket politikaları yerine köylü çiftçiliğini (küçük çiftçiliği) ikame etme politikasını kılavuz edinerek aşamalı biçimde başlamalıyız. Bu yolda geri dönüşlere ve politikalarda eksen kaymasına izin vermeden, gezegenimizi onararak, gıdada yeterliliği, sağlığı, adaleti ve eşitliği sağlayacak gıda egemenliği politikası ışığında değişime, dönüşüme, dönüştürmeye bugünden başlamalıyız. Çünkü yarın çok geç.

 

Kırsal ve tarımsal kalkınmanın sağlanması, endüstriyel üretim yerine alternatif üretimin yaygınlaştırılması, tarım-gıda sisteminin şirketleşme ve tekelleşmeden kurtarılması için yerel yönetimler hangi inisiyatifleri üstlenmeli?

 

ABDULLAH AYSU: Büyükşehir Yasası’yla birlikte tarımın desteklenmesinde yerel yönetimler de görevli kılındı. Büyükşehir Yasası’yla köylerin demokratik yapısı değiştirildi. Köyler, mahallelere dönüştürüldü, belediyelere bağlandı. Üretimde zorlanan çiftçiler, belediyelere ödeme yapmakla yükümlendirildiği için daha da zora düştü. Yani söz konusu yasayla birlikte kırsaldaki çiftçilerin yaşamı kolaylaşmadı, daha da zorlaştı(rıldı). Kırsalın görece bağımsızlığı ve demokratik yapısı ortadan kaldırılarak müştereklerine (mera, yayla, kışlak, harman yeri vb. ) el konuldu, müşterekleri gasp edildi. Kırsal tarumar edildi. Fakat yasanın 7/E maddesine “tarım ve hayvancılığı destekler” ibaresi konularak yerel yönetimler tarımdan sorumlu tutuldu, görevli kılındı. Bu madde, yerel yönetimlere tarım konusunda sorumluluk yüklüyor, merkezî yönetimde iktidar olmaları durumunda nasıl bir tarım politikası izleyeceklerine dair alan da açıyor.

 

Yerel yönetimler, doğru desteklemelerde bulunabilir. Destekleri para olarak değil, çiftçilerin ihtiyaçları doğrultusunda üretim girdilerine (tohum-mazot-fide-fidan-gübre) yönelik destek olarak verebilir. Yetki alanları dahilindeki kooperatifler için makine ve alet parkı kurabilirler. Köylünün tarımsal araçları bu yolla karşılanabilir, kolektif çalışma kültürü oluşturulabilir. Çiftçilerin, ürettikleri ürünleri işleyerek katma değere dönüştürmesi için makine ve teçhizat desteğinde bulunabilirler. Üretilen ürünleri pazarla buluşturmak için pazaryerlerinde yer, kent merkezlerinde satış yerleri sunabilirler. Aracılık sisteminin ortadan kalkmasına, üreticiden tüketiciye aracısız sistemin inşasına katkıda bulunabilirler. Üretim kooperatiflerinin ürettiği ürünlerin en az üçte birini satın alabilirler. Bu yöntem sayesinde üretimde sigorta görevi görebilirler, ürünleri kendi yemekhanelerinde ve diğer işletmelerinde değerlendirerek kooperatiflere destek olabilirler. Kent bostanlarını, balkon, teras ve bahçe tarımını teşvik etmek amacıyla bilgilendirme yapabilir, fide benzeri destekler sunabilirler.



[1] Abdullah Aysu, Tarladan Sofraya Tarım, İstanbul: Su Yayınları, 2002, s. 57.

[2] “Türkiye Tarımının Tahribat Yılları-(1998-202)”, Yayına Hazırlayan: Abdullah Aysu, Türkiye Tarımcılar Vakfı Yayın No: 3, s. 89-90.


ABDULLAH AYSU KİMDİR?

37 yıldır tarımla uğraşmaktadır. Tarım Bakanlığı bünyesinde yedi yılı aşkın süre çalıştı, 12 Eylül 1980’den sonra bakanlıktan ayrılmak durumunda kaldı. Türkiye Ziraatçılar Derneği İstanbul Şube Başkanlığı, Türkiye Tarımcılar Vakfı Genel Başkanlığı, Hububat Üreticileri Sendikası Genel Başkanlığı, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Kurucu Genel Başkanlığı yaptı. İktisat ve sosyoloji eğitimi aldı. Çeşitli uluslararası konferanslarda tarım, gıda ve ekoloji üzerine sunumlar yaptı. Aysu, Türkiye’de Tarım Politikaları (2001), Tarladan Sofraya Tarım (2002), Avrupa Birliği ve Tarım (2006), Küreselleşme ve Tarım (2008), Topraksızlar 25 Yaşında (2010), Gıda Krizi-Tarım Ekoloji ve Egemenlik (2015), Modern Dünyada Tarım ve Özgürlük-MST Topraksız Kır İşçileri (2017), Su-Hayat Veren İki Damla (2018), Yemek Yemek Politik Bir İştir-Kooperatifler (2019), Osmanlı’da Tarım Politikaları (2020) adlı kitapların yazarıdır. Bianet, Özgür Gündem ve karasaban.net’te, tarım, gıda ve ekoloji üzerine yazılar yazdı. Hâlen Yeni Yaşam Gazetesi’nde tarım, gıda ve ekoloji yazıları yazmaktadır.


Önerilen Haberler