"Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyet'i diğeri Cumhuriyet Halk Partisi."

Ataş: “Toplumsal refahı hedefleyen sosyal politikalara ihtiyaç var”

  • 3 Nisan 2023
İstanbul Politikalar Merkezi Proje Genel Koordinatörü Hayriye Ataş Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.

6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş merkezli iki büyük deprem, etkin ve kapsayıcı sosyal politikaların gerekliliğini tekrar gösterdi. Etkileri bu denli yıkıcı olan doğal afetler sonrasında toplumsal yaşamı dönüştürecek, eşitsizlikleri ortadan kaldıracak politik kamusallığı yeniden yapılandırmak için neler yapılmalı?

HAYRİYE ATAŞ:
Türkiye, toplumun uzun vadede refahını hedefleyen, kapsayıcı ve hak temelli sosyal politikaları kurumsallaştırma ve sosyal devlet anlayışını benimseme konusunda zayıf bir ülke. Sanırım yıkıcı neoliberal politikalardan en fazla etkilenen ülkeler arasındayız. Ülkemiz için sistematik, köklü, kurumsallaşmış ve yurttaşlara güven veren sosyal politika uygulamalarından bahsetmek oldukça güç. Günlük hayattaki sosyo-ekonomik eşitsizliklerin özellikle deprem, sel, yangın gibi doğa olaylarının ihmaller nedeniyle afete dönüşmesini ve bu afetlerin etkilerinin daha da derinleşmesini acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. Sosyal politikalar, toplumda adil bölüşümü, eşitliği ve refahı sağlamak için uygulanır. Eğitim, sağlık, istihdam ve güvenliğin yanı sıra barınma, güvenilir konut hakkı da temel haktır ve sosyal politikaların kapsamına girer. Son yaşanan deprem sonrasında gördük ki, kapsayıcı, sürdürülebilir ve hak temelli sosyal politikaların yerine kısa vadeli, rant odaklı yaklaşım konulduğunda sonuçlar çok ağır oluyor. Kahramanmaraş merkezli depremler bunu en acı şekilde gösterdi. Hem on binlerce insan yaşamını kaybetti hem de ülkeye ekonomik ve toplumsal açıdan ağır bir yük bindi. Depremden sonra dezavantajlı grupların (kadınların, engellilerin, çocukların, yaşlıların, gençlerin, azınlıkların, göçmelerin) ve kentsel hizmetlerin zayıf olduğu kırsalda yaşayan insanların mağduriyetinin devam ettiğini, sosyal hizmetlere erişimin zorlaştığını ve bu gruplarda yoksulluğun daha da derinleştiğini görüyoruz.
 
Depremin yanı sıra iklim krizi de kapımızda. Çok yakın bir zamanda iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle gıda, su gibi en temel ihtiyaçlardan mahrum kalabiliriz. Büyük göç hareketleri de iklim krizinin önemli sonuçlarından biri olacak. Bu anlamda toplumun refahını, eşitliği, güvenliği ve ekolojik bütünlüğü temel alacak şekilde sosyal politikaları yeniden kurgulamamız, sosyal devlet anlayışını yerleştirmemiz artık bir tercih olmaktan çıktı, yaşamsal bir gereklilik hâlini aldı.
   
Toplumsal yaşamı dönüştürecek, eşitsizlikleri ortadan kaldıracak politik kamusallığı sağlamaya öncelikle merkezden yerele yönetim yaklaşımımızı değiştirmekle başlayabiliriz. Etkin ve kapsayıcı sosyal politikalar ancak bu politikaların katılımcı ve müzakereye dayalı süreçler sonucunda oluşturulmasına bağlı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle beraber Türkiye, etkin kanun yapma kabiliyetini kaybetti. Kanunlar çoğunlukla ilgili paydaşların ve uzmanların katkıları alınmadan hızlıca yapılıyor. Sonrasında bu kanunların uygulamadaki etkinliği ölçümlenmiyor ve toplumsal ihtiyaçlara göre kanunlar güncellenmiyor. Eğitim, sağlık gibi alanlardaki hayati önemdeki kanunlar bile yeterince müzakere edilmeden torba kanunlarla geçiriliyor. Öte yandan, yerel yönetimlerin kaynakları, etkinlikleri ve karar alma süreçlerinde toplumsal faydayı yükseltecek katılım süreçleri oldukça zayıf. Bu nedenle Türkiye’de sosyal politikalar, merkezden yerele programlı olacak şekilde de hayata geçirilemiyor ve yeterince kapsayıcı değil. Dolayısıyla politik kamusallığı yeniden kurgulayacak kapsayıcı ve eşitlikçi yapısal reformlar şart.  

Kurumlarında şeffaflık, liyakat, hesap verebilirlik ilkelerini hayata geçirebilen ülkelere baktığımızda hem krizlere daha etkin cevap verebildiklerini hem de afet sonrasında etkili müdahale süreçleriyle yaraları daha hızlı sarabildiklerini görüyoruz. Türkiye’deki kurumların bu ilkeler çerçevesinde dönüşmesi ve liyakatin sağlanması gerekiyor. Kutuplaşmanın olumsuz etkisinden de bahsetmekte fayda var. Türkiye’deki siyasi ve toplumsal kutuplaşma, yerel yönetimler, merkezî yönetim ve sivil toplum arasındaki işbirliğini de son derece olumsuz etkiliyor. Yıkıcı seviyeye ulaşan kutuplaşma özellikle sosyal hizmetlerin sağlanmasında etkinlik kaybına neden oluyor. Öncelikle merkez ve yerel arasındaki yetki ve sorumluluk sorunu çözülmeli. Devlet, özellikle sosyal politikaların uygulanması ve sosyal hizmetlerin yurttaşlara ulaştırılması için yerel yönetimlerle birlikte hareket etmeli ve yetkiyi devredebilmeli. Aksi takdirde, pandemi ve afet dönemi gibi akut zamanlarda tecrübe ettiğimiz gibi, yönetim kalitesi düşmeye ve kaynaklar boşa kullanılmaya devam edecek.  

Kimseyi arkada bırakmayan, eşit yurttaşlığı ve tüm canlıların yaşam onurunu önceleyen kamu politikalarına ihtiyacımız var. Bunu sağlamak için hem politikaların oluşturulmasında hem de uygulanmasında evrensel standartlarda, hak temelli bir yaklaşımın geliştirilmesi, bu yaklaşımın devletten başlayarak yerel yönetimlere, belediyelere kadar benimsenmesi ve uygulanması gerekiyor.

Türkiye siyasetinin gerçekliğiyle toplumun beklentileri arasındaki uçurumu yok edecek sosyo-ekonomik politikalar hangi kapsamda oluşturulmalı? Tüm toplumsal kesimlerin ihtiyaçlarını ve taleplerini önemseyen sosyal destek hizmetleri planlanırken nelere dikkat edilmeli?

HAYRİYE ATAŞ:
Türkiye’de siyaset sürekli halka, “millete” referansla yapılıyor, fakat siyasetin gerçekleriyle toplumun beklentileri arasında da gözle görülür bir uçurum var. Bunun nedeni, aşırı merkezileşmiş bir yönetim anlayışıyla birlikte sosyo-ekonomik politikaların iyi planlanmaması, etki analizlerinin yapılmaması ve şehirlerin özgün ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi diyebiliriz. Türkiye, çok geniş bir coğrafya, her bölgenin kapasitesi, ihtiyacı, potansiyeli birbirinden ayrı, tek merkezden bir yönetim anlayışıyla ve genel kamu politikalarıyla sorunların çözülmesi mümkün görünmüyor. Türkiye ekonomisinin %45’i Marmara Bölgesi’ne sıkıştırılmış durumda. Olası bir Marmara depreminin sonuçlarının ülke ekonomisine maliyeti çok yüksek olacak. Sanayinin, ticaretin ve iktisadi uygulamaların tek bir bölgeye sıkıştırılması, diğer şehirlerin, bölgelerin kendi potansiyelini devletin de desteğiyle gerçekleştirememesine ve bölgesel eşitsizliklerin derinleşmesine neden oluyor. Sosyo-ekonomik ve iktisadi politikaların bölgelere göre eşitlikçi dağıtım ve adil bölüşüm ilkeleriyle oluşturulması, yerelin özgün ihtiyaçlarına göre uzun vadeli kalkınma ve gelişim modellerinin hazırlanması gerekiyor. Yerel yönetimler, bu planlama sürecinde mutlaka olmalı ve yetkiyi devletle paylaşmalı.  

Türkiye, yıllarca ciddi bir birikim oluşturduğu planlama kapasitesini kaybetti. Çok önemli bir kapasiteyi ve uzmanlığı barındıran Devlet Planlama Teşkilatı, Kalkınma Bakanlığı’na dönüştü, şimdi de Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan Strateji ve Bütçe Başkanlığı oldu. Bu kurumun kapasitesinin ve yetkisinin giderek azaldığını görüyoruz. Yerel ve merkez ilişkisinden yola çıkan, bakanlıkların stratejik planlarından sorumlu olan ve ülkenin kalkınma modellerini oluşturan kamu kurumları tekrar ve daha yetkin bir şekilde kurulmalı, yerelde kurulan kalkınma ajansları gibi yapılar desteklenmeli.    

Tüm toplumsal kesimlerin taleplerini önemseyen sosyal politikalar ancak bu politikaların programlı hâle getirilmesiyle mümkün. Bunun için “kayırmacılık” gibi uygulamaları önleyecek mekanizmaların hayata geçirilmesi ve farklı toplumsal kesimlerin taleplerinin karşılanması için açık bir katılım mekanizmasının kurumsallaştırılması da oldukça önemli. Her toplumsal kesimin ihtiyaçlarını ve taleplerini önemseyen sosyal destek hizmetlerinin ihtiyaca yönelik olmasına, veriye dayanmasına, gerektiğinde yurttaş katılımını mümkün kılmasına, dezavantajlı grupları öncelemesine ve hizmetlerin sürdürülebilirliğine dikkat edilmeli.

Özellikle dezavantajlı ve risk altındaki toplumsal gruplara yönelik sosyal yardım uygulamaları neden hak temelli, eşit, adil ve bütünleşik olmalı? Sivil toplum kuruluşları, dayanışma ağları ve gönüllüler sürece nasıl dahil edilmeli?

HAYRİYE ATAŞ:
Sosyal hizmetler, her canlının temel hakkıdır ve bu hakkın ön kabulüyle hazırlanmalıdır. Kamu politikalarının oluşturulmasından sosyal yardımların yurttaşlara ulaştırılmasına kadar her aşamada benimsenmesi gereken hak temelli yaklaşım, hizmetlerin kapsayıcı ve adil olmasını, süreçlere yurttaşların katılımını ve tüm aktörlerin hesap verebilirliğini sağlar. Türkiye nüfusunun büyük bir bölümünü kadınlar, marjinalleştirilmiş gruplar, çocuklar, gençler, yaşlılar ve engelliler oluşturuyor. Ben, bu gruplara “toplumun sessiz çoğunluğu” diyorum. Devlet, kamu kurumları ve yerel yönetimler, bu grupların sesi olmak zorunda. Bu grupların eğitim, sağlık, barınma, istihdam, bakım, güvenlik gibi ihtiyaçlarının veriye ve etki analizlerine bağlı olarak hak temelli bir yaklaşımla karşılanması gerekir. Aslında yanlış politika ve uygulamalarla dezavantajlı hâle getirilmiş bu gruplar dışlandığında, dahası, ihtiyaçları göz ardı edilerek genel sosyal politikalar oluşturulduğunda toplumun yarısından fazlası yok sayılıyor. Bu, toplumsal gelişmenin önündeki en büyük engel. Ayrıca son yıllarda sadece nakdi yardıma ve gıda yardımına dayalı sadaka kültürünü besleyen bir yaklaşım da oluştu. Nakdi yardımdan ziyade bu grupları toplumun etkin bir parçası hâline getiren dönüştürücü politikalara ve hizmetlere ihtiyacımız var.

Çağımızda artık sadece oy vererek yurttaşlık görevimizi tamamladığımız, irademizi yöneticilere teslim ettiğimiz temsili demokrasi yeterli değil. Katılımcı ve müzakereci demokrasi pratikleri de var. Demokrasisi güçlü, gelişmiş ve sosyal devlet anlayışını yerleştirmiş ülkelere baktığımızda, sivil toplumun ve sivil toplum kuruluşlarının da güçlü ve etkin olduğunu görürüz. Bu bağlamda sivil toplum kuruluşları, yönetime katılan, hesap soran, izleyen, denetleyen ve devletin yönetim kalitesini artıran eşit bir aktör konumundadır. Burada eşitliği vurgulamak gerekiyor. Demokrasinin güçlü olduğu ülkelerde devlet, hükümet ve sivil toplum arasındaki bu eşitlik ilkesi dengelenir. Demokrasinin zayıf olduğu ülkelerde sivil toplumun, devletin temel hizmet alanlarını doldurmaya çalıştığını ya da bastırıldığını ve etkisizleştirildiğini görüyoruz.

Devletin asli görevi, yurttaşların refahını, huzurunu ve mutluluğunu sağlamak, temel hak ve özgürlükleri sınırlayacak siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, toplumun maddi-manevi varlığının gelişmesi için var olmaktır. Sivil toplum da bu süreçlere dahil olur, hesap sorar ya da değişim yaratmak için savunuculuk alanları açar. Sivil toplum kuruluşları, gönüllülük esasıyla ilerleyerek devletten bağımsız olmalıdır. Bu güç ve yetki dengesi, özellikle sosyal politikalar ve yardımlar konusunda da korunmalıdır.

Devlet yapısı, kurumlarıyla daha hantaldır. Sivil toplum kuruluşları ve dayanışma ağları ise, daha hızlı örgütlenme kapasitesine sahiptir. Gerek pandemi döneminde gerek deprem sonrasında bu kapasitenin ne kadar etkili olduğunu gördük. Bununla beraber sivil toplum kuruluşları, devletin ya da yerel yönetimlerin ulaşamadığı toplumsal birimlere ulaşabiliyor ve doğru veri elde edebiliyor. Sivil toplum kuruluşları, özellikle dezavantajlı gruplara ulaşmak, veriye dayalı, doğru ihtiyaçları tespit etmek konusunda kamu kurumlarına kurumsal kapasite ve deneyim aktarımında bulunabilir, işbirliği alanları oluşturabilir.

Sosyal destek hizmetlerini sürdürülebilir kılacak unsurlar nelerdir? Dünyadaki örnekleriyle karşılaştırdığınızda, Türkiye’deki uygulamalar orta ve uzun vadede toplumsal refahı sağlayabilecek mi?

HAYRİYE ATAŞ:
Dünyadaki iyi örneklere baktığımızda, sosyal destek hizmetlerinin kurumsallaştığını, bu hizmetlerin hiçbir kişiyi ya da grubu ayırt etmeden, siyaset üstü bir yaklaşımla uygulandığını görürüz. Bu ülkelerde bireylere ya da gruplara sadece geçici veya nakdi destek sağlanmıyor, uzun vadede bireyleri topluma kazandırmaya ve güçlendirmeye yönelik psiko-sosyal destekler başka olmak üzere destekleyici başka hizmetler de sunuluyor. Bu hizmetler, yurttaşlar ve kurumlar arasındaki güveni güçlendiriyor, eşitsizlikleri en aza indiriyor. Türkiye’deki sosyal destek hizmetleri bu seviyede kurumsallaşmış değil. İhtiyaç sahiplerine hak ve veri temelli etkin, evrensel hizmetler sunulamıyor. Partizanlık önemli bir sorun. Sosyal hizmet politikaları partizanca kurgulandığı sürece bu politikaların sürdürülebilirliğinden ve kapsayıcılığından bahsedemeyiz. Kısa ve uzun vadede toplumsal refahı sağlamak istiyorsak, veriye ve etki analizlerine dayalı olacak, katılımcılığı sağlayacak şekilde bu hizmetleri kurumsallaştırmalıyız. Toplumsal refah, sınırlı kaynakları en üst düzeyde etkin ve eşit şekilde kullanmakla da ilişkilidir. Kurumsallaşamamış ve siyasetin yönüne göre değişen hizmet politikaları, kaynakların ve emeğin boşa harcanmasına, toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine neden olacaktır.

Yerel yönetimler, sosyal politika uygulamalarında hangi inisiyatifleri üstlenmeli? Toplumsal dayanışmanın örgütlenmesinde ve yaygınlaştırılmasında yerel yönetimlerin rolü nedir?

HAYRİYE ATAŞ:
Yerel yönetimler, yurttaşlara en yakın ve ulaşılabilir yönetim birimleridir. Yurttaşların gündelik hayatta karşılaştıkları sorunların tespitinden değişen demografik yapıya kadar sosyolojik ve ekonomik yapıyı doğrudan ilgilendiren alanlara ilk elden hâkimdir. Bu nedenle ihtiyaçların tespiti, sosyal politikaların doğrudan uygulanması ve hizmetlerin etkisinin ölçülmesi, yerel yönetimlerin önemli görevleri arasında sıralanabilir.

Her bölgenin, şehrin ve hatta mahallenin ihtiyaçları birbirinden farklıdır ve değişkendir. Devletin tek bir kaynaktan bu ihtiyaçları karşılamasının mümkün olmadığını biliyoruz. Doğal afetlerde ve toplumsal krizlerde gördüğümüz gibi, aşırı merkezileşmiş devlet sistemi, yerelin ihtiyaçlarına cevap veremiyor ve kaynakları doğru aktaramıyor. Bu da kaynakların israfına, yönetim kalitesinin düşmesine neden oluyor. Öte yandan, Türkiye’de uzun zamandır yerelin kaynaklarını ve yönetim kapasitesini artıracak ademimerkeziyetçi bir yerel yönetim reformundan bahsediyoruz. Ancak giderek otoriterleşen ve merkezileşmiş bir yönetim nedeniyle bu reform da yeterince gerçekleştirilemedi. Depremle birlikte otoriterleşen yönetim anlayışının, yerel yönetimlerle, sivil toplumla işbirliğinden uzak, tek bir merkezden müdahale çabasının çöktüğünü de gördük. Bu nedenle yerel yönetimler sadece sosyal politikaların yerelde uygulama sürecinde değil, bu politikaların oluşturulma ve doğru uygulanma sürecinde de yer almalı, merkezî yönetimle yetki ve sorumluluk paylaşımı yaparken sivil toplumu da kapsamalı.

Her şeyden önce birlikte yaşamanın toplumsal zeminini oluşturabilmek, toplumsal dayanışma ağlarını genişletmek ve sosyal uyumu gerçekleştirebilmek için dezavantajlı bireyler de dahil olmak üzere farklı grupların yönetime aktif katılımı sağlanmalı. Bu katılım mekanizmasının en önemli yapıları, yerel yönetimlerdir. Demokrasi, yerel demokrasiyle gelişir. Bu anlamda yerel yönetimler, yönetime katılım için sivil toplum kuruluşlarına ya da dayanışma ağlarına imkân sağlayarak işbirliği alanları açabilir. Yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliği yapması ya da birbirlerini desteklemesi sadece sosyal politikaların uygulanması ve hizmetlerin ulaştırılması için değil, toplumsal kutuplaşmanın azaltılması için de gereklidir. Birbirini gören, anlayan ve diyalog kuran bu aktörler, önyargıların azaltılması ve birlikte yaşamanın sağlanması için kamusal alanlar oluşturmaya başlayacaktır. Kutuplaşmanın olmadığı, önyargıların yıkıldığı bir toplumda birlikte yaşamaya başladığımızda, toplumun tüm kesimlerinin refahından bahsedebiliriz. Bu nedenle kent paydaşlarının bir araya gelmesi, birbirini dinlemesi ve dayanışma ağlarına alan açması gerekiyor.

HAYRİYE ATAŞ KİMDİR?

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Bilgi Üniversitesi & CIFE Institute, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Çalışmaları Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Yerel Yönetim Reformu Projesi’nde, kent konseylerinin kapasitelerinin artırılması konusunda katılım uzmanı olarak çalıştı. İçişleri Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın AB ortak finansmanıyla, demokratik yerel yönetişimin güçlendirilmesi, kurumsal reform, katılımcı stratejik planlama, sürdürülebilir kalkınma ve demokratikleşme alanlarında yürütülen projelerde uzman olarak çalıştı. Türkiye’nin 60’a yakın ilinde saha çalışmaları ve paydaş ilişkileri yürüttü. 2016 yılından bu yana sivil toplum alanında profesyonel çalışmalarına devam ediyor. Denge ve Denetleme Ağı’nın genel koordinatörüdür. Sabancı Üniversitesi, İstanbul Politikalar Merkezi’nin “Kurumsal Reform ve Demokratikleşme” başlığı altında proje genel koordinatörlüğü yapmaktadır.


Önerilen Haberler