YÜKLENİYOR
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Alper Akyüz Belediye Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.
Çevre sorunlarının başlıca nedenleri nelerdir? Sorunların çözümü ve çevre kalitesinin yükseltilmesi için çevre politikaları hangi kapsamda olmalı?
ALPER AKYÜZ: Çevre sorunlarının en temel nedeni, “çevre” olarak adlandırmamız. Çünkü “çevre” olarak adlandırdığımızda bir merkezi ima ediyoruz, bu merkez de aslında terimin orijinal deyiminde insan. 1972 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı, bu alandaki ilk konferanstı. İnsanı merkeze koyduğunuzda gereken kalan kısım tali oluyor, bir şekilde insanın yaptıklarıyla düzenlenebilir, düzeltilebilir gibi görünüyor. Evet, insan bir özne ve çevre sorunlarının giderilmesi için bir şeyler yapabilir. Günümüzde ekonomik ve toplumsal sistem insanı merkeze koyduğu için geri kalan kısmı daha önemsiz olarak görüyor. İnsan etkinliklerinin sonucunda ekonomik büyümeyi takıntı hâline getirmiş durumdayız. O yüzden çevre sorunları, dışsallaştırılabilir maliyet hâline geliyor, dışsallaştırılmak da başkasına yüklenebilecek maliyet olarak adlandırılıyor. Çevre politikalarının başarılı olabilmesi için bu anlayıştan uzaklaşılması, maliyetin hesaplanması, bütüncül yaklaşımın esas alınması gerekiyor.
Son yıllarda öne çıkan kavramlar arasında yer alan “ekoloji” aynı zamanda yeni bir hayat tarzı olarak kabul ediliyor, sıklıkla çevre sorunlarıyla birlikte ele alınıyor. Çevre ve ekoloji birbiriyle hangi noktalarda kesişiyor? Çevre yönetiminin ekonomik, siyasal ve sosyal bileşenleri açısından ekolojik yaşam tarzının küresel ve yerel etkileri nasıl şekilleniyor?
ALPER AKYÜZ: Ekoloji, bir bilim dalı. Biyoloji biliminin alt disiplini. “Oikos”, Eski Yunancada “evimiz”, “ev”, “logos” da bilim anlamında geliyor. Aslında kendi başına bir değer barındırmıyor, bir ekosistem içindeki canlı/cansız varlıkların birbirleriyle ilişkisine bakıyor. Dolayısıyla ekolojinin temelindeki varsayım, canlı/cansız varlıkların eşit olduğu, aralarında hiyerarşi olmadığı. Bu varsayım nedeniyle ekoloji son zamanlarda bir düşünce tarzının ve siyasi duruşun da ifadesi oldu (ekolojizm). İlk soruya verdiğim yanıtı düşünürseniz, çevreciliği, yani merkezdeki insanı ve onun çevresi anlayışını reddediyor. İnsanı da diğer canlı/cansız varlıklarla birlikte ekolojik/biyotik toplumun eşit üyesi kabul ediyor. Bu bakış, çevre sorunları olarak ifade ettiğimiz diğer sorunların da çözümünde bir gelecek vadediyor. İnsanı merkezde değil, çevresindeki diğer varlıklarla eşit konumda değerlendirirseniz, yaşam tarzınızı da, içinde yaşadığınız ve kurduğunuz sistemleri de diğer canlıları ve doğal varlıkları gözeterek oluşturursunuz. Ekolojizm ya da ekolojik yaşam ve düşünce tarzı biraz bunu gerektiriyor. Dolayısıyla düşünsel açıdan bize yol gösteriyor.
Çevrenin korunması ve çevre yönetimi bağlamında çevresel sürdürülebilirliğin hangi boyutları ön planda tutulmalı? İklim krizinin olumsuz etkilerinin artacağı öngörüsüyle düşündüğümüzde çevresel sürdürülebilirliğin geleceğe katkısı nasıl olacak?
ALPER AKYÜZ: Çevre sorunlarının ya da ekolojik bozulmanın unsurlarına baktığımızda, çok geniş bir perspektifin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Farklı alanlarda ortaya çıkan çeşitli sorunlar var. Sorunların tamamını kapsayan ve etkileyen iklim krizi sorunu da var. Bilimsel araştırmalar, hangi sorunların daha öncelikli ve vahim olduğunu görmek için modelleme türleri kullanıyor. Stockholm Üniversitesi’ndeki Stockholm Dirençlilik Merkezi’nin geliştirdiği "Gezegen Eşikleri" modeline göre şu anda dünyada üç eşikte ciddi sorunlar yaşanıyor. Biyolojik çeşitlilik kaybı, dünyadaki türlerin yok olması, ekosistemlerin dengesini kaybetmesi nedeniyle en büyük sorun. İkinci büyük sorun, özellikle tarımda kullanılan yapay gübrenin doğal dolaşımının ekolojik sınırlar içinde tahammül edilebilir boyutları aşmasıdır. Yapay gübrenin su yollarına girmesi, göllerde, nehirlerde, nehirlerin denize döküldükleri alanlarda ölü bölgeler oluşturuyor. Çünkü bunlar besleyici, besleyiciler su içinde alg oluşmasına neden oluyor. Alg oluşumu, suyun derinliklerine güneş ışığının geçmesini engelliyor, suyun içinde ölü bölge yaratıyor, oksijen hızlıca tükeniyor. Bu durum, devasa alanları kapsıyor. Özellikle Nil, Mississippi, Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya gibi nehirlerin döküldüğü yerler aynı zamanda deniz canlıların ürediği alanlar. Dolayısıyla deniz yaşamı da olumsuz etkileniyor. Üçüncü sorun ise, plastik kirliliğinde olduğu gibi, insan eliyle yapılan maddelerin doğal yaşamı etkileyecek şekilde kontrolsüz salınması. Buna kimyasal, radyoaktif, sentetik maddeler, böcek ilaçları da dahil. İklim krizi de, Naomi Klein’ın deyimiyle, her şeyi etkileyen ve etkileyecek bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. İklim modelleri, 2100 yılına kadar dünyanın her yerinde ciddi sorunlar yaşayacağımızı gösteriyor. Türkiye, bu sorunlardan dünya ortalamasından daha fazla etkilenecek Akdeniz Havzası’nın içinde. Bilimsel araştırmalar, kuraklık, aşırı yağış, seller, aşırı hava olayları, fırtınalar, hortumlar, sıcak hava dalgaları nedeniyle orman yangınları gibi sorunlarla her yıl daha sık karşılaşacağımızı gösteriyor. İklim krizinin çözümü sadece iklim krizine neden olan unsurları (karbon emisyonu, fosil yakıtlar) durdurmaktan geçmiyor, aynı zamanda yeşil ve doğal alanların da yok edilmesini durdurmamız gerekiyor. Bütün bunları tamamen durduramayacağımı, etkileriyle bir süre daha başa çıkmak zorunda kalacağımız için adaptasyon önlemleri de almamız gerekiyor. Gördüğünüz gibi bu çevre diye azımsanacak tali bir mesele değil. Yaşamımızı doğrudan etkileyecek bir durum. Çevre politikaları, yaşamımızı olumlu yönde etkileyecek şekilde kurgulanabilir. Çevre, iklim ve ekoloji politikalarına bütüncül yaklaşılmalı. Sosyal adalet perspektifi de göz önünde bulundurulmalı. Her düzeyde koordinasyon sağlanmalı. Her düzeyden kastım, yerel, ulusal ve küresel düzey. Sadece hükümetlerin politikalar benimsemesi yetmiyor, her bireyin hazırlıklı olması gerekiyor. Bu, bireysel önlemlere vurgu yapmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Çünkü sistem yaklaşımı benimsenmezse, bireysel çabaların kolektif etkisi önemsenmeyecek düzeyde kalacaktır. Burada asıl önemli olan, politikaların bu şekilde oluşturulması ve tavizsiz uygulanmasıdır.
Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın amaçlarına uyum sürecinde Türkiye’nin kalkınma, finansal kaynak yaratma, yeşil ekonomi stratejileri ve politikaları hangi ölçütler doğrultusunda yapılandırılmalı?
ALPER AKYÜZ: Avrupa Yeşil Mutabakatı, iklim krizi başta olmak üzere ekolojik krize Avrupa Birliği’nin bir yandan da ekonomik büyümeyi sürdürerek yanıt verme girişimi anlamına geliyor. Avrupa Birliği, 2019 yılından, özellikle Covid’in ortaya çıktığı 2020 yılından itibaren Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı stratejik politikalar bütünü olarak hayata geçirmeye karar verdi. Şu an tam anlamıyla oluşmuş değil, hâlâ mevzuat hazırlanıyor. Avrupa Birliği’nin kendi dışında üretilmiş malların ve hizmetlerin alımında iklim dostu olmayan enerji kaynaklarının kullanımını tespit ettiğinde kendi içindeki üreticileri korumak amacıyla karbon vergisi getirme girişimi Türkiye'yi doğrudan etkileyecek. Dolayısıyla ihracatçılar, Avrupa Birliği ülkelerine yapılacak ihracatta ek vergi benzeri ücretlendirmeyle karşı karşıya kalacak. Bu durum, ihracatçıların rekabetçi potansiyelini olumsuz (önemli ölçüde) etkileyecek. Gerek ihracatçılar gerek hükümet bu duruma karşı neredeyse seferberlik ederek eğitimlere başladı. Ancak henüz Türkiye tarafında benimsenmiş bir mevzuat yok. Türkiye’deki ihracatçılar, ihracatı sürdürmek istiyorlarsa, yeşil enerjiyi, sürdürülebilirliği benimsemek zorunda. Ancak bu maliyetin altından kalkmaları mümkün olmayabilir. Dolayısıyla sürece gerek ulusal gerek yerel yönetimler düzeyinde destek ve teşvik verilmesi gerekiyor. Avrupa Yeşil Mutabakatı, karbon düzenleme mekanizmasından ibaret değil. Avrupa Birliği'nin daha ziyade kendi içinde geçerli olmak üzere benimsediği toksik kirlenmenin azaltılması gibi, tarımda organik üretime geçmenin teşvik edilmesi ya da ekolojik tarım uygulamalarının desteklenmesi gibi, yerleşim alanlarının enerji verimliliğini, konforu ve estetiği bir arada yaşama geçirecek şekilde planlamasını hedefleyen Yeni Avrupa Bauhouse’u gibi programların tamamı aslında kendi hukuklarını da etkileyecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin, doğrudan etkilenilmeyeceği düşünülse de, özellikle Avrupa Birliği üyeliğinin artık çok uzak göründüğü bir ortamda yine de dolaylı olarak bir perspektif sunma, bu perspektifin yaşama geçirilmesi doğrultusunda önemli etkisi olacaktır. Bu sadece çevre politikası değil, aynı zamanda endüstri politikasıdır. Her düzeydeki yönetim birimlerinin birbirleriyle koordinasyon içinde davranması gerekiyor.
Üretim, tüketim, bertaraf yoluyla ürünlerin ve hizmetlerin çevresel etkilerini belirleyen “yaşam döngüsü analizi”, sürdürülebilir çevre politikaları ve uygulamaları için neden önemli ve gerekli?
ALPER AKYÜZ: Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın da parçası olan döngüsel ekonomi ya da yaşam döngüsü analizi gibi yaklaşımlar, ürünlerin, üretimde kullanılan doğal kaynakların çıkarılmasından madencilik ya da tarım gibi faaliyetler yoluyla atık hâline geldiklerinde doğaya tekrar nasıl geri verileceklerine kadar her süreçte (nakliye, üretim, imalat, tedarik) çevreye nasıl etkide bulunduklarını, ekosistemleri nasıl etkilediklerini analiz eden bir çerçeve sunuyor. Burada temel amaç, her aşamadaki bu etkilerin minimize edilmesi, mümkünse yok edilmesi, hatta ekolojik restorasyona da yol açacak şekilde kurgulanması. Bir sektörün veya üretim alanının atığı, başka bir alanın girdisi olabiliyor. Örneğin, hayvan dışkısı tarımda gübre olarak kullanılabiliyor ya da bir fabrikanın atığı, başka bir fabrikanın girdisi olabiliyor. Günümüzün ekonomik sisteminde bunlar maliyetlendirilmediği, vergi ve teşvikler şeklinde destek politikaları ortaya konulmadığı için maliyetli görünüyor. Maliyet ve fiyatlar destek politikalarıyla düşürülecek şekilde kurgulanırsa, atıklar, kirlilik, emisyon da azalacaktır. Sonuçta her döngünün içindeki üretici ve tüketici bundan olumlu etkilenecektir. Dolayısıyla kaynaktan kuyuya ya da kaynaktan atığa kadar bütünsel bir analiz yapılması gerekiyor. Yaşam döngüsü analizi de böyle bir şey. Dolayısıyla önemli.
Çevreyi ve ekosistemi korumaya yönelik çalışmalarda yerel yönetimler hangi inisiyatifleri üstlenmeli? Özellikle iklim krizinin çevresel etkilerini ölçmek ve önlem almak amacıyla neler yapılmalı?
ALPER AKYÜZ: Diğer sorulara verdiğim cevaplarda, her düzeydeki yönetim birimlerinin (yerel, ulusal, uluslararası, küresel) birbirleriyle koordinasyon ve bütünlük içinde hareket etmesinin önemine vurgu yapmaya çalıştım. Yerel yönetimler özellikle önemli. Çünkü politikaların başarılı olmasını sağlayacak ilkelerin en önemlilerinden biri, yerindenlik. İklim krizi küresel bir sorun. Ancak iklim krizinin etkileri yerelde farklılaşabiliyor. En etkili müdahale yöntemi, yerelde insanların yaşamına dokunan uygulamalar. Yetersiz olsa da, belediyelerin yetkileri, enerji verimliliğini sağlayacak denetim ve teşvik fonksiyonları, atık yönetiminde rolleri, yetkileri ve potansiyelleri var. Öte yandan, insanların yaşam kalitesini yükseltecek ve farkındalık yaratacak çalışmalar yapacak yetkileri de söz konusu. Yerel yönetimler, somut hedefler belirleyerek bütüncül bir yaklaşımla çevre politikalarını hayata geçirebilir. Belediyeler, “ortak yarar” ilkesini benimseyerek işe başlayabilir. Emisyon azaltan politikaları benimsediğinizde, hava kirliliğini de önlüyorsunuz. Dolayısıyla sağlık harcamalarını azaltıyorsunuz. Yeşil alanları artırdığınızda karbon yutak alanları, sıcak hava dalgalarına karşı insanların rahatlayacağı alanlar oluşturuyorsunuz, sıcak hava dalgalarının etkisini azaltıyorsunuz. Yerel politikalarda bu kavramların ve ilkelerin gözetilmesi çok önemli. Bu ilkeler, yaşam kalitesini de yükseltiyor, kentte yaşayan insanların mutluluk düzeyini artırıyor. Organik tarımı teşvik ettiğinizde, yerel üreticileri teşvik ediyorsunuz, tüketicilerin ve ekosistemin sağlığını gözetiyorsunuz.
Dr. ALPER AKYÜZ KİMDİR?
Lisans ve yüksek lisans eğitimini İstanbul Teknik Üniversitesi, Uçak Mühendisliği Bölümü’nde tamamladı. Doktora derecesini, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde organizasyon/yönetim alanında aldı. TEMA Vakfı, Tarih Vakfı, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Yeşil Düşünce Derneği ve Yeşiller Hareketi gibi sivil toplum kuruluşlarında çalışmalar yaptı, savunuculuk, kampanya koordinatörlüğü, proje yöneticiliği, eğitmenlik, kolaylaştırıcılık, moderatörlük gibi roller üstlendi. Avrupa Konseyi, Gençlik ve Spor Direktörlüğü eğitmen havuzuna dahil oldu. 2003 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi’nin kurucu ekibine katıldı, 2018 yılına kadar eğitmen, eğitim programları sorumlusu, yazar ve araştırmacı olarak merkeze katkıda bulundu. 2014-2018 yılları arasında aynı zamanda “Sosyal Projeler” ve “STK Yönetimi” yüksek lisans programının direktörlüğünü, AB 7. Çerçeve Programı kapsamında finanse edilen “POWER2YOUTH” projesinin “Türkiye’de Gençlik Katılımının Mezo (Örgütsel) Boyutu” başlıklı 3. iş paketinin koordinatörlüğünü üstlendi. Hâlen İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sanat ve Kültür Yönetimi bölüm başkanlığını, Çevre, Enerji ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi, Kültür Politikaları Yönetimi Uygulama ve Araştırma Merkezi yönetim kurulu üyeliklerini sürdürmektedir.